adadaki ilk günümüzde farklı bir koya gitmeye karar verdik. ilk seçtiğimiz koy adanın öbür ucundaydı. bize daha yakın olan aliki koyuna gitmeye karar verdik.
aliki çok kalabalık bir koydu. bunda küçücük olmasının da etkisi vardı. yan yana dört restoranın sığabileceği kadar bir koydan bahsediyoruz. hemen herkesin Türk olduğunu söylememe gerek yok herhalde.
bir yunan adasında ilk defa şemsiye ve şezlong için bizden para istediler. kişi 5 EURO ödedik.
kumsal küçük ve denizin ilk bölümleri taşlık. ama sonrası muhteşem, turkuaz bir deniz. zaten az açıkta demirlemiş yatlardan burasının ne kadar ünlü olduğu hemen anlaşılıyor. kumsal genel rüzgarın tersi yönde olduğundan deniz düzgündü. elif bütün gün sudan neredeyse hiç çıkmadı. arada bizim zorlamamızla...
yemek ve içki işini koala cafe'de hallettik. ama ilk defa pek memnun kalmadık. ev yemeği bulamadığımız için olacak. diğer restoranları da deneme fırsatımız olmadı. güneş yakıcı olduğundan akşam yemeği saatine doğru otele dönmeye karar verdik.
buraya gelenlerin görmesi gereken bir yer olduğu kesin. ama kafa dinleme yeri olmadığı da kesin... aliki'yi kalmak için seçecekseniz hareket ve eğlence arıyor olmalısınız...
söylemeyi unuttum. adadaki her ev aynı zamanda pansiyon olarak işletiliyor. o yüzden önceden ayarlamasak bile -sanıyorum- kalma sıkıntısı olmazdı. çok lüks otellerin yanı sıra bir sürü apart otel, pansiyon, üç yıldız otel vb. var. biz çocuklarla riske giremezdik. ama değişik koylarda kalmak isteyenler için ideal...
5 Temmuz 2016 Salı
thassos - 2
otelimizin kahvaltısı da odası kadar güzeldi. ama otelde en sevdiğim şey odaların üst üste olmaması, çocukların koşup oynayabileceği güvenli yeşil alan olmasıydı.
thassos ile ilgili yazılarda keramoti'den hiç bahsedilmemesi büyük haksızlık. keramoti de muhteşem bir yer. görsel olarak baktığınızda biraz iztuzu kumsalı'nı andırıyor. kumluk bir burun. ortada oteller ve restoranlar dizilmiş. her iki yandan da denize girilebiliyor. ama insanlar çoğunlukla limanın olmadığı, thassos adasının olduğu tarafta giriyordu.
keramoti'ye tatile gelip thassos'a da bir iki günlüğüne geçsek olurmuş. ayvalık'a tatile gelip midilli'ye geçmek gibi olurdu. bir dahaki seferde böyle yapacağız.
kahvaltı sonrası biraz dinlendik. sınırı geçmek bizi epey yormuştu. thassos'ta ayarladığımız otelin girişi saat 14.00 olduğu için de acele etmedik ve 11.45 vapuruna bindik.
hemen her yarım saatte bir vapur var. ada da yakın zaten. keramoti'den görüş mesafesinde. vapur yolculuğu yaklaşık 45 dakika sürdü. 25 EURO araç için ve 3 EURO da insanlar için aldılar. vapur oldukça büyüktü. vapur tam vaktinde kalkmadı. bir süre dolmasını bekledik. biz de arabanın içinde geç kalmayalım diye boş yere panik olduk.
meltem'in internetten rastgele seçtiği diamond otel (üç yıldız) limenaria'daymış. yani adanın en güneyinde. oysa meltem limanın olduğu limenas'taki bir oteli ayarladığını düşünüyormuş. limanda vapurda indikten sonra limenaria tabelası 43 km. gösterdi. adanın tek yolu, adayı çepeçevre sahilden dolanıyor. bütün yerleşim yerleri de bu yol üzerinde zaten. yaklaşık bir saatlik yolculuğun sonunda otelimizi bulduk.
yolculuğun ilk günü yorgunluğun verdiği şansla bulduğumuz muhteşem katerina otelinden sonra gerçekten üç yıldız oteli olan diamond bir miktar hayal kırıklığı oldu. deniz kenarında olmadığı gibi ekstra lüksleri de epey az... ama moralimizi bozmadık. en azından temiz. zaten buraya otele gelmedik. denize ve deniz mahsüllerine geldik...
yerleştikten sonra limenaria kumsalına inip yemek yedik. yunan halk müziği çalan, yunan yemekleri yapan restoranımız makul fiyatlıydı aynı zamanda. yemekler de her yerde olduğu gibi muhteşemdi. bu tatilin ilk kalamarını yemesek olmayacaktı...
limenaria'nın kumsalı iri taneli kum ve küçük taş karışımıydı. güzeldi. öğlen ve akşam yemeklerini de restoranda yiyip yorgun bedenlerimizi yatağa zor attık.
thassos ile ilgili yazılarda keramoti'den hiç bahsedilmemesi büyük haksızlık. keramoti de muhteşem bir yer. görsel olarak baktığınızda biraz iztuzu kumsalı'nı andırıyor. kumluk bir burun. ortada oteller ve restoranlar dizilmiş. her iki yandan da denize girilebiliyor. ama insanlar çoğunlukla limanın olmadığı, thassos adasının olduğu tarafta giriyordu.
keramoti'ye tatile gelip thassos'a da bir iki günlüğüne geçsek olurmuş. ayvalık'a tatile gelip midilli'ye geçmek gibi olurdu. bir dahaki seferde böyle yapacağız.
kahvaltı sonrası biraz dinlendik. sınırı geçmek bizi epey yormuştu. thassos'ta ayarladığımız otelin girişi saat 14.00 olduğu için de acele etmedik ve 11.45 vapuruna bindik.
hemen her yarım saatte bir vapur var. ada da yakın zaten. keramoti'den görüş mesafesinde. vapur yolculuğu yaklaşık 45 dakika sürdü. 25 EURO araç için ve 3 EURO da insanlar için aldılar. vapur oldukça büyüktü. vapur tam vaktinde kalkmadı. bir süre dolmasını bekledik. biz de arabanın içinde geç kalmayalım diye boş yere panik olduk.
meltem'in internetten rastgele seçtiği diamond otel (üç yıldız) limenaria'daymış. yani adanın en güneyinde. oysa meltem limanın olduğu limenas'taki bir oteli ayarladığını düşünüyormuş. limanda vapurda indikten sonra limenaria tabelası 43 km. gösterdi. adanın tek yolu, adayı çepeçevre sahilden dolanıyor. bütün yerleşim yerleri de bu yol üzerinde zaten. yaklaşık bir saatlik yolculuğun sonunda otelimizi bulduk.
yolculuğun ilk günü yorgunluğun verdiği şansla bulduğumuz muhteşem katerina otelinden sonra gerçekten üç yıldız oteli olan diamond bir miktar hayal kırıklığı oldu. deniz kenarında olmadığı gibi ekstra lüksleri de epey az... ama moralimizi bozmadık. en azından temiz. zaten buraya otele gelmedik. denize ve deniz mahsüllerine geldik...
yerleştikten sonra limenaria kumsalına inip yemek yedik. yunan halk müziği çalan, yunan yemekleri yapan restoranımız makul fiyatlıydı aynı zamanda. yemekler de her yerde olduğu gibi muhteşemdi. bu tatilin ilk kalamarını yemesek olmayacaktı...
limenaria'nın kumsalı iri taneli kum ve küçük taş karışımıydı. güzeldi. öğlen ve akşam yemeklerini de restoranda yiyip yorgun bedenlerimizi yatağa zor attık.
Thassos - 1
"erken kalkmaya gerek yok. uyanınca yola çıkarız" dediğim an ne kadar büyük bir hata yaptığımın farkında değildim. bizim evde normal kalkış saati 06.30'dur. bu saatte herkes ayaktadır. daha erken kalkmaya gerek var mı? varmış işte arkadaş...
evden 07.30'da çıktık. tekirdağ köftecilerinde verdiğimiz yaklaşık 45 dakika mola da dahil üç buçuk saatte sınıra vardık. ama sınırın yunan tarafında sistem çok ağır işliyormuş. sıra bekleyen tırları gördüğümüzde ipsala sınır kapısına daha yaklaşık 10 km. vardı. araba kuyruğuna girdiğimizde ise daha sınıra 3-3,5 km. kadar vardı.
yunan gümrüğünü geçip yeniden boş yolları gördüğümüzde aradan tam 8 (yazıyla sekiz) saat geçmişti. çocuklar olmasa buraya motorlarla gelirdik. o zaman da hiç sıra beklemeden geçerdik. ne bilelim... bloglardaki yazılarda 10 dakikada geçtikleri yazıyordu. çocuklar asıl eziyet çekti 40 derece sıcakta.
neyse ki sonrasında yollar bomboştu. yunanistan'da hız limiti 130 km imiş. hız sınırını geçmeyecek en yüksek hızla keramoti'ye geldik. buraya gelmek isteyenler yol tabelalarında kavala'yı görene kadar hiçbir yere dönmeden gelecekler. keramoti kavala'dan önceki son çıkışlardan. keramoti kavşağına kadar bölünmüş yol olduğundan yaklaşık 2 saatte buraya geldik. neyse ki çocuklar bu bölümde uyudular.
keramoti'ye vardığımızda güneş batmak üzereydi. burada otel ayarlamamıştık. ama çok şanslıydık. hotel katerina adında bir yerde bize göre bir oda bulduk. iki yatak odası, salonu, mutfağı, iki banyosu olan ve neredeyse tüm odalarda televizyon olan bir odaya (kahvaltı dahil) 80 EURO ödedik. kesinlikle muhteşemdi.
akşam yemeğini de otelin hemen yanındaki akropolis grill adlı tavernada yedik. uyku saatimiz çoktan geldiği için hafif bir yemek yedik. dolma, tavuk, yunan salatası ve cacıki. içeceklerle birlikte 32 EURO hesap ödedik. makul sayılır. ancak diğer masalara giden ahtapot, kalamar vb. deniz ürünlerinde de fena halde gözüm kaldı.
evden 07.30'da çıktık. tekirdağ köftecilerinde verdiğimiz yaklaşık 45 dakika mola da dahil üç buçuk saatte sınıra vardık. ama sınırın yunan tarafında sistem çok ağır işliyormuş. sıra bekleyen tırları gördüğümüzde ipsala sınır kapısına daha yaklaşık 10 km. vardı. araba kuyruğuna girdiğimizde ise daha sınıra 3-3,5 km. kadar vardı.
yunan gümrüğünü geçip yeniden boş yolları gördüğümüzde aradan tam 8 (yazıyla sekiz) saat geçmişti. çocuklar olmasa buraya motorlarla gelirdik. o zaman da hiç sıra beklemeden geçerdik. ne bilelim... bloglardaki yazılarda 10 dakikada geçtikleri yazıyordu. çocuklar asıl eziyet çekti 40 derece sıcakta.
neyse ki sonrasında yollar bomboştu. yunanistan'da hız limiti 130 km imiş. hız sınırını geçmeyecek en yüksek hızla keramoti'ye geldik. buraya gelmek isteyenler yol tabelalarında kavala'yı görene kadar hiçbir yere dönmeden gelecekler. keramoti kavala'dan önceki son çıkışlardan. keramoti kavşağına kadar bölünmüş yol olduğundan yaklaşık 2 saatte buraya geldik. neyse ki çocuklar bu bölümde uyudular.
keramoti'ye vardığımızda güneş batmak üzereydi. burada otel ayarlamamıştık. ama çok şanslıydık. hotel katerina adında bir yerde bize göre bir oda bulduk. iki yatak odası, salonu, mutfağı, iki banyosu olan ve neredeyse tüm odalarda televizyon olan bir odaya (kahvaltı dahil) 80 EURO ödedik. kesinlikle muhteşemdi.
akşam yemeğini de otelin hemen yanındaki akropolis grill adlı tavernada yedik. uyku saatimiz çoktan geldiği için hafif bir yemek yedik. dolma, tavuk, yunan salatası ve cacıki. içeceklerle birlikte 32 EURO hesap ödedik. makul sayılır. ancak diğer masalara giden ahtapot, kalamar vb. deniz ürünlerinde de fena halde gözüm kaldı.
11 Eylül 2012 Salı
gürcistan – 6 / bethlemi hut – stepansminda – tbilisi - istanbul
iniş |
sabah 05.30’da uyanmış olmamıza karşın 06.30’a kadar ikimiz de yataktan
çıkamadık. dağ evine inmek iyi gelmiş gibiydi ama iştahım yerine gelmemişti.
yine de ağzımıza kahvaltı niyetine zorla tıktığımız şeylerin midemizi bulandırmamasına
seviniyorduk. köye indiğimizde tad alma duyumuzun geri döneceğini umarak hazırlıklarımızı
tamamladık. artık gereksiz duruma düşmüş bir yığın yiyeceği ve tam dolu bir yakıt
tüpünü dağ evinin mutfağında bıraktık. dağ evinin parasını ödedik ve 08.40
civarında inişe geçtik.
buzulu hızlı geçebilmek için yine ipe girmedik. başta krampon da
bağlamamıştık ama indikçe eğimi artan buzulda meltem kendisini rahat
hissetmediğinden buzulun üzerine çıktıktan bir süre sonra kramponları bağlamaya
karar verdik, iyi de oldu. cam gibi buzu hızlıca ve sorunsuz bir biçimde geçip
yeniden toprağa bastık.
buzul dili |
2007 tırmanışının dönüşünde, en çok zorlandığımız bölüm dere geçişi olmuştu.
dereyi geçmek için neredeyse iki buçuk saat debelenmiştik. dere boyunca yukarı
çıkmış, aşağı inmiş bir türlü bir geçit bulamamıştık. suyun debisi sıcak güneşin etkisi ile
çok hızlanmıştı, çamur içinde ve buz gibi akıyor içine girip geçmemize izin
vermiyordu. külçe gibi ağır, dev sırt çantalarımız ile kayalardan zıplayarak da
geçemiyorduk. en sonunda ben bir kayadan sıçrayıp suyun içine düşmek suretiyle
karşıya geçmeyi başardım. emrah paçaları sıvayıp donmuş bir biçimde, zar zor suyun
içinden geçti. meltem’in geçmesi için ise epey bir uğraşmamız gerekti. 2007
tırmanışı dönüşünde meltem, en
sıkıntılı bölüm olarak hep dönüşteki dere geçişini anlattı. buraya gelirken de en çok dere geçişi nedeniyle
endişeleniyordu. ama bu sefer işler yolundaydı. sabahın erken saatlerinde
dereye ulaşmıştık ve tırmanışın başında dereyi geçerken kullandığımız yer diğer
tarafa geçmek için yine uygundu. önce ben kendi çantamla karşıya geçtim. sonra
dönüp meltem’in geçmesini sağladım ve en son da meltem’in çantasını sırtlanıp
geçtim. bu sefer yaklaşık yarım saatte tüm yüklerle birlikte karşı tarafa
geçmeyi başarmıştık. buradan sonrası basit bir yürüyüştü... ne yazık ki dereyi geçmeye çalışırken ayak baş parmaklarımın tırnaklarını vurmuştum ve çok canım yanıyordu.
10 dakika kadar dereyi göreceli olarak kolayca geçişimizi kutlamak için
mola verip aşağı devam ettik. sık sık durup
aşağıdan gelen dağcılar ile sohbet ediyor, deneyimlerimizi kısaca aktarıyorduk.
inişte büyük bir tesadüf eseri, mimar sinan üniversitesi dağcılık kulübü’nün
başkanı yılmaz’a da denk geldik. elbruz’da zirve yapmış ve burayı da iki günde
tırmanmayı planlamıştı. iyi aklimatize olmuş olduğunu tahmin ettiğimizden
burada da zirve yapacağından emindik. deneyimlerimizi kısaca ona da aktarıp 20
dakika kadar sohbet ettikten sonra başarılar dileyip ayrıldık.
ayaklarımın acısından ve yorgunluktan sık sık mola veriyor olmamıza karşın yine de 14.30
civarında kilisenin önündeki, kamp kurulan çayıra ulaşmayı başardık. 2007
tırmanışında kiliseden aşağı da yürümeye kalkmıştık. ama daha köye bile varmadan meltem ve
ben bir araca otostop yapmak zorunda kaldık. bu sefer, geçen sefer
gerçek bir işkenceye dönüşmüş bu bölümü yürüme niyetine hiç girmedik bile. 30
Lari ödedik ve aşağı jip ile indik. hatta jip bizi diana’nın ev pansiyonuna
kadar bıraktı.
ne yazık ki diana’nın evinde yer yoktu. bizi arkadaşı nino’nun evine
yönlendirdi. bu ev de aynı sokaktaydı ve köye de daha yakındı. üstüne üstlük de
yine banyosu evin içerisindeydi ve aynı fiyata kalacaktık. ama bizim
istediğimiz ne yıkanmak, ne de dinlenmekti. biz yemek yemek istiyorduk.
yerleşecek yeri ayarladıktan sonra yeniden meydana döndük ve raporlarda kebap
yapıldığını okuduğumuz ‘khevi’ restorana gittik. gerçekten yemekler arasında kebap
vardı ama bizim kebaplara pek benzediğini söyleyemeyeceğim. görünüşü daha çok sucuğa
benziyordu, ama tadı köfte gibiydi... iki natakhtari, bir haçapuri ve iki kebap
için 26,50 Lari ödedik. etin üzerine konan sos ve ekmek için ekstra para
alıyorlarmış, sorun etmedik. yeter ki yemek yiyebilelim ve yediğimiz şeyi
midemizde tutabilelim. ne yazık ki ağzımın tadını ve tuzunu zirvede bir
yerlerde unutmuştum. içtiğim şeyler büyük bir haz verirken yediklerim saman
gibi geliyordu (bu durum çok uzunca bir süre böyle devam etti).
kurban’a uğradık ve para bozdurduk (kurban 100 USD için bize 160 Lari
verdi. köyde genel olarak 100 USD için 150 Lari verildiğini düşünecek olursak
oldukça iyi bir değiş tokuş olmuştu.) ercan’a indiğimizi haber verdik.
geç öğlen yemeği yüzünden ‘akşam yemek yiyemem’ diye düşünüyordum ama
banyomuzu yapıp rahatladıktan sonra akşam yemeği de yedik. günü türk işçiler
ile muhabbet ve çay ile kapattık.
ertesi sabah uyandığımızda çok açtım ve iyi uyuyamamıştım. artık tek
istediğim evime, kızıma ve alışkanlıklarıma geri dönmekti. 09.55 gibi
meydan’daki shrona’s hotel’de bir kahvaltı ettik. ama dağ sonrası açlığı ile
çok yetersiz bir kahvaltıydı. (birer omlet, domates, peynir, ekmek, birer çay
ve bir türk kahvesi için 28 Lari ödedik.) yemek dişimizin kovuğuna bile
yetmemişti.
dağdan düşündüğümüzden çok daha erken inmiştik. üstüne üstlük de
gelmeden önce dağa o kadar odaklanmıştık ki indikten sonra ne yapacağımızı dair
hiçbir planımız yoktu. önce köyde biraz turladık, kazbegi dağcılık müzesine,
stepansminda tarih müzesine, el sanatları galerisine gittik. sonra yine
khevi’ye gidip ‘veal barbeque’ (mangalda pişmiş dana etini soğan ile servis
ettikleri bir yemek) yedik.
öğleden sonra kaldığımız yerde tanıştığımız khato ve jim ile rus sınırı
tarafına gittik. önce restore edilmekte olan çok eski bir kiliseyi kısaca
gezdik. sonra, birbirine 40 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan iki ayrı
çağlayanı gezdik. akşamı bilgisayar başında geçirip erkenden yattık.
kazbegi köyünde mi kalsak, tiflis’e mi dönsek karar veremiyorduk.
hiçbir planımız yoktu. kazbegi köyü’nde serin serin yatıp dinlenebilir ya da
tiflis’te görmediğimiz birkaç yere gidebilirdik. işin doğrusu ikimizin de hiç gezme hevesi
kalmamıştı. meltem serin ve ucuz kazbegi’de zaman geçirmek istiyordu. bense eve
yakınlaşmak istiyordum ve tiflis bu konuda son duraktı. biletlerimizi erkene
aldıramadığımızdan bir-iki gün de orada takılmak istiyordum.
kura nehri üzerindeki modern köprü |
27 temmuz günü kahvaltıyı nino’nun pansiyonunda yapmaya karar verdik ve
kişi başı ekstra 5 Lari karşılığında tıka basa, yiyebileceğimizden çok daha
fazla donatılmış bir kahvaltı masasına oturduk. bir gün önce shrona’s hotel’de kahvaltı
ederek ne büyük bir hata yaptığımızı bu masaya oturunca anladık. önümüze diğer
bir sürü şeyin yanı sıra dağ gibi ev yapımı patates kızartması yığmışlardı ki
sanıyorum başka hiçbir şeyi bu kadar keyifle yiyemezdik. kahvaltıdan sonra, nino’ya iki kişinin iki gece kalması ve bir sabah kahvaltı etmesi için 90 Lari
ödeyip pansiyondan ayrıldık.
iyi olup olmadığını çok merak ettiğimiz yılmaz ile dolmuş durağında
yine karşılaştık. zirveyi yapmıştı ve kara yoluyla istanbul’a dönmeyi
planlıyordu. bizim dolmuş kalkmak üzereydi ve yer kalmamıştı. yılmaz’la köy
meydanında vedalaşıp tiflis’e doğru yola düştük. kazbegi köyü’ndeyken tiflis’te
‘nest hostel’in özel odasını telefonla ayırtmıştık. didube otogarı’na gelince
bir taksiye atlayıp hostele geçtik. ancak hostel yöneticileri özel odanın
boşalmadığını söylediler. tanıdıkları hostelleri aramalarından da bir sonuç
alamayınca mecbur yatakhanede kalmaya razı olduk. çünkü dağ gibi koca
çantalarımızla bir yerden başka bir yere gitmemiz epey sorun oluyordu. ne
meltem, ne de ben daha önce hiç hostelde kalmamıştık. hostelde kalma fikri
okuduğumuz bir raporda üniversite öğrencisi arkadaşların kaldıkları hosteli önermesinden
ortaya çıkmıştı. zaten de hostelin ortamı üniversite öğrencilerinin gerçekten çok sevebileceği bir ortammış. işinde gücünde, evli barklı insanlar olan bizler hostelin olağan
sakinlerinin arasında ‘ucube’ gibi kaldık. bizi buraya getirdiği için meltem’e
çok kızmıştım. askerden beri yatakhanede kalmadığım için hiç de güzel
hatırlamadığım askerlik anılarım canlanmıştı. neyse ki hostel sakinleri asker yatakhanesi sakinlerinden ziyade gençlik
dizisinden çıkmış gibilerdi.
teleferikten tiflis manzarası |
hostelimiz şehrin merkezine çok yakındı. atının üzerinde ejderha ile
savaşan ünlü st. georg anıtının bulunduğu tavisupleba meydanı’na yürüyerek beş
dakikada varılabiliyordu. buradan da tiflis’in her yerine ulaşım mümkündü.
yerleşme işlerini halleder halletmez yemek yemeye gittik. ilk yemeğimizi
hostel’den tavisupleba meydanına giden yol üzerinde ‘black&white’ adında
bir türk restoranında yedik. (iki çorba, bir adana, bir beyti, iki ayran için
25 Lari ödedik.) sonra biraz şehri dolaştık. ‘luca polare’ adında, muhteşem
italyan dondurması yapan bir yer keşfettik ve sonraki günlerde burayı birkaç
kez daha ziyaret ettik. ama genel olarak yorgun ve bıkkındık, birşey yapmaya
hevesimiz yoktu. tek istediğimiz bir an önce türkiye’ye dönüp kızımıza
kavuşmaktı. uçuş saatimiz gelesiye kadar saatleri saydık. biraz dolaştıktan sonra
büyükçe bir karpuz alıp hostele geri döndük.
ulusal tarih müzesi'nden bir eser |
28 temmuz gürcistan’daki son günümüzdü. meltem’le bugünü tiflis’i
gezmeye ayırmıştık. hava oldukça sıcaktı. kazbegi’nin serin havasından sonra
meltem bu durumdan oldukça rahatsızdı. sabah kahvaltısını rustaveli
caddesindeki ‘entree’ adındaki fransız pastanesinde birçok yabancı turist ile
birlikte yaptık. (2 kişilik ‘continental breakfast’ [serpme kahvaltı] için 40 Lari ödedik.) saat
10.00’da pastanenin tam karşısındaki ulusal tarih müzesine geçip 11.30’a kadar
burayı gezdik. dört katlı bu yapıda türkiye’deki müzelerdeki zenginliği
bulamamış ve çok şaşırmıştık. zira gürcistan tarihi de oldukça zengin bir
tarih. ancak bunun gibi 7 müze daha varmış ve bunlar tiflis’in çeşitli
yerlerine serpiştirilmişler. hepsini gezmediğimiz için büyük konuşmuş olmak
istemem.
öğlen yemeğinde akşamdan kalan karpuzu yedikten sonra hostelde
tanıştığımız kazım ile birlikte bit pazarına ve teleferiğe gittik. tiflis son 5
yılda çok değişmiş. kumar oynanan büyük oteller yapılmış ve yapılmaya devam
ediliyordu. araçlar yenilenmiş, eski rus arabaları ortadan kaybolmuştu. her
yanda AB fonlarıyla restore edilen eski yapılar vardı, birçok yerde
restorasyonlar sürüyordu. başkanlık sarayının tam önünde, kura nehri’nin
üzerine gösterişli bir köprü yapılmıştı. köprünün ayağında da park yapımı
sürmekteydi.
sulfur hamamı |
15.45’te 2007’den beri fazla değişmemiş olan barlar sokağına gelip
yemek yedik. meltem ve ben şaşlik yedik. anladığım kadarıyla şaşlik bir pişirme
yönteminin adı. çünkü tavuk, dana ve domuz etinden şaşlik yemeği
yapabiliyorlar. yemekten sonra bir süre hostelde dinlendik ve hep birlikte
tiflis’in ünlü sülfür hamamlarından birisine gittik. güneşten kavrulmuş
suratlarımızdaki ölü deriyi kese ile atıp yeniden biraz olsun insana döndük ki
sırf bunun için bile gidilirdi.
akşamın kalan bölümünde barlar sokağında zaman öldürdük. uçuş saatimiz
geldiğinde hostelden çantalarımızı alıp kazım ile vedalaştık. çantaları uçağa
teslim ettiğimiz anda, artık tırmanışımızı bitmiş saydım. artık evimize ve kızımıza
dönüyorduk...
- SON -
plato'da yansımadan kavrulmuş suratımın hali sülfür hamamında temizlendi neyse ki... |
2 Eylül 2012 Pazar
gürcistan – 5 / plato - zirve
çığ riski içeren patika |
gece meltem 02.20 civarlarında uyanmış. ağzının tadı çok kötü olduğundan yanımızda getirdiğimiz havuçlu cezeryeden
biraz yemiş. üstüne biraz da su içmiş. lakin bunun üzerinden daha bir dakika
bile geçmeden kusmaya başlamış. ben meltem’in öğürmesine uyandım. onun çadırın
kapısından dışarı kustuğunu görünce benim de midem ciddi bir biçimde bulanmaya
başladı. ama tüm o bulantıya karşın dayanmayı başardım ve on dakika içinde
ikimiz de sakinleyip yine uyumaya devam ettik. en azından biraz olsun uyuyabiliyorduk.
akşamdan kalkış saatini 04.00 – 04.30 olarak belirlemiştik. böylece
05.00 – 05.30 gibi yola düşmeyi umuyorduk. kesin bir saat belirlememiş
olmamızın bir nedeni gecenin zor geçeceğini biliyor olmamızdı. diğer nedeni ise
aşağıdan gelen grupların kaçta çadırımızın yanına ulaşacağını kestiremiyor olmamızdı. aklım sıra aşağıdan gelen gruplar yanımızdan geçerken yola
çıkmak suretiyle zirveye kadar kaybolmadan gitmemizi sağlayacaktım.
kampımızdaki diğer çadırlar da bu planı beğendi.
meltem boyuna çıkmak üzere |
sabah 04.30’da tüm kamp uyandı. meltem de uyandı ama durumu oldukça
kötüydü. uyanır uyanmaz öğürmeye başladı. onun öğürmesi ve boş mide ile kusmaya
çalışması benim de kendimi daha kötü hissetmeme neden oluyordu. buna karşın
meltem’le birlikte tırmandığımız onca yıl, bana meltem’in kusarak aklimatize
olduğunu öğretmişti. sabah çok erken saatlerde yürümeye başladığımız birçok
tırmanışta meltem kusmuştur. ama başka birisinin kesin geri döneceği böyle bir
durum içerisinde bile meltem tırmanışa devam etmekte bir an bile tereddüt
etmemiştir. yine böyle olacağına emindim. lakin ben de öğürmeye başlayınca
kendi aramızda konuştuk ve kendimizi biraz daha iyi hissedinceye kadar beklemeye
karar verdik.
zirve kütlesi |
saat 05.15 sıralarında dağ evinden zirveye hareket etmiş ilk ekipler
yanımızdan geçmeye başladı. bundan yaklaşık 15 dakika sonra da kampımızdaki
diğer iki çadırdakiler tırmanışa başladı. onların tırmanışa
başladığı saatlerde meltem kalktı ve “beklemek yararsız, daha iyi olmayacağız.
bari zirveyi deneyelim, olmazsa çadırı toplar, aşağı ineriz” dedi. güneş karşıdan
doğmak üzereydi. yanımızdaki tüm suyu tırmanış çantalarımıza koyduk ve birer salatalık yiyip saat 06.15’te zirveye doğru yola düştük. diğer
çadırlardaki dağcılar 45 dakikadır yoldalardı ve daha ancak karşımızdaki karla
kaplı bayırı tırmanmışlardı. arkamızdan da başka ekipler geliyordu.
gökyüzü açıktı, tek bir bulut bile yoktu. hava tırmanış için çok
elverişliydi. çadırdan çıkarken kramponlarımızı bağlamış, emniyet kemerlerini
takmıştık. çünkü tırmanışın bundan sonraki bölümlerinde göreceli olarak daha
dik yerlerden geçecektik. kar gece boyunca iyice sertleşmişti. önümüzden giden
dağcıların oluşturmuş olduğu kar patikasından yükseldik. henüz ipe girmeyi
gerektirecek belirgin bir tehlike yoktu, bu yüzden ipimizi çantada taşıyarak tırmanmayı
sürdürdük. ancak bizim dışımızdaki bütün ekiplerin ipe girdiğinin de
farkındaydık.
saat 10.45 - zirvedeyiz |
kampımızın karşısındaki bayırı çıktığımız zaman asıl platoyu gördük.
gerçekten gözden kaçacak gibi değilmiş. bizim takip ettiğimiz patika platonun
içinden gitmiyor, zirve tarafında bulunan yamacı keserek yükseliyordu. çığ konusundaki
bilgilerim bana, yaklaşık 25-30 derece eğimli bu yamacın yüksek çığ tehlikesi
içerdiğini söylüyordu ve bu durum beni oldukça endişelendiriyordu. üstüne
üstlük de dağcı patikası kar tabakalarını kesmişti. buna karşın sert karın tutunacağını
ummak zorundaydık, zira patikayı bırakıp risksiz diye platonun içinden gitmemiz imkansızdı. daha alçak bir irtifada olsak hızlı ilerleyerek riski
azaltmaya çalışırdık, ancak bunu yapmamız da mümkün olmuyordu. hatta bu
bölümdeki en yavaş ekip bizdik. hem yavaş ilerliyor, hem de sık sık durup
dinleniyorduk.
zirveden boyuna inmiş dağcılar |
tırmanışa başladığımız kiliseden platoda kamp attığımız noktaya kadar hemen
hemen her bir saatlik yürüyüşte yaklaşık olarak 300 metre kadar yükselmiştik. bu hızı koruyabilsek bile saatimdeki altimetreye göre bulunduğumuz yerden zirveye en az beş saatlik yolumuz
olmalıydı ve bu hesaplama beni bugün zirve yapma konusunda umutsuzluğa
sürüklüyordu.
neredeyse iki gündür hiçbir şey yememiş bir halde, dura kalka, zirveye
doğru umutsuzca adımlar atarken zirveyi yapmış, geri dönen ilk ekip yanımıza geldi ve
selamlaştık. zirveden gelen bu ikili, bizimle aynı yere kamp atan, sempatik çek
ekibinin arkadaşlarıymış. zirveye ne kadarlık yolumuz kaldığını sorduk, “en çok
iki saatte varırsınız” yanıtını verdiler. bu süre bana inandırıcı gelmemişti,
saatimdeki altimetreden yüksekliği gösterdim ve kendimizi kötü hissettiğimiz
için yavaş tırmandığımızdan bahisle kesin daha uzun süreceğini söyledim. bize
saatin yüksekliği yanlış gösterdiğini ve birazdan zirve kütlesini göreceğimizi
söylediler. meltem’le birbirimize inanamaz gözlerle baktık, söyledikleri
doğruysa bugün zirve yapabilirdik.
platodaki kampa dönüş |
çekler’le vedalaştıktan sonra yaptığım hesaplamaları kafamda evirip
çevirmeye başladım. dağ evinden yola çıkan ekipler zirveyi yaklaşık 8 ilâ 10
saat arasında bir sürede yapıyorlardı. okuduğumuz tüm raporlar bu yöndeydi
(çekler ise yaklaşık altı buçuk saatte zirve yaptıklarını söylüyorlardı). biz
önceki gün yaklaşık 4 saat yürümüş ve kamp atmıştık. o halde kamptan zirveye kadar
daha 4 ilâ 6 saatlik bir yolumuz olmalıydı. platodan çıkmaya başlayan ekipler
de yaklaşık 4 saatte zirve yaptıklarını söylemişlerdi ama biz platoda değil
yaklaşık bir saatlik yürüyüş mesafesi kadar aşağısında kamp atmıştık. bir de
kendimizi kötü hissettiğimizden yavaş tırmanıyorduk yani yaklaşık 5 ilâ 6
saatlik bir sürede kamptan zirveye varmalıydık. buna karşılık bize verilen
bilgiye göre, yavaş tırmanıyor olmamıza karşın kamptan zirveye en çok 4 saatte ulaşmış
olacaktık. ya düşündüğümüzden daha iyi tırmanıyorduk, ya da bir hesaplama
hatası yapıyorduk?!
öyle ya da böyle çekler’den aldığımız bilgi ikimizin de moralini ve
motivasyonunu çok yükseltmişti. hatta çok abartmış olmayayım ama güler yüzlü ve
sıcak kanlı çek ekibi ile karşılaşmamız zirve gününün dönüm noktası oldu
diyebilirim. bu noktadan sonra kendimizi bulduk. hızımız arttı, molalarımız
azaldı. diğer ekipler yine de bizden hızlı tırmanıyor, yanımızdan geçip
gidiyorlardı. ama biz de tempomuzu onları gözden kaybetmeyeceğimiz bir seviyeye
yükseltmiştik.
...ve en sonunda adım adım yükselerek zirve kütlesinin alt tarafındaki
boyuna ulaştık. çekler’in tahmini tutmuş; buraya ulaşmamız kamptan yaklaşık 4
saat, onlarla karşılaşmamızdan sonra da yaklaşık 1 saat 45 dakika kadar
sürmüştü. artık zirveyi yapabileceğimizi biliyorduk. burada yaklaşık 15 dakika
kadar dinlendikten sonra çantalarımızı bırakıp bu tırmanışta ilk defa ipe
girdik. önde ben, arkada meltem zigzaglar çizerek, tüm tırmanışın en dik
bölümünü adımlamaya başladık. her adımımı çok dikkatli atıyordum çünkü bu dik
etapta kayarsam meltem’i de birlikte sürükleyeceğimi çok iyi biliyordum. yine
de altımızda kayaların olduğu yerleri hariç tutarsak, dik olmasına karşın
burası bile göreceli olarak güvenli idi. zira hava iyice ısınmış olmasına
karşın kar çok yumuşamamıştı. koşullar tırmanış için çok elverişliydi.
yavaş yavaş, büyük bir dikkatle son metreleri de tırmandık ve saat
10.45’te biz de zirveye ulaşmayı başardık. günün zirve yapan son ekibi olmuştuk.
diğer ekipler inişe geçmişlerdi bile.
zirveye ulaştığımızda içimde, yarım kalmış önemli bir işimi tamamlamışım
gibi bir his vardı. üstüne üstlük bu tırmanışı baştan sona kendim planlamış,
tırmanışın teknik sorumluluğunu ve rehberliğini de kendim yapmıştım. aylar
süren hazırlıkların, harcanmış onca emek ve paranın boşa gitmemiş olmasına çok
seviniyordum. balayımızda yapmayı düşlediğimiz bir şeyi sonradan da olsa
tamamlamış olmak çok iyi hissettirmişti.
başarımızı 3 – 5 dakika karların üzerinde yatarak kutladık. zaten ayağa
kalkacak halim de kalmamıştı. meltem bile benden daha iyi durumdaydı. zar zor
birkaç fotoğraf aldım, kısa bir video çektim. zirve defterini arayacak kadar bile
gücüm ve hevesim kalmamıştı. tek düşündüğüm zirve kütlesinden salimen inmekti.
çünkü iniş de kolay olmayacaktı.
2006 senesinin temmuz ayında erciyes kuzey klasikten iniş yaparken
dikkatsizlik yüzünden bayır aşağı yaklaşık 200 metre kadar kaymış; bildiğim tüm
kazma tekniklerini kullanmama karşın karın yumuşak olması yüzünden durmayı
başaramamıştım. kazma ile durma tekniklerine güvenimin kaybolmasına neden olan
bu düşüşü ciddi yaralar almadan atlatmış olmama karşın iniş sırasında çok
dikkatli olmam gerektiğine dair önemli bir ders çıkarmıştım. işte bu ders bana burada
yardımcı olacaktı. düşmemeliydim. büyük bir dikkatle, adım adım ve geniş
zigzaglar çizerek, ip birliğinde inişe geçtik. zirvenin altındaki boyunda dağ
evindeki oda arkadaşlarımız georg ile mike bizim tehlikeli bölümü geçmemizi
bekliyorlardı. raporlar inişte emniyet almak gerekebileceğini söylüyor olmasına
karşın biz sabit emniyet almadan, özenle izler açarak, adım adım indik. bununla
birlikte kayaların üzerinde bırakılmış perlon ve sikkeler de görmedik değil.
sonunda çantalarımıza ulaştık ve ipten çıkıp ipi çantaya kaldırdık. yine
bir 10 dakika kadar dinlenip inişe geçtik. georg ve mike dahil tüm ekipler artık
gözden kaybolmuştu.
müthiş bir sıcak altında yavaş yavaş indik. güneş çanak biçimdeki
platonun her tarafından yansıyor ve bizi yakıyordu. iyice kremlenmiş olmamıza
karşın kavruluyorduk. önceki gün güneş gözlüğü takmamış dağcıların kar körü
olduklarına tanık olmuştuk. aynı şeyin bize olması durumumuzu çok
zorlaştırırdı. zaten neredeyse iki gündür salatalık hariç birşey yemediğimizden
iyice güçten düşmüştük. kar da artık iyice yumuşamıştı ve kramponların altında
toplanıyordu.
bunları düşüne düşüne, yavaş bir tempo ile yaklaşık iki saatte yeniden
çadırımıza ulaştık. kampta tek bizim çadırımız kalmıştı. hava aşağılarda
bozmuştu ve stepansminda tarafından ciddi miktarda bulut yavaş yavaş yukarı
doğru geliyordu. karın yumuşamış olması ve batonları da tırmanış için yanımıza
almış olmamız nedeniyle çadırımız neredeyse tamamen sökülmüştü. neyse ki henüz
rüzgar yoktu, bu sayede çadırımız içindeki malzemelerle birlikte uçup
gitmemişti. bayırı indikten sonraki son metrelerde kara bacak boyu bata çıka
epey yoruldum ve son metreleri neredeyse sürünerek geçtim. tüm yorgunluğuna
karşın meltem, son bir gayretle benden 10 dakika önce çadıra varıp dinlenmeye
çekildi. ben de varır varmaz aynısını yaptım. çadıra vardığımda saat 12.45
olmuştu ve çadırın içinde öğlen sıcağı vardı.
meltem zirvede |
platoda kamp atmış olmanın belki de en iyi yanı, zirve dönüşü dağ evine
kadar inmek zorunda olmamamızdı. istersek bir gece daha burada kalıp
dinlenebilir ve ertesi gün dağ evine inebilirdik. çadıra vardığımızda bu konuyu
konuştuk, benim kampı toplayıp aşağı inecek gücüm yoktu. dinlenmeye karar
verdik ve öğlen sıcağı nedeniyle çadırın kapısını sonuna kadar açıp üç saat
kadar bölük pörçük uyuduk. açıkta kaldığı için güneşten yanmış yerlerimiz sızım
sızım sızlıyordu ve gerilmeye başlamıştı.
kendimi biraz olsun toparlayınca çadırı sabitlemek için dışarı çıktım. hava
tamamen kapamıştı ve sağda solda şimşekler çakıyordu. çadırın bütün kazıkları
atmıştı. o anda çadırı toplamak, sabitlemekten daha kolay göründü gözüme. fırtınalı
bir havada, aç bir biçimde, bir gece daha rüzgara son derece açık bu platoda
kalmak istemiyordum. meltem, zaten çadıra ilk geldiğimiz andan beri aşağıya inmeyi
istiyordu. bu koşullar altında çadırı ve çantalarımızı toplayıp saat 16.45’te
aşağı, dağ evine doğru inmeye başladık.
benim zirvedeki halim |
zirveye giderken kayalara yakın bir yolu izleyen patika dönüşte
çatlaklar arasından güvenli bir hattı takip ediyordu. aksi olsa öğlen güneşiyle
gevşemiş olan kayalar ciddi risk oluştururdu. buna karşılık biz görece
şanslıydık. çünkü hava tamamen kapalıydı ve serindi. taşlar yine düşüyordu ama büyük
bir risk oluşturmuyorlardı. inişte krampon takmadık ve ipe de girmedik, bu
yüzden iki katı dikkatle hareket ediyor, yorulunca mola veriyorduk.
sonunda tehlikeli yerleri geçip önce haçlara sonra da saat 19.30
sıralarında dağ evine ulaştık. zirveden dönen sloven bir dağcının ranzasının
üst katına yerleşip mutfağa geçtik. yeniden dağ evine kadar inmiş olmanın iştahımı
yerine getireceğini ummuştum ama pek öyle olmadı. birer tane daha salatalık yiyip
bolca sıvı aldıktan sonra sızıp kaldık.
zirve videosu:
iniş sırasında kaya düşen yerlerde çekilmiş bir video:
zirve videosu:
22 Ağustos 2012 Çarşamba
gürcistan – 4 / bethlemi hut - plato
bethlemi hut |
tırmanışı planlarken epey kararsız kaldım. sürekli plan yapıyor,
değiştiriyor, farklı seçenekler üzerinde çalışıyor ve onları da değiştiriyordum.
emin olduğum tek şey birinci denemede zirveye ulaşamazsak bir gün dinlenip bir
kez daha denemek istediğimdi.
tur şirketlerinin standart programı iki günde dağ evine ulaş, bir gün
aklimatizasyon için ortsveri zirvesine çık, sonra da dağ evinden zirveyi dene
biçiminde. ama biz bu programı 2007 senesinde denemiştik ve aynı hatayı
yinelemek için bir neden göremiyordum. bu sefer daha hızlı ve daha
hazırlıklıydık. bu yüzden ‘bir günde dağ evine ulaş, ikinci gün aklimatizasyon,
üçüncü gün zirveyi dene, olmazsa bir gün dinlen yine dene’ biçiminde kafamızda
bir plan yapmıştık ve tırmanışa ayırdığımız süre bunu yapmaya müsaitti.
kara haç |
2007 senesinde dağda bizim dışımızda tek bir ekip vardı: estonyalılar. onlar
zirve öncesi platoda kamp atmış ve bize
kıyasla zirveye çok daha yakın bir noktaya kadar ulaşmışlardı. buna karşın onlar da aşırı
rüzgar yüzünden zirve yapamamıştı. (2007 eylül’ünde öyle bir rüzgar vardı ki
ayakta durmakta bile çok zorlanıyorduk. hiç rüzgar esmezken aniden çok şiddetli
esiyor ve aniden yine kesiliyordu. tırmanışı bırakıp aşağı erken inmemizde beni
bile iki kere yere yıkmayı başaran rüzgarın etkisi büyüktü.) yine de estonyalılar
bize göre çok daha başarılı idiler ve bunu da platoya kamp atmış olmalarına bağlıyordum.
gelmeden önce ilk zirve denemesini dağ evinden yapıp ikinci denemeyi platoda kamp atarak yaparız diyorduk. ama dağ evinde tanıştığımız ve bizim
dağ evine çıktığımız gün platoya kadar aklimatizasyon ve keşif tırmanışı yapmış
olan iki fransız kardeşin anlattıkları bize bu kararımızı değiştirtti. akşam
yemeği sırasında fransız kardeşler ile oda arkadaşımız, dağ rehberi georg’un rota
hakkında anlattıkları tırmanışa gece karanlığında başlamama kararı almamıza
neden oldu.
işte tırmanışın en tehlikeli bölümü |
ekipler dağ evinden gece 02.00 gibi çıkıyor ve ekibin hızına bağlı
olarak üç ilâ beş saat arasında bir sürede platoya ulaşıyorlardı. dağ evinden
çıkan ekipler platoya ulaştıklarında gün ancak ışımaya başlıyor oluyordu. 2007
denememizden, karanlıkta geçilecek yerlerin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor ve buraları karanlıkta geçmeyi hiç mi hiç istemiyorduk.
gelirken gösterdiğimiz göz doldurucu performans da bizi, ilk denemeyi platodan yapma konusunda cesaretlendirdi.
sabah 06.35’te kalktığımızda ben iyi bir uyku uyumuş, biraz olsun
dinlenmiştim. gerçi dün akşamki keyif ve neşemden eser kalmamıştı ama kötü de
sayılmazdım. meltem ise hiç de iyi bir gece geçirememişti. yatmadan önce birer
aspirin almış olmamıza karşın her ikimizde de yüksekliğin etkileri görülmeye
başlamıştı. buna karşın planı değiştirmedik. tırmanışın devamında ihtiyaç duymayacağımız malzemeleri dağ evinde bıraktık. toplanma işlerini halledip kahvaltımızı ettikten sonra 08.45 gibi dağ evinden kamp
yükümüzle ayrıldık.
dağ evine çıkışı bir emler tırmanışı gibi hayal etmiştik. bugün ise
ağrı’da 4200 kampına çıkıyormuşuz gibi olacaktı. aradaki tek fark ağrı’ya göre
çok daha kuzeyde olan bu dağda bir yaz tırmanışı için epey bir kar ve buz görecek
olmamızdı.
09.30 sularında beyaz haça ve bundan 15 dakika sonra da siyah haça
ulaştık. bu bölümü 2007 tırmanışında iki kez geçmiştik. ama bu sefer bariz bir
biçimde yol daha belirgindi. her yanda taş babalar vardı, kaybolmak neredeyse
imkansızdı. 2007 tırmanışında bize rota konusunda yardımcı olan dağ evi bekçisi
levani siyah haçtan sonra buzula girmemizi ve buzulun ortasından, çatlaklara
dikkat ederek platoya kadar ilerlememizi söylemişti. okuduğumuz raporlar da
bunu teyid ediyordu. oysa şu anda patikalar ve işaretler bizi dağa doğru
götürüyordu. fransız kardeşler tırmanışın platoya kadar olan bölümünün en
tehlikeli yerinin burası olduğunu söylemişti. burasını hızlı geçebilmek için
siyah haçın orada beş dakika kadar dinlendik.
siyah haçtan sonraki bölümde iki büyük tehlike var: birincisi dağdan düşen taşlar. bize, saat 09.00’dan itibaren burada çok ciddi taş düşmeleri
yaşandığı söylenmişti ve bizim saatimiz de 10.00’a yaklaşıyordu. rehberli turlar burayı
olabildiğince erken, karanlıkta geçiyorlarmış. böylece rehberler kayalara iyice
yaklaşıp müşterilerini ikinci büyük tehlike olan buzul çatlaklarından
koruyorlarmış. ancak gündüz gözüyle tırmanmayı tercih etmiş olan bizler, şimdi
hem taş düşmeleriyle, hem de buzul çatlaklarıyla uğraşmak zorundaydık. taşların
çok risk oluşturduğu yerlerde buzul çatlaklarına, buzul çatlaklarının geçit
vermediği yerlerde kayalara yaklaşarak, ama çoğunlukla gece geçenlerin izlerini
takip ederek tırmanmayı sürdürdük. bir noktada bu güvenli çizgi tamamen ortadan
kalktı. hem ciddi buzul çatlaklarının, hem de ciddi taş düşmesi riskinin
olduğu, dar bir yere geldik. neyse ki burayı da sorunsuzca geçtik ve bugünün en
tehlikeli 20 dakikası da geride kalmış oldu.
3 mevsimlik çadırımız |
buradan sonra düşen taşları uzaktan, güvenli bir mesafeden seyrederek ve
çok bariz bir patikayı takip ederek tırmanmayı sürdürdük. ancak molaların
sayısı artmaya, süreleri uzamaya başladı. çünkü irtifa artık 4000 metreye
yaklaşmıştı ve kamp yüküyle artık hızlı ilerleyemiyorduk.
bariz çatlak tehlikesine karşın ipe girmedik ve krampon da takmadık.
mümkün olduğu kadar hızlı gitmek istiyorduk ve ipin yaratacağı tartışma ve
sürtüşmelere de hiç ihtiyacımız yoktu. bununla birlikte çatlak riski olan
yerlerde iki katı dikkatle hareket ediyor ve adımlarımızı atmadan önce mutlaka
bir iki baton darbesi ile üstü kapalı çatlak olup olmadığına bakıyorduk. neyse
ki ilerleyen saate karşın kar oldukça sertti ve bize güvenli ve hızlı hareket
etme olanağı sağlıyordu. bu dakikadan sonra tek endişemiz platoyu bulup
bulamayacağımızdı.
dağ evindeyken yukarıda birden çok plato olduğu söylenmişti. kimisi iki
diyordu, kimisi üç. ama herkes birden çok plato olduğu konusunda hemfikirdi.
bizim ise tek derdimiz bunlardan herhangi birisine ulaşmaktı. kaç tane olduğu önemsizdi,
güvenle kamp kurabileceğimiz ilk yere konuşlanacaktık. tırmanışa başlamamızın
üzerinden dört saat geçtiğinde düz bir alana ulaştık. karşımızda uzunca bir bayır vardı. yukarıdan
zirve yapmış (ya da yapamamış) bir sürü ekip geliyordu. hepsi ile ayrı ayrı selamlaşıp tebrik ediyorduk. platoyu
sorduğumuzda yukarısını işaret ediyorlardı. ancak biz çok yorulmuştuk ve bulunduğumuz yer de kamp kurmak için çok uygundu. zaten de ayağımızın altındaki kar artık iyice
yumuşamaya başlamış ve devam etmek için elverişsiz bir hale gelmişti. daha
fazla zorlayıp kendimizi tüketmek istemediğimizden 12.45 sularında kampı kurmaya başladık.
ne yazık ki kış koşullarında yapılacak bu kamp için çok hazırlıklı olduğumuz söylenemezdi. küreğimiz olmadığından çadırımızı zeminin üzerinde biraz gezinerek olduğu kadarıyla kurduk. kar
kazığımız olmadığından yerine batonları ve kazmaları kullandık. onlar bile
yumuşak karda zor tuttu. olduğu kadar sabitleyip kendimizi çadırın içine atıp
dinlenmeye çekildik. aslında birşeyler yememiz ve içmemiz gerektiğini
biliyorduk ancak ikimizin de iştahı hiç yoktu. zar zor biraz birşeyler içip
yattık. uyumuyorduk ama gözlerimizi de açamıyorduk. kendimizi tüketmemiştik ama
kıpırdama isteğimiz de hiç kalmamıştı.
biz bu şekilde dinlenirken yanımıza iki çadır daha geldi: gürültücü
gürcü dağcılar ile çek cumhuriyeti'nden sempatik bir çift. çekler önce burasının plato olup olmadığını sordu. onlara olmadığını ve ilerisinin plato olduğunu söyledik. onlar da bayırı tırmanmaya başladılar. aslında bayırı sonuna kadar da tırmanmışlardı ancak geri dönüp kampı bizim yanımıza atmaya karar verdiler (ertesi gün bunun gerekçesini görerek anlayacaktık).
dağ evine yükselirken kapalı ama yağışsız, beni endişelendiren ama tırmanış için güzel sayılabilecek bir hava vardı. bugün ise aşağıda, stepansminda üzerinde kaynaşan bulutlar beni çok endişelendirmişti ama biz tamamen açık ve güneşli bir havada yürüdük. akşamın ilerleyen saatlerinde rüzgar şiddetlendi. fırtınaya çevirmesinden ve
bu düzlükte rüzgarın çadırımızı dövmesinden endişelendiğimiz için akşam
saatlerinde çadırımızın ön tarafına gürcülerin küreği ile derme çatma bir kar
duvarı yaptık. pek de işe yaramayan duvarımızı tamamlayınca yine dinlenmeye
çekildik. ne yazık ki hiçbir şey yiyemiyorduk. boğazımızdan zorla geçirdiğimiz
şeyler midemizde bize eziyet ediyordu. bu kadar hızlı yükselince bunun olağan
olduğunu bildiğimiz için bolca sıvı alıp yattık. umudumuz sabaha kendimizi
toparlamış olarak uyanmaktı.
15 Ağustos 2012 Çarşamba
gürcistan – 3 / stepansminda – bethlemi hut
özellikle yoğun bir biçimde hazırlıklarla uğraştığım türkiye’deki son
haftada o kadar heyecanlıydım ki sanıyorum ancak üniversite sınavı öncesi ile
karşılaştırabilirim. neyse ki meltem’in istanbul’a gelişiyle biraz sakinledim. işte
bu da tırmanış partnerinin yakın bir insan olmasının avantajı.
22 temmuz sabahı saat 06.00’da diana’nın ev pansiyonunda uyandığımızda
da hafif bir heyecan vardı üzerimde. bu dakikadan sonra her adım zirveye ulaşmak
için...
07.10’da yılmaz bizi aldı ve kahvaltı için işçi yemekhanesine götürdü.
saat 08.00’e kadar birlikte kahvaltı ettik, sonra oradakiler ile helalleşip
yola düştük.
meltem günün tek molasında |
önce çantalarımızı atlara yükledik. hızlı ve hatasız bir yürüyüşe
ihtiyacımız olduğundan at efendisini takip ederek dağ evine kadar gitmeyi
umuyorduk. ancak at efendisi, at sırtında yolculuk ettiğinden ve
atlar da bize göre daha tempolu yürüyor olduğundan birlikte yürümek mümkün
olmayacaktı. at efendisi ile buzul dilinin orada buluşmak üzere sözleşip
kamyonet ile kilisenin oraya çıktık. 2007 yılında, yaklaşık 1600 metre
yükseklikteki köyden 2170 metre yükseklikteki kiliseye kadar olan etabı da yaklaşık
1 saat 45 dakikada yürümüştük. ama bu sefer hızlı olmalıydık, zira yolumuz
uzun.
önceki gecenin huysuzluğu, gökyüzüne hala hâkimdi. denemeyi ertelemeyi
düşündürtecek kadar sıkıntılı bir hava vardı ama programı bozmayı da hiç
istemiyorduk. saat 08.45’te tsminda sameba kilisesi’nin oradan içinde yalnızca
su, yiyecek ve fotoğraf makinesi bulunan çantalar ile yürümeye başladık.
bir pazar sabahı olması ve buranın en iyi mevsimi olması nedeniyle
patikalar insanın kaybolamayacağı kadar kalabalıktı. gerçi biz patikanın
girişini pek tercih edilmeyen, biraz farklı bir yoldan yapmışız ama yolu
doğrultmamız çok zor olmadı.
meltem buzulun üzerinde (arkada başka bir ekip) |
tırmanış sırasında heyecanımı biraz olsun bastırmak ve yurt dışında
tırmanış yapıyor olmanın baskısını üzerimden atabilmek için türkiye’de bir
zirveyi deniyormuşum gibi kendimi kandırmaya çalıştım. “çıkışın kiliseden dağ
evine kadar olan bölümü türkiye’de hangi tırmanış ile benziyor olabilir?” diye
düşündüm ve yürüdüğümüz yerlerde patika bulunması, zorluğun benzer olması ve
yüksekliklerin birbirine çok yakın olması nedeniyle bunun bir “emler tırmanışı” olduğuna kanaat
getirdim. (dağ evinin yüksekliği 3653 m, emler’inki 3724 m.) bu nedenle yol
boyunca hiç dağcılık yapmamış insanların bile emler’i çok rahatlıkla bir günde
çıkıp sokullupınar’a dönebildiklerini, son antrenman tırmanışında emler’i
kolayca çıkmış olduğumuzu sürekli kendime telkin ederek moralimi yüksek tutmaya
çalıştım.
dev bir buzul çatlağı |
saat 10.45 olduğunda yaklaşık 3150 metre yüksekliğindeki "sabertse geçidi"ne
ulaştık (“bu emler tırmanışı olsaydı burası ‘kapı’ olurdu” diye meltem’le
gülüştük). at efendisi, biz burada turistler ile laflarken, bizi yakaladı. ama
o dinlenirken biz yokuş aşağı, dereye doğru yollandık çünkü önümüzde bugünün en
zorlu bölümü vardı: dere geçişi. buzulun erimesiyle oluşan bu derenin suyu çok
soğuk ve dere yüksek bir debi ile akıyor. bu yüzden suya girmeden taşların
üzerinden sekerek geçmek gerekiyor. saat 11.30 sularında, dereyi geçmeye
çalışan diğer dağcılar ile de yardımlaşarak ve aslında çok da zorlanmadan dereyi geçtik.
ama birkaç saat sonra gelecek olanların bizim kadar kolay geçemeyeceğini de
2007 tırmanışından biliyorduk. 2007 tırmanışında ilk günün sonunda burada, dere kenarında kamp
atmıştık. burada temiz su kaynağı olduğundan, bu sefer de ilk molamızı burada verdik. biz dinlenirken atının üzerinde dereyi hiç zorlanmadan geçen at efendisi buzul dilinin
orada buluşmak üzere yanımızdan geçip yoluna devam etti. biz de 10 dakikalık molanın
ardından yine patikaları takip ederek yarım saatlik bir yürüyüşle buzul diline
ulaştık (bu bir emler tırmanışı olsaydı buzul dili “çelikbuyduran” olacaktı).
bethlemi hut dağ evi |
at efendisi buzul dilinin orada bizi bekliyordu. 2007 senesinde olduğu gibi bu sefer de
buzulun üzerinden giden rotayı takip etmeye karar verdik. zira at efendisi de
öyle yapacaktı. bize, el kol hareketleri ile, dağ evinin hizasına kadar buzulun
ortasından yürümemiz gerektiğini ve tam dağ evinin hizasına geldiğimizde dağ evine doğru dönüp dik bir biçimde buzuldan çıkmamız gerektiğini anlatıp kendisi yola düştü. meltem yürüyüş
ayakkabılarının yerine dağ ayakkabılarını giyince zaman kaybetmeden biz de buzulun
üzerine çıktık. 2007 senesinde buzula girmeden krampon bağlamış ve ipe
girmiştik ama bu sefer hızlı olmak için bunu yapmadık, buraya kadar nasıl
geldiysek aynen öyle, elde baton devam ettik.
ranza |
saat 13.40 civarlarında buzulun en tehlikeli bölümü olan ve dev buzul
çatlaklarının olduğu son bölümü de bir buz köprüsünün üzerinden geçip
ayağımızı yeniden kayaya bastık. bir arkadaşımız bu bölümdeki çatlakları “içine
otobüs düşebilecek büyüklükte” diye tanımlamıştı, abartıyor demiştik. 2007
yılında abartmıyor olduğunu gördüğümüzden beri burası tırmanışın ilk gününün en
çok korktuğum bölümüydü. burayı da sorunsuz geçince dağ evine ulaşmak için
geriye yalnızca seksen metrelik dik bir patika kalmıştı ve hiç zaman
kaybetmeden burayı da çıkıp 14.25’te 3653 metre yükseklikteki bethlemi hut dağ evine
ulaştık.
düşündüğümüzün aksine dağcılar genellikle, çadır başına 10 Lari karşılığında
dağ evinin dışında kalmayı tercih etmişlerdi. bu sayede dağ evinde kolayca kişi
başı 20 Lari’ye iki kişilik yer bulduk (2007 yılında kişi başı 15 Lari ödemiştik ama sezon sonu olduğu için ve türk olduğumuzdan bize indirim yapmışlardı). gürcü rehber georg ve alman müşterisi
mike’ın üst katına yerleştik ve hemen yemek işlerine giriştik. 2007 yılından
beri dağ evinin odaları hiç değişmemişti. bununla birlikte mutfak biraz daha
düzeltilmiş, mutfağa su getirilmiş ve dağ evinin dışına da tuvalet barakası
inşa edilmişti.
dağ evinden buzulun yürüdüğümüz bölümünün görünümü |
günün kalanını dinlenerek, yemek yiyerek ve hazırlık yaparak geçirdik. günün
kalanında o kadar mutluydum ki... buraya kadar olan bölümdeki performansımız
benim açımdan çok sevindiriciydi. akşam resmen içim içime sığmıyor, çocuklar
gibi neşe ile gülüp eğleniyordum. emler’in zirvesine sokullu’dan yüksüz olarak çıkmak
ne kadar sevindirici olabilir ki diyeceksiniz, ama 2007 senesinde dağ evine
çıkasıya kadar bile ne kadar zorlandığımı, dağ evine ulaşasıya kadar bile ne
çok zaman ve efor harcadığımı çok net hatırlıyordum. yapmış olduğum onca antrenmanın boşa gitmemiş olmasına seviniyor ve zirve için de umutlanıyordum. 8 saat olarak hesapladığım
tırmanışı 5 saat 40 dakikada bitirmiş, bolca dinlenme zamanı kazanmıştık.
özellikle de meltem’in, tek bir tırmanış hariç neredeyse hiç antrenman yapmamış
olmasına karşın hiç zorlanmadan ve benimle aynı tempoda dağ evine kadar gelmiş
olması inanılmaz geliyor, beni çok mutlu ediyordu. ama sonuçta (buzul geçişini saymazsak) emler zirve’ye
ulaşacak kadar tırmanmıştık. daha önümüzde ağrı zirveye kadar yükselmemizi
gerektirecek bir tırmanış vardı.
tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp 21.10’da yattık. 2007 eylül’ünde geldiğimizde hava çok soğuk olduğundan jeneratör çalışmamış, kafa lambaları ve mum ile idare etmiştik. bu sefer hava kararınca elektrikler yandı ve gece 22.00’ye kadar da yanmaya devam etti. (gece 02.00 ile 04.00 arasında da zirveyi deneyeceklerin hazırlanması için yine jeneratör çalıştırıldı.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)