5 Temmuz 2016 Salı

thassos - 3

adadaki ilk günümüzde farklı bir koya gitmeye karar verdik. ilk seçtiğimiz koy adanın öbür ucundaydı. bize daha yakın olan aliki koyuna gitmeye karar verdik.

aliki çok kalabalık bir koydu. bunda küçücük olmasının da etkisi vardı. yan yana dört restoranın sığabileceği kadar bir koydan bahsediyoruz. hemen herkesin Türk olduğunu söylememe gerek yok herhalde.

bir yunan adasında ilk defa şemsiye ve şezlong için bizden para istediler. kişi 5 EURO ödedik.

kumsal küçük ve denizin ilk bölümleri taşlık. ama sonrası muhteşem, turkuaz bir deniz. zaten az açıkta demirlemiş yatlardan burasının ne kadar ünlü olduğu hemen anlaşılıyor. kumsal genel rüzgarın tersi yönde olduğundan deniz düzgündü. elif bütün gün sudan neredeyse hiç çıkmadı. arada bizim zorlamamızla...

yemek ve içki işini koala cafe'de hallettik. ama ilk defa pek memnun kalmadık. ev yemeği bulamadığımız için olacak. diğer restoranları da deneme fırsatımız olmadı. güneş yakıcı olduğundan akşam yemeği saatine doğru otele dönmeye karar verdik.

buraya gelenlerin görmesi gereken bir yer olduğu kesin. ama kafa dinleme yeri olmadığı da kesin... aliki'yi kalmak için seçecekseniz hareket ve eğlence arıyor olmalısınız...

söylemeyi unuttum. adadaki her ev aynı zamanda pansiyon olarak işletiliyor. o yüzden önceden ayarlamasak bile -sanıyorum- kalma sıkıntısı olmazdı. çok lüks otellerin yanı sıra bir sürü apart otel, pansiyon, üç yıldız otel vb. var. biz çocuklarla riske giremezdik. ama değişik koylarda kalmak isteyenler için ideal...


thassos - 2

otelimizin kahvaltısı da odası kadar güzeldi. ama otelde en sevdiğim şey odaların üst üste olmaması, çocukların koşup oynayabileceği güvenli yeşil alan olmasıydı.

thassos ile ilgili yazılarda keramoti'den hiç bahsedilmemesi büyük haksızlık. keramoti de muhteşem bir yer. görsel olarak baktığınızda biraz iztuzu kumsalı'nı andırıyor. kumluk bir burun. ortada oteller ve restoranlar dizilmiş. her iki yandan da denize girilebiliyor. ama insanlar çoğunlukla limanın olmadığı, thassos adasının olduğu tarafta giriyordu.

keramoti'ye tatile gelip thassos'a da bir iki günlüğüne geçsek olurmuş. ayvalık'a tatile gelip midilli'ye geçmek gibi olurdu. bir dahaki seferde böyle yapacağız.

kahvaltı sonrası biraz dinlendik. sınırı geçmek bizi epey yormuştu. thassos'ta ayarladığımız otelin girişi saat 14.00 olduğu için de acele etmedik ve 11.45 vapuruna bindik.

hemen her yarım saatte bir vapur var. ada da yakın zaten. keramoti'den görüş mesafesinde. vapur yolculuğu yaklaşık 45 dakika sürdü. 25 EURO araç için ve 3 EURO da insanlar için aldılar. vapur oldukça büyüktü. vapur tam vaktinde kalkmadı. bir süre dolmasını bekledik. biz de arabanın içinde geç kalmayalım diye boş yere panik olduk.

meltem'in internetten rastgele seçtiği diamond otel (üç yıldız) limenaria'daymış. yani adanın en güneyinde. oysa meltem limanın olduğu limenas'taki bir oteli ayarladığını düşünüyormuş. limanda vapurda indikten sonra limenaria tabelası 43 km. gösterdi. adanın tek yolu, adayı çepeçevre sahilden dolanıyor. bütün yerleşim yerleri de bu yol üzerinde zaten. yaklaşık bir saatlik yolculuğun sonunda otelimizi bulduk.

yolculuğun ilk günü yorgunluğun verdiği şansla bulduğumuz muhteşem katerina otelinden sonra gerçekten üç yıldız oteli olan diamond bir miktar hayal kırıklığı oldu. deniz kenarında olmadığı gibi ekstra lüksleri de epey az... ama moralimizi bozmadık. en azından temiz. zaten buraya otele gelmedik. denize ve deniz mahsüllerine geldik...

yerleştikten sonra limenaria kumsalına inip yemek yedik. yunan halk müziği çalan, yunan yemekleri yapan restoranımız makul fiyatlıydı aynı zamanda. yemekler de her yerde olduğu gibi muhteşemdi. bu tatilin ilk kalamarını yemesek olmayacaktı...

limenaria'nın kumsalı iri taneli kum ve küçük taş karışımıydı. güzeldi. öğlen ve akşam yemeklerini de restoranda yiyip yorgun bedenlerimizi yatağa zor attık.


Thassos - 1

"erken kalkmaya gerek yok. uyanınca yola çıkarız" dediğim an ne kadar büyük bir hata yaptığımın farkında değildim. bizim evde normal kalkış saati 06.30'dur. bu saatte herkes ayaktadır. daha erken kalkmaya gerek var mı? varmış işte arkadaş...

evden 07.30'da çıktık. tekirdağ köftecilerinde verdiğimiz yaklaşık 45 dakika mola da dahil üç buçuk saatte sınıra vardık. ama sınırın yunan tarafında sistem çok ağır işliyormuş. sıra bekleyen tırları gördüğümüzde ipsala sınır kapısına daha yaklaşık 10 km. vardı. araba kuyruğuna girdiğimizde ise daha sınıra 3-3,5 km. kadar vardı.

yunan gümrüğünü geçip yeniden boş yolları gördüğümüzde aradan tam 8 (yazıyla sekiz) saat geçmişti. çocuklar olmasa buraya motorlarla gelirdik. o zaman da hiç sıra beklemeden geçerdik. ne bilelim... bloglardaki yazılarda 10 dakikada geçtikleri yazıyordu. çocuklar asıl eziyet çekti 40 derece sıcakta.

neyse ki sonrasında yollar bomboştu. yunanistan'da hız limiti 130 km imiş. hız sınırını geçmeyecek en yüksek hızla keramoti'ye geldik. buraya gelmek isteyenler yol tabelalarında kavala'yı görene kadar hiçbir yere dönmeden gelecekler. keramoti kavala'dan önceki son çıkışlardan. keramoti kavşağına kadar bölünmüş yol olduğundan yaklaşık 2 saatte buraya geldik. neyse ki çocuklar bu bölümde uyudular.

keramoti'ye vardığımızda güneş batmak üzereydi. burada otel ayarlamamıştık. ama çok şanslıydık.  hotel katerina adında bir yerde bize göre bir oda bulduk. iki yatak odası, salonu, mutfağı, iki banyosu olan ve neredeyse tüm odalarda televizyon olan bir odaya (kahvaltı dahil) 80 EURO ödedik. kesinlikle muhteşemdi.

akşam yemeğini de otelin hemen yanındaki akropolis grill adlı tavernada yedik. uyku saatimiz çoktan geldiği için hafif bir yemek yedik. dolma, tavuk, yunan salatası ve cacıki. içeceklerle birlikte 32 EURO hesap ödedik. makul sayılır. ancak diğer masalara giden ahtapot, kalamar vb. deniz ürünlerinde de fena halde gözüm kaldı.

11 Eylül 2012 Salı

gürcistan – 6 / bethlemi hut – stepansminda – tbilisi - istanbul

iniş

sabah 05.30’da uyanmış olmamıza karşın 06.30’a kadar ikimiz de yataktan çıkamadık. dağ evine inmek iyi gelmiş gibiydi ama iştahım yerine gelmemişti. yine de ağzımıza kahvaltı niyetine zorla tıktığımız şeylerin midemizi bulandırmamasına seviniyorduk. köye indiğimizde tad alma duyumuzun geri döneceğini umarak hazırlıklarımızı tamamladık. artık gereksiz duruma düşmüş bir yığın yiyeceği ve tam dolu bir yakıt tüpünü dağ evinin mutfağında bıraktık. dağ evinin parasını ödedik ve 08.40 civarında inişe geçtik.

buzulu hızlı geçebilmek için yine ipe girmedik. başta krampon da bağlamamıştık ama indikçe eğimi artan buzulda meltem kendisini rahat hissetmediğinden buzulun üzerine çıktıktan bir süre sonra kramponları bağlamaya karar verdik, iyi de oldu. cam gibi buzu hızlıca ve sorunsuz bir biçimde geçip yeniden toprağa bastık.
buzul dili

2007 tırmanışının dönüşünde, en çok zorlandığımız bölüm dere geçişi olmuştu. dereyi geçmek için neredeyse iki buçuk saat debelenmiştik. dere boyunca yukarı çıkmış, aşağı inmiş bir türlü bir geçit bulamamıştık. suyun debisi sıcak güneşin etkisi ile çok hızlanmıştı, çamur içinde ve buz gibi akıyor içine girip geçmemize izin vermiyordu. külçe gibi ağır, dev sırt çantalarımız ile kayalardan zıplayarak da geçemiyorduk. en sonunda ben bir kayadan sıçrayıp suyun içine düşmek suretiyle karşıya geçmeyi başardım. emrah paçaları sıvayıp donmuş bir biçimde, zar zor suyun içinden geçti. meltem’in geçmesi için ise epey bir uğraşmamız gerekti. 2007 tırmanışı dönüşünde meltem, en sıkıntılı bölüm olarak hep dönüşteki dere geçişini anlattı. buraya gelirken de en çok dere geçişi nedeniyle endişeleniyordu. ama bu sefer işler yolundaydı. sabahın erken saatlerinde dereye ulaşmıştık ve tırmanışın başında dereyi geçerken kullandığımız yer diğer tarafa geçmek için yine uygundu. önce ben kendi çantamla karşıya geçtim. sonra dönüp meltem’in geçmesini sağladım ve en son da meltem’in çantasını sırtlanıp geçtim. bu sefer yaklaşık yarım saatte tüm yüklerle birlikte karşı tarafa geçmeyi başarmıştık. buradan sonrası basit bir yürüyüştü... ne yazık ki dereyi geçmeye çalışırken ayak baş parmaklarımın tırnaklarını vurmuştum ve çok canım yanıyordu.

10 dakika kadar dereyi göreceli olarak kolayca geçişimizi kutlamak için mola verip aşağı devam ettik. sık sık durup aşağıdan gelen dağcılar ile sohbet ediyor, deneyimlerimizi kısaca aktarıyorduk. inişte büyük bir tesadüf eseri, mimar sinan üniversitesi dağcılık kulübü’nün başkanı yılmaz’a da denk geldik. elbruz’da zirve yapmış ve burayı da iki günde tırmanmayı planlamıştı. iyi aklimatize olmuş olduğunu tahmin ettiğimizden burada da zirve yapacağından emindik. deneyimlerimizi kısaca ona da aktarıp 20 dakika kadar sohbet ettikten sonra başarılar dileyip ayrıldık.

ayaklarımın acısından ve yorgunluktan sık sık mola veriyor olmamıza karşın yine de 14.30 civarında kilisenin önündeki, kamp kurulan çayıra ulaşmayı başardık. 2007 tırmanışında kiliseden aşağı da yürümeye kalkmıştık. ama daha köye bile varmadan meltem ve ben bir araca otostop yapmak zorunda kaldık. bu sefer, geçen sefer gerçek bir işkenceye dönüşmüş bu bölümü yürüme niyetine hiç girmedik bile. 30 Lari ödedik ve aşağı jip ile indik. hatta jip bizi diana’nın ev pansiyonuna kadar bıraktı.

ne yazık ki diana’nın evinde yer yoktu. bizi arkadaşı nino’nun evine yönlendirdi. bu ev de aynı sokaktaydı ve köye de daha yakındı. üstüne üstlük de yine banyosu evin içerisindeydi ve aynı fiyata kalacaktık. ama bizim istediğimiz ne yıkanmak, ne de dinlenmekti. biz yemek yemek istiyorduk. yerleşecek yeri ayarladıktan sonra yeniden meydana döndük ve raporlarda kebap yapıldığını okuduğumuz ‘khevi’ restorana gittik. gerçekten yemekler arasında kebap vardı ama bizim kebaplara pek benzediğini söyleyemeyeceğim. görünüşü daha çok sucuğa benziyordu, ama tadı köfte gibiydi... iki natakhtari, bir haçapuri ve iki kebap için 26,50 Lari ödedik. etin üzerine konan sos ve ekmek için ekstra para alıyorlarmış, sorun etmedik. yeter ki yemek yiyebilelim ve yediğimiz şeyi midemizde tutabilelim. ne yazık ki ağzımın tadını ve tuzunu zirvede bir yerlerde unutmuştum. içtiğim şeyler büyük bir haz verirken yediklerim saman gibi geliyordu (bu durum çok uzunca bir süre böyle devam etti).

kurban’a uğradık ve para bozdurduk (kurban 100 USD için bize 160 Lari verdi. köyde genel olarak 100 USD için 150 Lari verildiğini düşünecek olursak oldukça iyi bir değiş tokuş olmuştu.) ercan’a indiğimizi haber verdik.

geç öğlen yemeği yüzünden ‘akşam yemek yiyemem’ diye düşünüyordum ama banyomuzu yapıp rahatladıktan sonra akşam yemeği de yedik. günü türk işçiler ile muhabbet ve çay ile kapattık.

ertesi sabah uyandığımızda çok açtım ve iyi uyuyamamıştım. artık tek istediğim evime, kızıma ve alışkanlıklarıma geri dönmekti. 09.55 gibi meydan’daki shrona’s hotel’de bir kahvaltı ettik. ama dağ sonrası açlığı ile çok yetersiz bir kahvaltıydı. (birer omlet, domates, peynir, ekmek, birer çay ve bir türk kahvesi için 28 Lari ödedik.) yemek dişimizin kovuğuna bile yetmemişti.

dağdan düşündüğümüzden çok daha erken inmiştik. üstüne üstlük de gelmeden önce dağa o kadar odaklanmıştık ki indikten sonra ne yapacağımızı dair hiçbir planımız yoktu. önce köyde biraz turladık, kazbegi dağcılık müzesine, stepansminda tarih müzesine, el sanatları galerisine gittik. sonra yine khevi’ye gidip ‘veal barbeque’ (mangalda pişmiş dana etini soğan ile servis ettikleri bir yemek) yedik.

öğleden sonra kaldığımız yerde tanıştığımız khato ve jim ile rus sınırı tarafına gittik. önce restore edilmekte olan çok eski bir kiliseyi kısaca gezdik. sonra, birbirine 40 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan iki ayrı çağlayanı gezdik. akşamı bilgisayar başında geçirip erkenden yattık.

kazbegi köyünde mi kalsak, tiflis’e mi dönsek karar veremiyorduk. hiçbir planımız yoktu. kazbegi köyü’nde serin serin yatıp dinlenebilir ya da tiflis’te görmediğimiz birkaç yere gidebilirdik. işin doğrusu ikimizin de hiç gezme hevesi kalmamıştı. meltem serin ve ucuz kazbegi’de zaman geçirmek istiyordu. bense eve yakınlaşmak istiyordum ve tiflis bu konuda son duraktı. biletlerimizi erkene aldıramadığımızdan bir-iki gün de orada takılmak istiyordum.
kura nehri üzerindeki modern köprü

27 temmuz günü kahvaltıyı nino’nun pansiyonunda yapmaya karar verdik ve kişi başı ekstra 5 Lari karşılığında tıka basa, yiyebileceğimizden çok daha fazla donatılmış bir kahvaltı masasına oturduk. bir gün önce shrona’s hotel’de kahvaltı ederek ne büyük bir hata yaptığımızı bu masaya oturunca anladık. önümüze diğer bir sürü şeyin yanı sıra dağ gibi ev yapımı patates kızartması yığmışlardı ki sanıyorum başka hiçbir şeyi bu kadar keyifle yiyemezdik. kahvaltıdan sonra, nino’ya iki kişinin iki gece kalması ve bir sabah kahvaltı etmesi için 90 Lari ödeyip pansiyondan ayrıldık.

iyi olup olmadığını çok merak ettiğimiz yılmaz ile dolmuş durağında yine karşılaştık. zirveyi yapmıştı ve kara yoluyla istanbul’a dönmeyi planlıyordu. bizim dolmuş kalkmak üzereydi ve yer kalmamıştı. yılmaz’la köy meydanında vedalaşıp tiflis’e doğru yola düştük. kazbegi köyü’ndeyken tiflis’te ‘nest hostel’in özel odasını telefonla ayırtmıştık. didube otogarı’na gelince bir taksiye atlayıp hostele geçtik. ancak hostel yöneticileri özel odanın boşalmadığını söylediler. tanıdıkları hostelleri aramalarından da bir sonuç alamayınca mecbur yatakhanede kalmaya razı olduk. çünkü dağ gibi koca çantalarımızla bir yerden başka bir yere gitmemiz epey sorun oluyordu. ne meltem, ne de ben daha önce hiç hostelde kalmamıştık. hostelde kalma fikri okuduğumuz bir raporda üniversite öğrencisi arkadaşların kaldıkları hosteli önermesinden ortaya çıkmıştı. zaten de hostelin ortamı üniversite öğrencilerinin gerçekten çok sevebileceği bir ortammış. işinde gücünde, evli barklı insanlar olan bizler hostelin olağan sakinlerinin arasında ‘ucube’ gibi kaldık. bizi buraya getirdiği için meltem’e çok kızmıştım. askerden beri yatakhanede kalmadığım için hiç de güzel hatırlamadığım askerlik anılarım canlanmıştı. neyse ki hostel sakinleri asker yatakhanesi sakinlerinden ziyade gençlik dizisinden çıkmış gibilerdi.
teleferikten tiflis manzarası

hostelimiz şehrin merkezine çok yakındı. atının üzerinde ejderha ile savaşan ünlü st. georg anıtının bulunduğu tavisupleba meydanı’na yürüyerek beş dakikada varılabiliyordu. buradan da tiflis’in her yerine ulaşım mümkündü. yerleşme işlerini halleder halletmez yemek yemeye gittik. ilk yemeğimizi hostel’den tavisupleba meydanına giden yol üzerinde ‘black&white’ adında bir türk restoranında yedik. (iki çorba, bir adana, bir beyti, iki ayran için 25 Lari ödedik.) sonra biraz şehri dolaştık. ‘luca polare’ adında, muhteşem italyan dondurması yapan bir yer keşfettik ve sonraki günlerde burayı birkaç kez daha ziyaret ettik. ama genel olarak yorgun ve bıkkındık, birşey yapmaya hevesimiz yoktu. tek istediğimiz bir an önce türkiye’ye dönüp kızımıza kavuşmaktı. uçuş saatimiz gelesiye kadar saatleri saydık. biraz dolaştıktan sonra büyükçe bir karpuz alıp hostele geri döndük.
ulusal tarih müzesi'nden bir eser

28 temmuz gürcistan’daki son günümüzdü. meltem’le bugünü tiflis’i gezmeye ayırmıştık. hava oldukça sıcaktı. kazbegi’nin serin havasından sonra meltem bu durumdan oldukça rahatsızdı. sabah kahvaltısını rustaveli caddesindeki ‘entree’ adındaki fransız pastanesinde birçok yabancı turist ile birlikte yaptık. (2 kişilik ‘continental breakfast’ [serpme kahvaltı] için 40 Lari ödedik.) saat 10.00’da pastanenin tam karşısındaki ulusal tarih müzesine geçip 11.30’a kadar burayı gezdik. dört katlı bu yapıda türkiye’deki müzelerdeki zenginliği bulamamış ve çok şaşırmıştık. zira gürcistan tarihi de oldukça zengin bir tarih. ancak bunun gibi 7 müze daha varmış ve bunlar tiflis’in çeşitli yerlerine serpiştirilmişler. hepsini gezmediğimiz için büyük konuşmuş olmak istemem.

öğlen yemeğinde akşamdan kalan karpuzu yedikten sonra hostelde tanıştığımız kazım ile birlikte bit pazarına ve teleferiğe gittik. tiflis son 5 yılda çok değişmiş. kumar oynanan büyük oteller yapılmış ve yapılmaya devam ediliyordu. araçlar yenilenmiş, eski rus arabaları ortadan kaybolmuştu. her yanda AB fonlarıyla restore edilen eski yapılar vardı, birçok yerde restorasyonlar sürüyordu. başkanlık sarayının tam önünde, kura nehri’nin üzerine gösterişli bir köprü yapılmıştı. köprünün ayağında da park yapımı sürmekteydi.
sulfur hamamı

15.45’te 2007’den beri fazla değişmemiş olan barlar sokağına gelip yemek yedik. meltem ve ben şaşlik yedik. anladığım kadarıyla şaşlik bir pişirme yönteminin adı. çünkü tavuk, dana ve domuz etinden şaşlik yemeği yapabiliyorlar. yemekten sonra bir süre hostelde dinlendik ve hep birlikte tiflis’in ünlü sülfür hamamlarından birisine gittik. güneşten kavrulmuş suratlarımızdaki ölü deriyi kese ile atıp yeniden biraz olsun insana döndük ki sırf bunun için bile gidilirdi.

akşamın kalan bölümünde barlar sokağında zaman öldürdük. uçuş saatimiz geldiğinde hostelden çantalarımızı alıp kazım ile vedalaştık. çantaları uçağa teslim ettiğimiz anda, artık tırmanışımızı bitmiş saydım. artık evimize ve kızımıza dönüyorduk...

- SON -


plato'da yansımadan kavrulmuş suratımın hali
sülfür hamamında temizlendi neyse ki...

2 Eylül 2012 Pazar

gürcistan – 5 / plato - zirve

çığ riski içeren patika
bütün öğleden sonra çadırın içinde dinlenmiş olmamıza karşın ikimizin de durumu pek iç açıcı değildi. nasıl olmasındı ki? meltem tüm dağcılık yaşantısının en yüksek çadır kampını yapıyordu. benim de 2000 senesinden beri bu yükseklikte kamp yapmışlığım yoktu. kampı yaptığımız yükseklik erciyes’in zirvesinden birkaç yüz metre daha yukarıdaydı. ikimizin de rahatsızlanması olağandı, ama daha iyi olacağımızı umuyordum.

gece meltem 02.20 civarlarında uyanmış. ağzının tadı çok kötü olduğundan yanımızda getirdiğimiz havuçlu cezeryeden biraz yemiş. üstüne biraz da su içmiş. lakin bunun üzerinden daha bir dakika bile geçmeden kusmaya başlamış. ben meltem’in öğürmesine uyandım. onun çadırın kapısından dışarı kustuğunu görünce benim de midem ciddi bir biçimde bulanmaya başladı. ama tüm o bulantıya karşın dayanmayı başardım ve on dakika içinde ikimiz de sakinleyip yine uyumaya devam ettik. en azından biraz olsun uyuyabiliyorduk.

akşamdan kalkış saatini 04.00 – 04.30 olarak belirlemiştik. böylece 05.00 – 05.30 gibi yola düşmeyi umuyorduk. kesin bir saat belirlememiş olmamızın bir nedeni gecenin zor geçeceğini biliyor olmamızdı. diğer nedeni ise aşağıdan gelen grupların kaçta çadırımızın yanına ulaşacağını kestiremiyor olmamızdı. aklım sıra aşağıdan gelen gruplar yanımızdan geçerken yola çıkmak suretiyle zirveye kadar kaybolmadan gitmemizi sağlayacaktım. kampımızdaki diğer çadırlar da bu planı beğendi.
meltem boyuna çıkmak üzere

sabah 04.30’da tüm kamp uyandı. meltem de uyandı ama durumu oldukça kötüydü. uyanır uyanmaz öğürmeye başladı. onun öğürmesi ve boş mide ile kusmaya çalışması benim de kendimi daha kötü hissetmeme neden oluyordu. buna karşın meltem’le birlikte tırmandığımız onca yıl, bana meltem’in kusarak aklimatize olduğunu öğretmişti. sabah çok erken saatlerde yürümeye başladığımız birçok tırmanışta meltem kusmuştur. ama başka birisinin kesin geri döneceği böyle bir durum içerisinde bile meltem tırmanışa devam etmekte bir an bile tereddüt etmemiştir. yine böyle olacağına emindim. lakin ben de öğürmeye başlayınca kendi aramızda konuştuk ve kendimizi biraz daha iyi hissedinceye kadar beklemeye karar verdik.
zirve kütlesi

saat 05.15 sıralarında dağ evinden zirveye hareket etmiş ilk ekipler yanımızdan geçmeye başladı. bundan yaklaşık 15 dakika sonra da kampımızdaki diğer iki çadırdakiler tırmanışa başladı. onların tırmanışa başladığı saatlerde meltem kalktı ve “beklemek yararsız, daha iyi olmayacağız. bari zirveyi deneyelim, olmazsa çadırı toplar, aşağı ineriz” dedi. güneş karşıdan doğmak üzereydi. yanımızdaki tüm suyu tırmanış çantalarımıza koyduk ve birer salatalık yiyip saat 06.15’te zirveye doğru yola düştük. diğer çadırlardaki dağcılar 45 dakikadır yoldalardı ve daha ancak karşımızdaki karla kaplı bayırı tırmanmışlardı. arkamızdan da başka ekipler geliyordu.

gökyüzü açıktı, tek bir bulut bile yoktu. hava tırmanış için çok elverişliydi. çadırdan çıkarken kramponlarımızı bağlamış, emniyet kemerlerini takmıştık. çünkü tırmanışın bundan sonraki bölümlerinde göreceli olarak daha dik yerlerden geçecektik. kar gece boyunca iyice sertleşmişti. önümüzden giden dağcıların oluşturmuş olduğu kar patikasından yükseldik. henüz ipe girmeyi gerektirecek belirgin bir tehlike yoktu, bu yüzden ipimizi çantada taşıyarak tırmanmayı sürdürdük. ancak bizim dışımızdaki bütün ekiplerin ipe girdiğinin de farkındaydık.
saat 10.45 - zirvedeyiz

kampımızın karşısındaki bayırı çıktığımız zaman asıl platoyu gördük. gerçekten gözden kaçacak gibi değilmiş. bizim takip ettiğimiz patika platonun içinden gitmiyor, zirve tarafında bulunan yamacı keserek yükseliyordu. çığ konusundaki bilgilerim bana, yaklaşık 25-30 derece eğimli bu yamacın yüksek çığ tehlikesi içerdiğini söylüyordu ve bu durum beni oldukça endişelendiriyordu. üstüne üstlük de dağcı patikası kar tabakalarını kesmişti. buna karşın sert karın tutunacağını ummak zorundaydık, zira patikayı bırakıp risksiz diye platonun içinden gitmemiz imkansızdı. daha alçak bir irtifada olsak hızlı ilerleyerek riski azaltmaya çalışırdık, ancak bunu yapmamız da mümkün olmuyordu. hatta bu bölümdeki en yavaş ekip bizdik. hem yavaş ilerliyor, hem de sık sık durup dinleniyorduk.
zirveden boyuna inmiş dağcılar

tırmanışa başladığımız kiliseden platoda kamp attığımız noktaya kadar hemen hemen her bir saatlik yürüyüşte yaklaşık olarak 300 metre kadar yükselmiştik. bu hızı koruyabilsek bile saatimdeki altimetreye göre bulunduğumuz yerden zirveye en az beş saatlik yolumuz olmalıydı ve bu hesaplama beni bugün zirve yapma konusunda umutsuzluğa sürüklüyordu.

neredeyse iki gündür hiçbir şey yememiş bir halde, dura kalka, zirveye doğru umutsuzca adımlar atarken zirveyi yapmış, geri dönen ilk ekip yanımıza geldi ve selamlaştık. zirveden gelen bu ikili, bizimle aynı yere kamp atan, sempatik çek ekibinin arkadaşlarıymış. zirveye ne kadarlık yolumuz kaldığını sorduk, “en çok iki saatte varırsınız” yanıtını verdiler. bu süre bana inandırıcı gelmemişti, saatimdeki altimetreden yüksekliği gösterdim ve kendimizi kötü hissettiğimiz için yavaş tırmandığımızdan bahisle kesin daha uzun süreceğini söyledim. bize saatin yüksekliği yanlış gösterdiğini ve birazdan zirve kütlesini göreceğimizi söylediler. meltem’le birbirimize inanamaz gözlerle baktık, söyledikleri doğruysa bugün zirve yapabilirdik.
platodaki kampa dönüş

çekler’le vedalaştıktan sonra yaptığım hesaplamaları kafamda evirip çevirmeye başladım. dağ evinden yola çıkan ekipler zirveyi yaklaşık 8 ilâ 10 saat arasında bir sürede yapıyorlardı. okuduğumuz tüm raporlar bu yöndeydi (çekler ise yaklaşık altı buçuk saatte zirve yaptıklarını söylüyorlardı). biz önceki gün yaklaşık 4 saat yürümüş ve kamp atmıştık. o halde kamptan zirveye kadar daha 4 ilâ 6 saatlik bir yolumuz olmalıydı. platodan çıkmaya başlayan ekipler de yaklaşık 4 saatte zirve yaptıklarını söylemişlerdi ama biz platoda değil yaklaşık bir saatlik yürüyüş mesafesi kadar aşağısında kamp atmıştık. bir de kendimizi kötü hissettiğimizden yavaş tırmanıyorduk yani yaklaşık 5 ilâ 6 saatlik bir sürede kamptan zirveye varmalıydık. buna karşılık bize verilen bilgiye göre, yavaş tırmanıyor olmamıza karşın kamptan zirveye en çok 4 saatte ulaşmış olacaktık. ya düşündüğümüzden daha iyi tırmanıyorduk, ya da bir hesaplama hatası yapıyorduk?!

öyle ya da böyle çekler’den aldığımız bilgi ikimizin de moralini ve motivasyonunu çok yükseltmişti. hatta çok abartmış olmayayım ama güler yüzlü ve sıcak kanlı çek ekibi ile karşılaşmamız zirve gününün dönüm noktası oldu diyebilirim. bu noktadan sonra kendimizi bulduk. hızımız arttı, molalarımız azaldı. diğer ekipler yine de bizden hızlı tırmanıyor, yanımızdan geçip gidiyorlardı. ama biz de tempomuzu onları gözden kaybetmeyeceğimiz bir seviyeye yükseltmiştik.

...ve en sonunda adım adım yükselerek zirve kütlesinin alt tarafındaki boyuna ulaştık. çekler’in tahmini tutmuş; buraya ulaşmamız kamptan yaklaşık 4 saat, onlarla karşılaşmamızdan sonra da yaklaşık 1 saat 45 dakika kadar sürmüştü. artık zirveyi yapabileceğimizi biliyorduk. burada yaklaşık 15 dakika kadar dinlendikten sonra çantalarımızı bırakıp bu tırmanışta ilk defa ipe girdik. önde ben, arkada meltem zigzaglar çizerek, tüm tırmanışın en dik bölümünü adımlamaya başladık. her adımımı çok dikkatli atıyordum çünkü bu dik etapta kayarsam meltem’i de birlikte sürükleyeceğimi çok iyi biliyordum. yine de altımızda kayaların olduğu yerleri hariç tutarsak, dik olmasına karşın burası bile göreceli olarak güvenli idi. zira hava iyice ısınmış olmasına karşın kar çok yumuşamamıştı. koşullar tırmanış için çok elverişliydi.

yavaş yavaş, büyük bir dikkatle son metreleri de tırmandık ve saat 10.45’te biz de zirveye ulaşmayı başardık. günün zirve yapan son ekibi olmuştuk. diğer ekipler inişe geçmişlerdi bile.

zirveye ulaştığımızda içimde, yarım kalmış önemli bir işimi tamamlamışım gibi bir his vardı. üstüne üstlük bu tırmanışı baştan sona kendim planlamış, tırmanışın teknik sorumluluğunu ve rehberliğini de kendim yapmıştım. aylar süren hazırlıkların, harcanmış onca emek ve paranın boşa gitmemiş olmasına çok seviniyordum. balayımızda yapmayı düşlediğimiz bir şeyi sonradan da olsa tamamlamış olmak çok iyi hissettirmişti.

başarımızı 3 – 5 dakika karların üzerinde yatarak kutladık. zaten ayağa kalkacak halim de kalmamıştı. meltem bile benden daha iyi durumdaydı. zar zor birkaç fotoğraf aldım, kısa bir video çektim. zirve defterini arayacak kadar bile gücüm ve hevesim kalmamıştı. tek düşündüğüm zirve kütlesinden salimen inmekti. çünkü iniş de kolay olmayacaktı.

2006 senesinin temmuz ayında erciyes kuzey klasikten iniş yaparken dikkatsizlik yüzünden bayır aşağı yaklaşık 200 metre kadar kaymış; bildiğim tüm kazma tekniklerini kullanmama karşın karın yumuşak olması yüzünden durmayı başaramamıştım. kazma ile durma tekniklerine güvenimin kaybolmasına neden olan bu düşüşü ciddi yaralar almadan atlatmış olmama karşın iniş sırasında çok dikkatli olmam gerektiğine dair önemli bir ders çıkarmıştım. işte bu ders bana burada yardımcı olacaktı. düşmemeliydim. büyük bir dikkatle, adım adım ve geniş zigzaglar çizerek, ip birliğinde inişe geçtik. zirvenin altındaki boyunda dağ evindeki oda arkadaşlarımız georg ile mike bizim tehlikeli bölümü geçmemizi bekliyorlardı. raporlar inişte emniyet almak gerekebileceğini söylüyor olmasına karşın biz sabit emniyet almadan, özenle izler açarak, adım adım indik. bununla birlikte kayaların üzerinde bırakılmış perlon ve sikkeler de görmedik değil.

sonunda çantalarımıza ulaştık ve ipten çıkıp ipi çantaya kaldırdık. yine bir 10 dakika kadar dinlenip inişe geçtik. georg ve mike dahil tüm ekipler artık gözden kaybolmuştu.

müthiş bir sıcak altında yavaş yavaş indik. güneş çanak biçimdeki platonun her tarafından yansıyor ve bizi yakıyordu. iyice kremlenmiş olmamıza karşın kavruluyorduk. önceki gün güneş gözlüğü takmamış dağcıların kar körü olduklarına tanık olmuştuk. aynı şeyin bize olması durumumuzu çok zorlaştırırdı. zaten neredeyse iki gündür salatalık hariç birşey yemediğimizden iyice güçten düşmüştük. kar da artık iyice yumuşamıştı ve kramponların altında toplanıyordu.

bunları düşüne düşüne, yavaş bir tempo ile yaklaşık iki saatte yeniden çadırımıza ulaştık. kampta tek bizim çadırımız kalmıştı. hava aşağılarda bozmuştu ve stepansminda tarafından ciddi miktarda bulut yavaş yavaş yukarı doğru geliyordu. karın yumuşamış olması ve batonları da tırmanış için yanımıza almış olmamız nedeniyle çadırımız neredeyse tamamen sökülmüştü. neyse ki henüz rüzgar yoktu, bu sayede çadırımız içindeki malzemelerle birlikte uçup gitmemişti. bayırı indikten sonraki son metrelerde kara bacak boyu bata çıka epey yoruldum ve son metreleri neredeyse sürünerek geçtim. tüm yorgunluğuna karşın meltem, son bir gayretle benden 10 dakika önce çadıra varıp dinlenmeye çekildi. ben de varır varmaz aynısını yaptım. çadıra vardığımda saat 12.45 olmuştu ve çadırın içinde öğlen sıcağı vardı.
meltem zirvede

platoda kamp atmış olmanın belki de en iyi yanı, zirve dönüşü dağ evine kadar inmek zorunda olmamamızdı. istersek bir gece daha burada kalıp dinlenebilir ve ertesi gün dağ evine inebilirdik. çadıra vardığımızda bu konuyu konuştuk, benim kampı toplayıp aşağı inecek gücüm yoktu. dinlenmeye karar verdik ve öğlen sıcağı nedeniyle çadırın kapısını sonuna kadar açıp üç saat kadar bölük pörçük uyuduk. açıkta kaldığı için güneşten yanmış yerlerimiz sızım sızım sızlıyordu ve gerilmeye başlamıştı.

kendimi biraz olsun toparlayınca çadırı sabitlemek için dışarı çıktım. hava tamamen kapamıştı ve sağda solda şimşekler çakıyordu. çadırın bütün kazıkları atmıştı. o anda çadırı toplamak, sabitlemekten daha kolay göründü gözüme. fırtınalı bir havada, aç bir biçimde, bir gece daha rüzgara son derece açık bu platoda kalmak istemiyordum. meltem, zaten çadıra ilk geldiğimiz andan beri aşağıya inmeyi istiyordu. bu koşullar altında çadırı ve çantalarımızı toplayıp saat 16.45’te aşağı, dağ evine doğru inmeye başladık.
benim zirvedeki halim

zirveye giderken kayalara yakın bir yolu izleyen patika dönüşte çatlaklar arasından güvenli bir hattı takip ediyordu. aksi olsa öğlen güneşiyle gevşemiş olan kayalar ciddi risk oluştururdu. buna karşılık biz görece şanslıydık. çünkü hava tamamen kapalıydı ve serindi. taşlar yine düşüyordu ama büyük bir risk oluşturmuyorlardı. inişte krampon takmadık ve ipe de girmedik, bu yüzden iki katı dikkatle hareket ediyor, yorulunca mola veriyorduk.

sonunda tehlikeli yerleri geçip önce haçlara sonra da saat 19.30 sıralarında dağ evine ulaştık. zirveden dönen sloven bir dağcının ranzasının üst katına yerleşip mutfağa geçtik. yeniden dağ evine kadar inmiş olmanın iştahımı yerine getireceğini ummuştum ama pek öyle olmadı. birer tane daha salatalık yiyip bolca sıvı aldıktan sonra sızıp kaldık.


zirve videosu:
iniş sırasında kaya düşen yerlerde çekilmiş bir video:

22 Ağustos 2012 Çarşamba

gürcistan – 4 / bethlemi hut - plato

bethlemi hut

tırmanışı planlarken epey kararsız kaldım. sürekli plan yapıyor, değiştiriyor, farklı seçenekler üzerinde çalışıyor ve onları da değiştiriyordum. emin olduğum tek şey birinci denemede zirveye ulaşamazsak bir gün dinlenip bir kez daha denemek istediğimdi.

tur şirketlerinin standart programı iki günde dağ evine ulaş, bir gün aklimatizasyon için ortsveri zirvesine çık, sonra da dağ evinden zirveyi dene biçiminde. ama biz bu programı 2007 senesinde denemiştik ve aynı hatayı yinelemek için bir neden göremiyordum. bu sefer daha hızlı ve daha hazırlıklıydık. bu yüzden ‘bir günde dağ evine ulaş, ikinci gün aklimatizasyon, üçüncü gün zirveyi dene, olmazsa bir gün dinlen yine dene’ biçiminde kafamızda bir plan yapmıştık ve tırmanışa ayırdığımız süre bunu yapmaya müsaitti.
kara haç

2007 senesinde dağda bizim dışımızda tek bir ekip vardı: estonyalılar. onlar zirve öncesi platoda kamp atmış ve bize kıyasla zirveye çok daha yakın bir noktaya kadar ulaşmışlardı. buna karşın onlar da aşırı rüzgar yüzünden zirve yapamamıştı. (2007 eylül’ünde öyle bir rüzgar vardı ki ayakta durmakta bile çok zorlanıyorduk. hiç rüzgar esmezken aniden çok şiddetli esiyor ve aniden yine kesiliyordu. tırmanışı bırakıp aşağı erken inmemizde beni bile iki kere yere yıkmayı başaran rüzgarın etkisi büyüktü.) yine de estonyalılar bize göre çok daha başarılı idiler ve bunu da platoya kamp atmış olmalarına bağlıyordum.

gelmeden önce ilk zirve denemesini dağ evinden yapıp ikinci denemeyi platoda kamp atarak yaparız diyorduk. ama dağ evinde tanıştığımız ve bizim dağ evine çıktığımız gün platoya kadar aklimatizasyon ve keşif tırmanışı yapmış olan iki fransız kardeşin anlattıkları bize bu kararımızı değiştirtti. akşam yemeği sırasında fransız kardeşler ile oda arkadaşımız, dağ rehberi georg’un rota hakkında anlattıkları tırmanışa gece karanlığında başlamama kararı almamıza neden oldu.
işte tırmanışın en tehlikeli bölümü

ekipler dağ evinden gece 02.00 gibi çıkıyor ve ekibin hızına bağlı olarak üç ilâ beş saat arasında bir sürede platoya ulaşıyorlardı. dağ evinden çıkan ekipler platoya ulaştıklarında gün ancak ışımaya başlıyor oluyordu. 2007 denememizden, karanlıkta geçilecek yerlerin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor ve buraları karanlıkta geçmeyi hiç mi hiç istemiyorduk. gelirken gösterdiğimiz göz doldurucu performans da bizi, ilk denemeyi platodan yapma konusunda cesaretlendirdi.

sabah 06.35’te kalktığımızda ben iyi bir uyku uyumuş, biraz olsun dinlenmiştim. gerçi dün akşamki keyif ve neşemden eser kalmamıştı ama kötü de sayılmazdım. meltem ise hiç de iyi bir gece geçirememişti. yatmadan önce birer aspirin almış olmamıza karşın her ikimizde de yüksekliğin etkileri görülmeye başlamıştı. buna karşın planı değiştirmedik. tırmanışın devamında ihtiyaç duymayacağımız malzemeleri dağ evinde bıraktık. toplanma işlerini halledip kahvaltımızı ettikten sonra 08.45 gibi dağ evinden kamp yükümüzle ayrıldık.

dağ evine çıkışı bir emler tırmanışı gibi hayal etmiştik. bugün ise ağrı’da 4200 kampına çıkıyormuşuz gibi olacaktı. aradaki tek fark ağrı’ya göre çok daha kuzeyde olan bu dağda bir yaz tırmanışı için epey bir kar ve buz görecek olmamızdı.

09.30 sularında beyaz haça ve bundan 15 dakika sonra da siyah haça ulaştık. bu bölümü 2007 tırmanışında iki kez geçmiştik. ama bu sefer bariz bir biçimde yol daha belirgindi. her yanda taş babalar vardı, kaybolmak neredeyse imkansızdı. 2007 tırmanışında bize rota konusunda yardımcı olan dağ evi bekçisi levani siyah haçtan sonra buzula girmemizi ve buzulun ortasından, çatlaklara dikkat ederek platoya kadar ilerlememizi söylemişti. okuduğumuz raporlar da bunu teyid ediyordu. oysa şu anda patikalar ve işaretler bizi dağa doğru götürüyordu. fransız kardeşler tırmanışın platoya kadar olan bölümünün en tehlikeli yerinin burası olduğunu söylemişti. burasını hızlı geçebilmek için siyah haçın orada beş dakika kadar dinlendik.

siyah haçtan sonraki bölümde iki büyük tehlike var: birincisi dağdan düşen taşlar. bize, saat 09.00’dan itibaren burada çok ciddi taş düşmeleri yaşandığı söylenmişti ve bizim saatimiz de 10.00’a yaklaşıyordu. rehberli turlar burayı olabildiğince erken, karanlıkta geçiyorlarmış. böylece rehberler kayalara iyice yaklaşıp müşterilerini ikinci büyük tehlike olan buzul çatlaklarından koruyorlarmış. ancak gündüz gözüyle tırmanmayı tercih etmiş olan bizler, şimdi hem taş düşmeleriyle, hem de buzul çatlaklarıyla uğraşmak zorundaydık. taşların çok risk oluşturduğu yerlerde buzul çatlaklarına, buzul çatlaklarının geçit vermediği yerlerde kayalara yaklaşarak, ama çoğunlukla gece geçenlerin izlerini takip ederek tırmanmayı sürdürdük. bir noktada bu güvenli çizgi tamamen ortadan kalktı. hem ciddi buzul çatlaklarının, hem de ciddi taş düşmesi riskinin olduğu, dar bir yere geldik. neyse ki burayı da sorunsuzca geçtik ve bugünün en tehlikeli 20 dakikası da geride kalmış oldu.
3 mevsimlik çadırımız

buradan sonra düşen taşları uzaktan, güvenli bir mesafeden seyrederek ve çok bariz bir patikayı takip ederek tırmanmayı sürdürdük. ancak molaların sayısı artmaya, süreleri uzamaya başladı. çünkü irtifa artık 4000 metreye yaklaşmıştı ve kamp yüküyle artık hızlı ilerleyemiyorduk.

bariz çatlak tehlikesine karşın ipe girmedik ve krampon da takmadık. mümkün olduğu kadar hızlı gitmek istiyorduk ve ipin yaratacağı tartışma ve sürtüşmelere de hiç ihtiyacımız yoktu. bununla birlikte çatlak riski olan yerlerde iki katı dikkatle hareket ediyor ve adımlarımızı atmadan önce mutlaka bir iki baton darbesi ile üstü kapalı çatlak olup olmadığına bakıyorduk. neyse ki ilerleyen saate karşın kar oldukça sertti ve bize güvenli ve hızlı hareket etme olanağı sağlıyordu. bu dakikadan sonra tek endişemiz platoyu bulup bulamayacağımızdı.

dağ evindeyken yukarıda birden çok plato olduğu söylenmişti. kimisi iki diyordu, kimisi üç. ama herkes birden çok plato olduğu konusunda hemfikirdi. bizim ise tek derdimiz bunlardan herhangi birisine ulaşmaktı. kaç tane olduğu önemsizdi, güvenle kamp kurabileceğimiz ilk yere konuşlanacaktık. tırmanışa başlamamızın üzerinden dört saat geçtiğinde düz bir alana ulaştık. karşımızda uzunca bir bayır vardı. yukarıdan zirve yapmış (ya da yapamamış) bir sürü ekip geliyordu. hepsi ile ayrı ayrı selamlaşıp tebrik ediyorduk. platoyu sorduğumuzda yukarısını işaret ediyorlardı. ancak biz çok yorulmuştuk ve bulunduğumuz yer de kamp kurmak için çok uygundu. zaten de ayağımızın altındaki kar artık iyice yumuşamaya başlamış ve devam etmek için elverişsiz bir hale gelmişti. daha fazla zorlayıp kendimizi tüketmek istemediğimizden 12.45 sularında kampı kurmaya başladık.

ne yazık ki kış koşullarında yapılacak bu kamp için çok hazırlıklı olduğumuz söylenemezdi. küreğimiz olmadığından çadırımızı zeminin üzerinde biraz gezinerek olduğu kadarıyla kurduk. kar kazığımız olmadığından yerine batonları ve kazmaları kullandık. onlar bile yumuşak karda zor tuttu. olduğu kadar sabitleyip kendimizi çadırın içine atıp dinlenmeye çekildik. aslında birşeyler yememiz ve içmemiz gerektiğini biliyorduk ancak ikimizin de iştahı hiç yoktu. zar zor biraz birşeyler içip yattık. uyumuyorduk ama gözlerimizi de açamıyorduk. kendimizi tüketmemiştik ama kıpırdama isteğimiz de hiç kalmamıştı.

biz bu şekilde dinlenirken yanımıza iki çadır daha geldi: gürültücü gürcü dağcılar ile çek cumhuriyeti'nden sempatik bir çift. çekler önce burasının plato olup olmadığını sordu. onlara olmadığını ve ilerisinin plato olduğunu söyledik. onlar da bayırı tırmanmaya başladılar. aslında bayırı sonuna kadar da tırmanmışlardı ancak geri dönüp kampı bizim yanımıza atmaya karar verdiler (ertesi gün bunun gerekçesini görerek anlayacaktık). 

dağ evine yükselirken kapalı ama yağışsız, beni endişelendiren ama tırmanış için güzel sayılabilecek bir hava vardı. bugün ise aşağıda, stepansminda üzerinde kaynaşan bulutlar beni çok endişelendirmişti ama biz tamamen açık ve güneşli bir havada yürüdük. akşamın ilerleyen saatlerinde rüzgar şiddetlendi. fırtınaya çevirmesinden ve bu düzlükte rüzgarın çadırımızı dövmesinden endişelendiğimiz için akşam saatlerinde çadırımızın ön tarafına gürcülerin küreği ile derme çatma bir kar duvarı yaptık. pek de işe yaramayan duvarımızı tamamlayınca yine dinlenmeye çekildik. ne yazık ki hiçbir şey yiyemiyorduk. boğazımızdan zorla geçirdiğimiz şeyler midemizde bize eziyet ediyordu. bu kadar hızlı yükselince bunun olağan olduğunu bildiğimiz için bolca sıvı alıp yattık. umudumuz sabaha kendimizi toparlamış olarak uyanmaktı.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

gürcistan – 3 / stepansminda – bethlemi hut


özellikle yoğun bir biçimde hazırlıklarla uğraştığım türkiye’deki son haftada o kadar heyecanlıydım ki sanıyorum ancak üniversite sınavı öncesi ile karşılaştırabilirim. neyse ki meltem’in istanbul’a gelişiyle biraz sakinledim. işte bu da tırmanış partnerinin yakın bir insan olmasının avantajı.

22 temmuz sabahı saat 06.00’da diana’nın ev pansiyonunda uyandığımızda da hafif bir heyecan vardı üzerimde. bu dakikadan sonra her adım zirveye ulaşmak için...

07.10’da yılmaz bizi aldı ve kahvaltı için işçi yemekhanesine götürdü. saat 08.00’e kadar birlikte kahvaltı ettik, sonra oradakiler ile helalleşip yola düştük.
meltem günün tek molasında

önce çantalarımızı atlara yükledik. hızlı ve hatasız bir yürüyüşe ihtiyacımız olduğundan at efendisini takip ederek dağ evine kadar gitmeyi umuyorduk. ancak at efendisi, at sırtında yolculuk ettiğinden ve atlar da bize göre daha tempolu yürüyor olduğundan birlikte yürümek mümkün olmayacaktı. at efendisi ile buzul dilinin orada buluşmak üzere sözleşip kamyonet ile kilisenin oraya çıktık. 2007 yılında, yaklaşık 1600 metre yükseklikteki köyden 2170 metre yükseklikteki kiliseye kadar olan etabı da yaklaşık 1 saat 45 dakikada yürümüştük. ama bu sefer hızlı olmalıydık, zira yolumuz uzun.

önceki gecenin huysuzluğu, gökyüzüne hala hâkimdi. denemeyi ertelemeyi düşündürtecek kadar sıkıntılı bir hava vardı ama programı bozmayı da hiç istemiyorduk. saat 08.45’te tsminda sameba kilisesi’nin oradan içinde yalnızca su, yiyecek ve fotoğraf makinesi bulunan çantalar ile yürümeye başladık.

bir pazar sabahı olması ve buranın en iyi mevsimi olması nedeniyle patikalar insanın kaybolamayacağı kadar kalabalıktı. gerçi biz patikanın girişini pek tercih edilmeyen, biraz farklı bir yoldan yapmışız ama yolu doğrultmamız çok zor olmadı.
meltem buzulun üzerinde (arkada başka bir ekip)

tırmanış sırasında heyecanımı biraz olsun bastırmak ve yurt dışında tırmanış yapıyor olmanın baskısını üzerimden atabilmek için türkiye’de bir zirveyi deniyormuşum gibi kendimi kandırmaya çalıştım. “çıkışın kiliseden dağ evine kadar olan bölümü türkiye’de hangi tırmanış ile benziyor olabilir?” diye düşündüm ve yürüdüğümüz yerlerde patika bulunması, zorluğun benzer olması ve yüksekliklerin birbirine çok yakın olması nedeniyle bunun bir “emler tırmanışı” olduğuna kanaat getirdim. (dağ evinin yüksekliği 3653 m, emler’inki 3724 m.) bu nedenle yol boyunca hiç dağcılık yapmamış insanların bile emler’i çok rahatlıkla bir günde çıkıp sokullupınar’a dönebildiklerini, son antrenman tırmanışında emler’i kolayca çıkmış olduğumuzu sürekli kendime telkin ederek moralimi yüksek tutmaya çalıştım.
dev bir buzul çatlağı

saat 10.45 olduğunda yaklaşık 3150 metre yüksekliğindeki "sabertse geçidi"ne ulaştık (“bu emler tırmanışı olsaydı burası ‘kapı’ olurdu” diye meltem’le gülüştük). at efendisi, biz burada turistler ile laflarken, bizi yakaladı. ama o dinlenirken biz yokuş aşağı, dereye doğru yollandık çünkü önümüzde bugünün en zorlu bölümü vardı: dere geçişi. buzulun erimesiyle oluşan bu derenin suyu çok soğuk ve dere yüksek bir debi ile akıyor. bu yüzden suya girmeden taşların üzerinden sekerek geçmek gerekiyor. saat 11.30 sularında, dereyi geçmeye çalışan diğer dağcılar ile de yardımlaşarak ve aslında çok da zorlanmadan dereyi geçtik. ama birkaç saat sonra gelecek olanların bizim kadar kolay geçemeyeceğini de 2007 tırmanışından biliyorduk. 2007 tırmanışında ilk günün sonunda burada, dere kenarında kamp atmıştık. burada temiz su kaynağı olduğundan, bu sefer de ilk molamızı burada verdik. biz dinlenirken atının üzerinde dereyi hiç zorlanmadan geçen at efendisi buzul dilinin orada buluşmak üzere yanımızdan geçip yoluna devam etti. biz de 10 dakikalık molanın ardından yine patikaları takip ederek yarım saatlik bir yürüyüşle buzul diline ulaştık (bu bir emler tırmanışı olsaydı buzul dili “çelikbuyduran” olacaktı).
bethlemi hut dağ evi

at efendisi buzul dilinin orada bizi bekliyordu. 2007 senesinde olduğu gibi bu sefer de buzulun üzerinden giden rotayı takip etmeye karar verdik. zira at efendisi de öyle yapacaktı. bize, el kol hareketleri ile, dağ evinin hizasına kadar buzulun ortasından yürümemiz gerektiğini ve tam dağ evinin hizasına geldiğimizde dağ evine doğru dönüp dik bir biçimde buzuldan çıkmamız gerektiğini anlatıp kendisi yola düştü. meltem yürüyüş ayakkabılarının yerine dağ ayakkabılarını giyince zaman kaybetmeden biz de buzulun üzerine çıktık. 2007 senesinde buzula girmeden krampon bağlamış ve ipe girmiştik ama bu sefer hızlı olmak için bunu yapmadık, buraya kadar nasıl geldiysek aynen öyle, elde baton devam ettik.
ranza

saat 13.40 civarlarında buzulun en tehlikeli bölümü olan ve dev buzul çatlaklarının olduğu son bölümü de bir buz köprüsünün üzerinden geçip ayağımızı yeniden kayaya bastık. bir arkadaşımız bu bölümdeki çatlakları “içine otobüs düşebilecek büyüklükte” diye tanımlamıştı, abartıyor demiştik. 2007 yılında abartmıyor olduğunu gördüğümüzden beri burası tırmanışın ilk gününün en çok korktuğum bölümüydü. burayı da sorunsuz geçince dağ evine ulaşmak için geriye yalnızca seksen metrelik dik bir patika kalmıştı ve hiç zaman kaybetmeden burayı da çıkıp 14.25’te 3653 metre yükseklikteki bethlemi hut dağ evine ulaştık.

düşündüğümüzün aksine dağcılar genellikle, çadır başına 10 Lari karşılığında dağ evinin dışında kalmayı tercih etmişlerdi. bu sayede dağ evinde kolayca kişi başı 20 Lari’ye iki kişilik yer bulduk (2007 yılında kişi başı 15 Lari ödemiştik ama sezon sonu olduğu için ve türk olduğumuzdan bize indirim yapmışlardı). gürcü rehber georg ve alman müşterisi mike’ın üst katına yerleştik ve hemen yemek işlerine giriştik. 2007 yılından beri dağ evinin odaları hiç değişmemişti. bununla birlikte mutfak biraz daha düzeltilmiş, mutfağa su getirilmiş ve dağ evinin dışına da tuvalet barakası inşa edilmişti. 
dağ evinden buzulun yürüdüğümüz bölümünün görünümü

günün kalanını dinlenerek, yemek yiyerek ve hazırlık yaparak geçirdik. günün kalanında o kadar mutluydum ki... buraya kadar olan bölümdeki performansımız benim açımdan çok sevindiriciydi. akşam resmen içim içime sığmıyor, çocuklar gibi neşe ile gülüp eğleniyordum. emler’in zirvesine sokullu’dan yüksüz olarak çıkmak ne kadar sevindirici olabilir ki diyeceksiniz, ama 2007 senesinde dağ evine çıkasıya kadar bile ne kadar zorlandığımı, dağ evine ulaşasıya kadar bile ne çok zaman ve efor harcadığımı çok net hatırlıyordum. yapmış olduğum onca antrenmanın boşa gitmemiş olmasına seviniyor ve zirve için de umutlanıyordum. 8 saat olarak hesapladığım tırmanışı 5 saat 40 dakikada bitirmiş, bolca dinlenme zamanı kazanmıştık. özellikle de meltem’in, tek bir tırmanış hariç neredeyse hiç antrenman yapmamış olmasına karşın hiç zorlanmadan ve benimle aynı tempoda dağ evine kadar gelmiş olması inanılmaz geliyor, beni çok mutlu ediyordu. ama sonuçta (buzul geçişini saymazsak) emler zirve’ye ulaşacak kadar tırmanmıştık. daha önümüzde ağrı zirveye kadar yükselmemizi gerektirecek bir tırmanış vardı.

tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp 21.10’da yattık. 2007 eylül’ünde geldiğimizde hava çok soğuk olduğundan jeneratör çalışmamış, kafa lambaları ve mum ile idare etmiştik. bu sefer hava kararınca elektrikler yandı ve gece 22.00’ye kadar da yanmaya devam etti. (gece 02.00 ile 04.00 arasında da zirveyi deneyeceklerin hazırlanması için yine jeneratör çalıştırıldı.)