5 Aralık 2011 Pazartesi

uludağ'ın ağustos'u

geçen hafta sonu 'tekaüt' zirve, uludağ faaliyeti düzenliyordu. gitmeyi çok istiyordum ama aynı gün izmir'de bir toplantıya katılmak zorunda kaldım. hedef, bir günde 8 saat yürüyüş ile uludağ transı yapmak, otellerden başlayıp arka taraftaki köylere inmekti.
bir çift mutlu pişmiş kelle bakacak'tan bursa manzarası izliyor
cumartesi uludağ'a gidemeyince biz de pazar günü elif'le birlikte çekmeköy ormanlarında yürüdük yine. uludağ'a gidemediğimiz için epey bir hayıflanıyorduk ki pazar akşamında bilgisayarımda bir sürpriz beni karşıladı: ağustos ayında uludağ'da meltem'le yaptığımız zirve tırmanışında fotoğraf makinemizin pili zirveye varmadan bittiğinden zirvede kendimiz fotoğraf çekememiş, zirvede karşılaştığımız fatih kartal'ın makinesi ile birkaç fotoğraf çektirmiştik. o günden beridir fatih fotoğrafları gönderememiş, gecikme için özür dileyerek dün göndermişti. bu tesadüf nedeniyle çok sevindim ve gidemediğim etkinliği yazmayı planlarken kendimi ağustos ayında gittiğimiz etkinliği yazma hevesiyle buldum.
elif ile birlikte gittiğimiz doğu karadeniz etkinliğinin dönüşünde meltem ve elif bir hafta benimle birlikte istanbul’da kaldıktan sonra ayvalık’a gittiler. (elif trabzon’a uçakla gitmiş ve trabzon'dan istanbul’a uçakla dönmüş olmasına karşın her iki seferde de biner binmez uyuduğu ve inene kadar uyanmadığı için uçak nedir bilmiyordu. ayvalık’a giderken uçakta hiç uyumamış ve uçmanın/uçağın ne olduğunu orada öğrenmiş. şimdi havada uçakları görünce parmağıyla gösterip "uça" diyor.)
meltem’in elif’i ayvalık’a götürmesinin nedeni elif’in 18 aylık olmuş olması ve artık sütten kesme vaktinin gelmiş olmasıydı. istanbul’da elif’i evin içinde oyalamak çok zor olacaktı. ayvalık’ta deniz, kumsal, güneş, çocuk bahçesi... derken kolayca bırakır diye düşündük. çok kolay olmadıysa da meltem bir haftada ‘bantlama yöntemi'yle hadiseyi halletti. ama benim fil hafızalı kızım anne sütünü öyle kolayca unutur mu? biz de meltem’i tamamen göz önünden çekmek için başbaşa bir etkinlik planladık: önce iki günlüğüne uludağ zirve tırmanışı yapacağız, ardından da kaz dağları’na yürüyüş yapmaya gideceğiz ve meltem ile elif 6 gün ayrı kalacaklar diye plan yaptık. böylece elif anne sütünü tamamen unutmuş olacaktı.
27 ağustos günü ben bisikletleri arabaya yükleyip istanbul’dan yola çıktım. meltem de ayvalık’tan otobüse atladı. akşam saat 16.00 sularında bursa otogar’ının yanındaki alışveriş merkezinde buluştuk. meltem elif’ten ayrılığa dayanamamış, iki gözü iki çeşme ağlıyor. biraz meltem’i avuttuktan ve biraz da hasret giderdikten sonra arabaya atlayıp uludağ’a yola koyulduk, zira akşam olmuştu ve hava kararmadan kampı kurmak istiyorduk.
meltem zirve yolunda
saat 19.00 sularında oteller bölgesine ulaşmıştık. girişteki jandarmaya nereye kamp kurabileceğimizi sorduk. asker çok emin olmayan bir biçimde “çobankaya diye bir yer var. çadır orada kurulabiliyor galiba.” diye yanıtladı bizi. kabaca yolu da tarif etti. biz de tarif ettiği yöne doğru yola çıktık. 10 dakika sonra çobankaya kamp yeri tabelalarını bulmuştuk.
biz daha önce uludağ’a birçok sefer gelmiştik. oteller bölgesini biliyorduk. ben bir sefer zirve de yapmıştım. ama çobankaya diye bir yer olduğunu hiç bilmiyorduk. çobankaya kamp yerini ve güzelliğini görünce gerçekten çok şaşırdık. çobankaya, görsel olarak çok güzel bir kayanın adı. tam bir boulder kayası, çoluk çocuk herkes tepesinde ve kayanın tepesinden muazzam güzellikte bir orman manzarası seyredilebiliyor. bursalılar çobankaya’yı yayla gibi kullanıyorlar. etrafta sabit çadırlar (!) var. bunlar böyle sahra yemekhanesine benzeyen dev boyutta çadırlar ve içinde mobilyalar, sobalar, hatta bazılarında çamaşır, bulaşık makineleri bile var. bu sabit çadırlar mayıs ayında kuruluyor, içine kamyonla eşya taşınıyor ve eylül/ekim gibi sökülüyormuş. arada şehre inilip çıkılıyorsa da genellikle yaz aylarını burada geçiriyorlarmış. (orada bir adamla tanıştım. 32 yıldır her yaz geliyormuş çobankaya’ya ve kamp yapıyorlarmış ailecek) biz oraya gittiğimizde şeker bayramı olduğundan sabit çadır ahalisi bayramlaşmak için bursa’ya inmişti ve bize elektrik bağlantılarını kullanmak için izin verdiler (cep telefonları ve fotoğraf makinesi için bu olanağı epey bir kullandık). sabit çadır ahalisi ve orada bulunan herkes bize çok iyi davrandı. (en kötü davranışı ise hiç tahmin etmediğimiz bir biçimde kamp yerinin büfesini işleten adamdan gördük.)
uludağ zirve 2543 m
ilk gün gelir gelmez arabamızın yanına, yolun kenarındaki bir ağacın altına kamp attık. ama yolun kenarına kamp atmak epey bir gürültü çekmemize neden oldu. özellikle bayramın ilerleyen günlerinde gelen piknikçiler yüzünden çadır yerimiz epey gürültülü bir hale geldi. ama çadırımız tam çobankaya’ya bakıyordu ve manzara muhteşemdi. çadırı kurduktan sonra hemen arabadan bisikletleri indirip gezintiye çıktık. biraz ikinci oteller bölgesine doğru pedalladık, sonra geri dönüp bakacak’tan bursa manzarası seyrettik... hava tamamen kararmadan hemen önce de kampımıza geri dönüp yattık.
ertesi sabah erkenden kalkıp zirve için arabamızla yola çıktık. araba ile madenler bölgesinde gidebildiğimiz kadar gittik ve sonrasında yürümeye başladık. genel olarak benim daha önce zirve tırmanışı yaptığım ekip ile aynı rotayı izlemeye çalıştık. yalnızca bir yerde babalar bizi yanılttı, onun dışında sıkıntı olmadan zirveye ulaştık. zirveye vardığımızda saat daha 10.00 sularıydı ve arabayı bıraktığımız yerden toplam (yanlış gittiğimiz yer dahil) yaklaşık 3 saatlik bir yürüyüş ile zirveye ulaşmıştık. zirveye bizden önce gelmiş olan fatih ve arkadaşlarıyla biraz sohbet ettikten sonra onlar ayrıldılar. biz de onlardan 10 dakika sonra dönüşe geçtik. meltem yol boyunca ‘burada muhteşem göller varmış. oraya da gidelim.’ deyip durmuştu. bizi yanıltan taş babaları izlemeyi sürdürseydik zirve yerine göllere gidiyormuşuz. neyse ki bu hata bizim yolumuzu yalnızca 15 dakika uzattı.
saat 14.00 sularında yine çadırımızdaydık. arabamız biraz hırpalandı ama epey hızlı bir çıkışla zirveyi başarılı bir biçimde yapıp dönmüş olduk. ben hemen çadıra girip uykuya daldım. bu arada meltem uyuyamamış ve çadır komşularımızla kaynaşmaya karar vermiş. ben uyanasıya kadar çoktan yakın arkadaş olmuşlardı.
uyandığımda meltem sarıalan patikasını takip ederek teleferik istasyonuna gitmek istediğini söyledi. bardağı kırılmıştı, yenisini almalıydık. zirve tırmanışı nedeniyle biraz yorgundum ama yola çıkmamız için meltem'in çok ısrar etmesi gerekmedi.
uludağ milli parkının işletmesini artık bursa büyükşehir belediyesi yapıyor ve belediye bazı yürüyüş parkurlarını yürüyüşçüler için işaretlemiş. sarıalan-çobankaya da bunlardan bir tanesi. işaretleri takip ederek 45 dakikada çobankaya’dan sarıalan’a ulaştık. sarıalan’ı da daha önce hiç görmediğimizden epey endişeli bir gidiş oldu. işaretleri bulduk, bulamadık diye kendimizi sorgulayıp durduk. bir bardak ve biraz da meyve satın aldıktan sonra, güneş batmadan çobankaya’ya varmış olmak için, çok yüksek bir tempo ile dönüşe geçtik. bu tempo sayesinde ve yolu da artık öğrendiğimizden yaklaşık 25 dakikada geri yürüdük. yokuş yukarı olmasına karşın çok hızlı bir biçimde geri dönmüştük. akşamın kalan bölümünde yemek yedik ve komşu çadır ile ateş başında sohbet ettik.
planımız zirve dönüşü kaz dağları’na doğru yola çıkmaktı ama çobankaya kamp yerini çok sevdiğimizden uludağ’da yapılabilecekleri tüketmek istedik. kaz dağları kaçmıyordu nasılsa (bir de kaz dağları’ndaki “mihmandar sorunu” bizi epey endişelendiriyordu).
zeyniler'e inen yürüyüş yolu çok belirgin
29 ağustos sabahı uyandığımızda benim kırılan gözlüğümü onarmak için bursa’ya inmeye karar verdik. sabah kahvaltısından sonra bisikletlerimize atladık ve araba yolundan bursa’ya indik. çobankaya ile bursa şehir merkezi arasındaki kilometrelerce etapta yalnızca oteller bölgesine kadar pedal bastık. ondan sonrası hep iniş olduğundan bir daha hiç pedal basmamız gerekmedi. müthiş keyifli, yemyeşil ormanlar içinde, anlatılamayacak kadar güzel bir iniş oldu. yalnız, özellikle ağaçların güneşi kestiği bölümlerde, sabahın erken saatleri olduğundan ve hiç hareket etmemiz de gerekmediğinden kelimenin tam anlamıyla donduk. ağustos ayında bu kadar üşüyeceğim aklımın ucundan geçmemişti. bazı yerlerde güneş var diye, ısınmak için mola vermemiz gerekti. hatta bir yerde de durup ısınmak için çay içtik. motosikletten bu konuda deneyimli olmamıza karşın tişörtlerle yola çıktığımız için kendimizle epey alay ettik. bursa’ya kadar hiç pedal çevirmeden indikten sonra dağın yamaçlarında bir bölümü yan kesmemiz gerekti. bu etabı da çok zorlanmadan bitirip 'teferrüç teleferik istasyonu'na ulaştık ve bisikletlerimizi bağladık. teferrüç'ten şehir merkezi’ne dolmuşla gittik. 15 dakikada gözlüğü onarttık. bursa’nın meşhur iskender ustası’nın dönerinden yedik ve dönüş için yine taksi dolmuşla teferrüç istasyonu'na gittik.
zeyniler köyü
bisikletler için yarım bilet parası aldılar ve 30 kadar kişi ile birlikte tıklım tıkış teleferike bindik. kabin çok kalabalık olduğundan bisikletleri kabinin tepesine koymak durumunda kaldık. aktarma yerinde kabinin tepesinden bisikletleri indirip diğer kabine gidesiye kadar diğer kabin hareket etti ve bizi aktarma istasyonunda bıraktı. neyse ki diğer teleferik çarçabuk geldi ve bizi sarıalan’a çıkardı. sarıalan’da bisikletleri bağlayıp bırakmaya karar verdik. zira bir önceki gün yürüdüğümüz yolu bisikletle geçmemiz çok kolay olmayacaktı. oteller bölgesine de bisikletle çıkmak çok kolay olmazdı. bize en kolay görünen yürüyerek çobankaya’ya gitmek ve arabayı alıp bisikletleri sarıalan’dan getirmekti, öyle de yaptık. gecenin ilerleyen saatlerini yine komşu çadırın ateşinin başında geçirdik.
meltem sık sık annesi ile konuşuyor, elif’in bizi hiç özlemediğini öğrendikçe vicdan azabından kurtuluyordu. böylece yaptığımız etkinlik içine daha çok siniyordu.
bir gece daha çobankaya’da geçirdikten sonra sevgili arkadaşımız, dostumuz hale’yi de çağırdık. hale, köpeği ile birlikte uludağ’daki son günümüzde bize katıldı. son günde hedefimiz çobankaya’da 11 km.lik yürüyüş parkuru tabelasını gördüğümüz zeyniler’e gitmekti. yolu sorduğumuz sabit çadır sakinleri “teeee bursa’ya kadar ineceksiniz, çok yorulursunuz’ filan dediler. zeyniler tabelasının yanında “teferrüç 19 km.” yazıyor olduğundan biz de epey bir ineceğimizi, sonra da bütün yolu çıkmak zorunda kalacağımızı tahmin ettik ama en azından yol belirgindi ve kaybolma riski yoktu.
hale ve meltem zeyniler'den bursayı seyrediyor
parkur boyunca herhangi bir işaret yoktu ama işarete gerek de yoktu. zira çobankaya-zeyniler parkuru tümüyle bir su borusu için kazılmış ve artık toprak bir yol haline gelmiş bir patikayı takip ediyor. kaybolma riski hiç yok (oysa sarıalan-zeyniler parkuru çok karışıkmış, ‘bulamazsınız yolu’ dediler bize). böylece üç arkadaş ve bir köpek, neşe içinde çobankaya’dan parkuru yürümeye başladık. zamanımızın çoğu civardaki böğürtlen ağaçlarına dadanmış bir biçimde geçiyordu. bu şekilde dört saat boyunca indik. en sonunda evler gördük ama tabelalarda zeyniler değil “beşevler mahallesi” yazıyordu. zeyniler’in yeni adının bu olduğunu bilmediğimiz için daha yürüyeceğiz sandık ancak, bursa manzarasını, bursa manzarasını seyretmek için yapılmış terası ve terastan ilerisinin beton yol olduğunu görünce “burası değilse bile artık devam etmeyelim” diye kararlaştırdık. zira dağ botlarıyla beton yolda yürümek sevimsiz olacaktı. hale’nin köpeğini teleferiğe almayacakları için de (bunu önceden sormuştuk, köpekleri almıyorlarmış) gerisin geri dönmek dışında seçeneğimiz kalmamıştı. yine hava kararmadan kampımıza dönebilmek için hızlı bir tempo ile aynı yolu gerisin geri döndük. bu sefer hiç böğürtlen molası vermediğimizden yokuş aşağı 4 saatte indiğimiz parkuru, yokuş yukarı 2 saatte tekrar çıktık. bu kadar hızlı kampa döndüğümüze ben epey bir hayret ettim. en az 3 saat süreceğini tahmin etmiştim.
zeyniler'den dönüş
geceyi hep birlikte yemek yiyerek ve çadır komşularımızın ateşi başında sohbet ile geçirdikten sonra ertesi gün kahvaltının ardından herkesle vedalaştık. hale birkaç gün daha uludağ’da kalmaya ve çobankaya’nın tadını çıkarmaya karar verdi. biz ise artık ayvalık’a dönecektik, ben elif’i çok özlemiştim.
böylece etkinliğimiz kaz dağları’na uğramadan bitti. bayramın kalan günlerini ayvalık’ta denize girerek ve bisiklete binerek geçirdik. geldiğimizde meltem elif’in koşa koşa ona sarılacağını filan hayal ediyordu, çok özlediğini zannediyordu. ama elif’in umurunda bile değildi. denize gidebildiği sürece onun keyfi yerindeydi. annesinin yokluğunda anne sütünü hiç aramamış olan kızım, annesinin dönmesiyle anne sütünü yine hatırladı. her şey yine eski haline döndü. 
iki yıl aradan sonra baş başa yaptığımız bu uludağ etkinliğine meltem “ikinci balayı” adını koydu. uludağ doğa sporları potansiyeli düşündüğümün çok ama çok üzerinde bir dağ imiş. bir zirveden ibaret kesinlikle değilmiş. etkinliğin tadı ikimizin de damağında kaldı...

zirve fotoğrafı ve bu yazıya vesile olduğu için fatih kartal'a teşekkürlerimle...

Hiç yorum yok: