geçen
hafta sonu 'tekaüt' zirve, uludağ faaliyeti düzenliyordu. gitmeyi çok istiyordum ama aynı gün izmir'de bir toplantıya katılmak zorunda kaldım. hedef, bir günde 8 saat yürüyüş ile uludağ transı yapmak,
otellerden başlayıp arka taraftaki köylere inmekti.
bir çift mutlu pişmiş kelle bakacak'tan bursa manzarası izliyor |
cumartesi uludağ'a gidemeyince biz de pazar günü elif'le birlikte çekmeköy ormanlarında
yürüdük yine. uludağ'a gidemediğimiz için epey bir hayıflanıyorduk ki pazar
akşamında bilgisayarımda bir sürpriz beni karşıladı: ağustos ayında uludağ'da
meltem'le yaptığımız zirve tırmanışında fotoğraf makinemizin pili zirveye varmadan bittiğinden zirvede
kendimiz fotoğraf çekememiş, zirvede karşılaştığımız fatih kartal'ın makinesi
ile birkaç fotoğraf çektirmiştik. o günden beridir fatih fotoğrafları
gönderememiş, gecikme için özür dileyerek dün göndermişti. bu tesadüf nedeniyle
çok sevindim ve gidemediğim etkinliği yazmayı planlarken kendimi ağustos ayında
gittiğimiz etkinliği yazma hevesiyle buldum.
elif ile birlikte gittiğimiz doğu
karadeniz etkinliğinin dönüşünde meltem ve elif bir hafta benimle birlikte
istanbul’da kaldıktan sonra ayvalık’a gittiler. (elif trabzon’a uçakla gitmiş ve trabzon'dan istanbul’a uçakla dönmüş olmasına karşın her iki seferde de biner binmez
uyuduğu ve inene kadar uyanmadığı için uçak nedir bilmiyordu. ayvalık’a
giderken uçakta hiç uyumamış ve uçmanın/uçağın ne olduğunu orada öğrenmiş. şimdi havada uçakları görünce parmağıyla gösterip "uça" diyor.)
meltem’in elif’i ayvalık’a götürmesinin
nedeni elif’in 18 aylık olmuş olması ve artık sütten kesme vaktinin gelmiş
olmasıydı. istanbul’da elif’i evin içinde oyalamak çok zor olacaktı. ayvalık’ta deniz,
kumsal, güneş, çocuk bahçesi... derken kolayca bırakır diye düşündük. çok kolay
olmadıysa da meltem bir haftada ‘bantlama yöntemi'yle hadiseyi halletti. ama
benim fil hafızalı kızım anne sütünü öyle kolayca unutur mu? biz de meltem’i
tamamen göz önünden çekmek için başbaşa bir etkinlik planladık: önce iki günlüğüne
uludağ zirve tırmanışı yapacağız, ardından da kaz dağları’na yürüyüş yapmaya
gideceğiz ve meltem ile elif 6 gün ayrı kalacaklar diye plan yaptık. böylece elif anne sütünü
tamamen unutmuş olacaktı.
27 ağustos günü ben bisikletleri arabaya
yükleyip istanbul’dan yola çıktım. meltem de ayvalık’tan otobüse atladı. akşam
saat 16.00 sularında bursa otogar’ının yanındaki alışveriş merkezinde buluştuk. meltem elif’ten ayrılığa dayanamamış, iki gözü iki çeşme ağlıyor. biraz meltem’i
avuttuktan ve biraz da hasret giderdikten sonra arabaya atlayıp uludağ’a yola
koyulduk, zira akşam olmuştu ve hava kararmadan kampı kurmak istiyorduk.
meltem zirve yolunda |
saat 19.00 sularında oteller bölgesine
ulaşmıştık. girişteki jandarmaya nereye kamp kurabileceğimizi sorduk. asker çok
emin olmayan bir biçimde “çobankaya diye bir yer var. çadır orada kurulabiliyor galiba.” diye yanıtladı bizi. kabaca yolu da tarif etti. biz
de tarif ettiği yöne doğru yola çıktık. 10 dakika sonra çobankaya kamp yeri tabelalarını bulmuştuk.
biz daha önce uludağ’a birçok sefer
gelmiştik. oteller bölgesini biliyorduk. ben bir sefer zirve de yapmıştım. ama
çobankaya diye bir yer olduğunu hiç bilmiyorduk. çobankaya kamp yerini ve
güzelliğini görünce gerçekten çok şaşırdık. çobankaya, görsel olarak çok
güzel bir kayanın adı. tam bir boulder kayası, çoluk çocuk herkes tepesinde ve kayanın tepesinden muazzam
güzellikte bir orman manzarası seyredilebiliyor. bursalılar çobankaya’yı yayla gibi
kullanıyorlar. etrafta sabit çadırlar (!) var. bunlar böyle sahra yemekhanesine
benzeyen dev boyutta çadırlar ve içinde mobilyalar, sobalar, hatta bazılarında
çamaşır, bulaşık makineleri bile var. bu sabit çadırlar mayıs ayında kuruluyor,
içine kamyonla eşya taşınıyor ve eylül/ekim gibi sökülüyormuş. arada şehre
inilip çıkılıyorsa da genellikle yaz aylarını burada geçiriyorlarmış. (orada bir
adamla tanıştım. 32 yıldır her yaz geliyormuş çobankaya’ya ve kamp yapıyorlarmış
ailecek) biz oraya gittiğimizde şeker bayramı olduğundan sabit çadır ahalisi
bayramlaşmak için bursa’ya inmişti ve bize elektrik bağlantılarını kullanmak
için izin verdiler (cep telefonları ve fotoğraf makinesi için bu olanağı epey bir kullandık). sabit çadır
ahalisi ve orada bulunan herkes bize çok iyi davrandı. (en kötü davranışı ise hiç tahmin etmediğimiz bir biçimde kamp
yerinin büfesini işleten adamdan gördük.)
uludağ zirve 2543 m |
ilk gün gelir gelmez arabamızın yanına, yolun kenarındaki bir ağacın altına kamp attık. ama yolun kenarına kamp atmak
epey bir gürültü çekmemize neden oldu. özellikle bayramın ilerleyen günlerinde
gelen piknikçiler yüzünden çadır yerimiz epey gürültülü bir hale geldi. ama
çadırımız tam çobankaya’ya bakıyordu ve manzara muhteşemdi. çadırı kurduktan
sonra hemen arabadan bisikletleri indirip gezintiye çıktık. biraz ikinci
oteller bölgesine doğru pedalladık, sonra geri dönüp bakacak’tan bursa
manzarası seyrettik... hava tamamen kararmadan hemen önce de kampımıza geri
dönüp yattık.
ertesi sabah erkenden kalkıp zirve için
arabamızla yola çıktık. araba ile madenler bölgesinde gidebildiğimiz kadar
gittik ve sonrasında yürümeye başladık. genel olarak benim daha önce zirve
tırmanışı yaptığım ekip ile aynı rotayı izlemeye çalıştık. yalnızca bir yerde babalar bizi yanılttı, onun dışında sıkıntı olmadan zirveye ulaştık. zirveye
vardığımızda saat daha 10.00 sularıydı ve arabayı bıraktığımız yerden toplam
(yanlış gittiğimiz yer dahil) yaklaşık 3 saatlik bir yürüyüş ile zirveye
ulaşmıştık. zirveye bizden önce gelmiş olan fatih ve arkadaşlarıyla biraz
sohbet ettikten sonra onlar ayrıldılar. biz de onlardan 10 dakika sonra dönüşe
geçtik. meltem yol boyunca ‘burada muhteşem göller varmış. oraya da gidelim.’
deyip durmuştu. bizi yanıltan taş babaları izlemeyi sürdürseydik zirve yerine
göllere gidiyormuşuz. neyse ki bu hata bizim yolumuzu yalnızca 15 dakika
uzattı.
saat 14.00 sularında yine
çadırımızdaydık. arabamız biraz hırpalandı ama epey hızlı bir çıkışla zirveyi başarılı bir biçimde yapıp dönmüş olduk. ben hemen çadıra girip uykuya daldım. bu arada meltem
uyuyamamış ve çadır komşularımızla kaynaşmaya karar vermiş. ben uyanasıya kadar çoktan yakın arkadaş olmuşlardı.
uyandığımda meltem sarıalan patikasını takip ederek teleferik istasyonuna
gitmek istediğini söyledi. bardağı kırılmıştı, yenisini almalıydık. zirve tırmanışı nedeniyle biraz yorgundum ama yola çıkmamız için meltem'in çok ısrar etmesi gerekmedi.
uludağ milli parkının işletmesini artık
bursa büyükşehir belediyesi yapıyor ve belediye bazı yürüyüş parkurlarını yürüyüşçüler
için işaretlemiş. sarıalan-çobankaya da bunlardan bir tanesi. işaretleri takip
ederek 45 dakikada çobankaya’dan sarıalan’a ulaştık. sarıalan’ı da daha önce
hiç görmediğimizden epey endişeli bir gidiş oldu. işaretleri bulduk, bulamadık diye
kendimizi sorgulayıp durduk. bir bardak ve biraz da meyve satın aldıktan sonra, güneş
batmadan çobankaya’ya varmış olmak için, çok yüksek bir tempo ile dönüşe
geçtik. bu tempo sayesinde ve yolu da artık öğrendiğimizden yaklaşık 25
dakikada geri yürüdük. yokuş yukarı olmasına karşın çok hızlı bir biçimde geri
dönmüştük. akşamın kalan bölümünde yemek yedik ve komşu çadır ile ateş başında
sohbet ettik.
planımız zirve dönüşü kaz dağları’na
doğru yola çıkmaktı ama çobankaya kamp yerini çok sevdiğimizden uludağ’da
yapılabilecekleri tüketmek istedik. kaz dağları kaçmıyordu nasılsa (bir de kaz
dağları’ndaki “mihmandar sorunu” bizi epey endişelendiriyordu).
zeyniler'e inen yürüyüş yolu çok belirgin |
29 ağustos sabahı uyandığımızda benim
kırılan gözlüğümü onarmak için bursa’ya inmeye karar verdik. sabah
kahvaltısından sonra bisikletlerimize atladık ve araba yolundan bursa’ya indik.
çobankaya ile bursa şehir merkezi arasındaki kilometrelerce etapta yalnızca oteller
bölgesine kadar pedal bastık. ondan sonrası hep iniş olduğundan bir daha hiç
pedal basmamız gerekmedi. müthiş keyifli, yemyeşil ormanlar içinde,
anlatılamayacak kadar güzel bir iniş oldu. yalnız, özellikle ağaçların güneşi
kestiği bölümlerde, sabahın erken saatleri olduğundan ve hiç hareket etmemiz de
gerekmediğinden kelimenin tam anlamıyla donduk. ağustos ayında bu kadar
üşüyeceğim aklımın ucundan geçmemişti. bazı yerlerde güneş var diye, ısınmak
için mola vermemiz gerekti. hatta bir yerde de durup ısınmak için çay içtik.
motosikletten bu konuda deneyimli olmamıza karşın tişörtlerle yola çıktığımız
için kendimizle epey alay ettik. bursa’ya kadar hiç pedal çevirmeden indikten
sonra dağın yamaçlarında bir bölümü yan kesmemiz gerekti. bu etabı da çok
zorlanmadan bitirip 'teferrüç teleferik istasyonu'na ulaştık ve bisikletlerimizi
bağladık. teferrüç'ten şehir merkezi’ne dolmuşla gittik. 15 dakikada gözlüğü onarttık. bursa’nın
meşhur iskender ustası’nın dönerinden yedik ve dönüş için yine taksi dolmuşla
teferrüç istasyonu'na gittik.
zeyniler köyü |
bisikletler için yarım bilet parası
aldılar ve 30 kadar kişi ile birlikte tıklım tıkış teleferike bindik. kabin çok
kalabalık olduğundan bisikletleri kabinin tepesine koymak durumunda kaldık.
aktarma yerinde kabinin tepesinden bisikletleri indirip diğer kabine gidesiye
kadar diğer kabin hareket etti ve bizi aktarma istasyonunda bıraktı. neyse ki
diğer teleferik çarçabuk geldi ve bizi sarıalan’a çıkardı. sarıalan’da
bisikletleri bağlayıp bırakmaya karar verdik. zira bir önceki gün yürüdüğümüz yolu
bisikletle geçmemiz çok kolay olmayacaktı. oteller bölgesine de bisikletle
çıkmak çok kolay olmazdı. bize en kolay görünen yürüyerek çobankaya’ya
gitmek ve arabayı alıp bisikletleri sarıalan’dan getirmekti, öyle de yaptık.
gecenin ilerleyen saatlerini yine komşu çadırın ateşinin başında geçirdik.
meltem sık sık annesi ile konuşuyor,
elif’in bizi hiç özlemediğini öğrendikçe vicdan azabından kurtuluyordu. böylece
yaptığımız etkinlik içine daha çok siniyordu.
bir gece daha çobankaya’da geçirdikten
sonra sevgili arkadaşımız, dostumuz hale’yi de çağırdık. hale, köpeği ile
birlikte uludağ’daki son günümüzde bize katıldı. son günde hedefimiz çobankaya’da
11 km.lik yürüyüş parkuru tabelasını gördüğümüz zeyniler’e gitmekti. yolu
sorduğumuz sabit çadır sakinleri “teeee bursa’ya kadar ineceksiniz, çok
yorulursunuz’ filan dediler. zeyniler tabelasının yanında “teferrüç 19 km.”
yazıyor olduğundan biz de epey bir ineceğimizi, sonra da bütün yolu çıkmak
zorunda kalacağımızı tahmin ettik ama en azından yol belirgindi ve kaybolma
riski yoktu.
hale ve meltem zeyniler'den bursayı seyrediyor |
parkur boyunca herhangi bir işaret yoktu
ama işarete gerek de yoktu. zira çobankaya-zeyniler parkuru tümüyle bir su
borusu için kazılmış ve artık toprak bir yol haline gelmiş bir patikayı takip
ediyor. kaybolma riski hiç yok (oysa sarıalan-zeyniler parkuru çok karışıkmış, ‘bulamazsınız
yolu’ dediler bize). böylece üç arkadaş ve bir köpek, neşe içinde çobankaya’dan
parkuru yürümeye başladık. zamanımızın çoğu civardaki böğürtlen ağaçlarına
dadanmış bir biçimde geçiyordu. bu şekilde dört saat boyunca indik. en sonunda evler
gördük ama tabelalarda zeyniler değil “beşevler mahallesi” yazıyordu. zeyniler’in
yeni adının bu olduğunu bilmediğimiz için daha yürüyeceğiz sandık ancak, bursa
manzarasını, bursa manzarasını seyretmek için yapılmış terası ve terastan
ilerisinin beton yol olduğunu görünce “burası değilse bile artık devam
etmeyelim” diye kararlaştırdık. zira dağ botlarıyla beton yolda yürümek sevimsiz
olacaktı. hale’nin köpeğini teleferiğe almayacakları için de (bunu önceden
sormuştuk, köpekleri almıyorlarmış) gerisin geri dönmek dışında seçeneğimiz
kalmamıştı. yine hava kararmadan kampımıza dönebilmek için hızlı bir tempo ile
aynı yolu gerisin geri döndük. bu sefer hiç böğürtlen molası vermediğimizden
yokuş aşağı 4 saatte indiğimiz parkuru, yokuş yukarı 2 saatte tekrar çıktık. bu
kadar hızlı kampa döndüğümüze ben epey bir hayret ettim. en az 3 saat
süreceğini tahmin etmiştim.
zeyniler'den dönüş |
geceyi hep birlikte yemek yiyerek ve
çadır komşularımızın ateşi başında sohbet ile geçirdikten sonra ertesi gün
kahvaltının ardından herkesle vedalaştık. hale birkaç gün daha uludağ’da
kalmaya ve çobankaya’nın tadını çıkarmaya karar verdi. biz ise artık ayvalık’a
dönecektik, ben elif’i çok özlemiştim.
böylece etkinliğimiz kaz dağları’na
uğramadan bitti. bayramın kalan günlerini ayvalık’ta denize girerek ve
bisiklete binerek geçirdik. geldiğimizde meltem elif’in koşa koşa ona
sarılacağını filan hayal ediyordu, çok özlediğini zannediyordu. ama elif’in
umurunda bile değildi. denize gidebildiği sürece onun keyfi yerindeydi. annesinin yokluğunda anne sütünü hiç aramamış olan kızım, annesinin
dönmesiyle anne sütünü yine hatırladı. her şey yine eski haline döndü.
iki yıl aradan sonra baş başa yaptığımız
bu uludağ etkinliğine meltem “ikinci balayı” adını koydu. uludağ doğa
sporları potansiyeli düşündüğümün çok ama çok üzerinde bir dağ imiş. bir zirveden
ibaret kesinlikle değilmiş. etkinliğin tadı ikimizin de damağında kaldı...
zirve fotoğrafı ve bu yazıya vesile olduğu için fatih kartal'a teşekkürlerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder