hafta boyunca hava çok iyiydi. ama hava raporlarına göre hafta sonunda aladağlar fırtınalı olacaktı. benim gibi bir tatlı su dağcısının böyle bir havada aladağlar gibi zorlu bir dağda işi olmazdı ya, neyse. ama önceden planladığımızdan tırmanışın tarihini değiştiremiyorduk. öte yandan bu hazırlık tırmanışı için çok ciddi bir hazırlık dönemi geçirmiştik ve pes etmiş olmak istemiyordum.
araca binmemizle uzun zamandır birbirini tanıyan ama bir süredir görüşememiş ekip üyeleri hasret gidermeye başladılar ateşli bir biçimde:
- bu yaz lenin'deydik. hiç ön hazırlık yapamadan gittik ama oldukça rahattık. raporlarda hep 21 gün olarak planlanmış bir tırmanışı 14 günde aradan çıkardık. (nasıl yani? yedi bin metre yüksekliğindeki bir dağa, hiç hazırlanmadan, normalden 1/3 daha hızlı mı tırmanmışlar?)
- bu çanta var ya ne kadar sağlam olduğunu size anlatamam. bugüne kadar 120'den fazla etkinlik yaptım, hepsinde benim yanımdaydı. daha yıpranmadı bile... (ne? kaç etkinlik yapmış? yüz yirmi mi dedi o?)
- ben demirkazık'ı bilinen her rotasından yazın çıktım. artık rotaların kış tırmanışlarına başlamak istiyorum. var mı benimle gelmek isteyen? (yok. yani o kişi ben değilim demek istiyorum. daha en kolay rotasının yaz tırmanışını bile yapmadım.)
- hehehe! biz de şey ettik, geçen hafta sonu uludağ'ın rotasının çoğunu yürüdük. hazırlık olsun diye yani... hani orası da dağ ya, hazırlık olsun diye şey ettik... (bizim örnek biraz sönük kaldı galiba. pek olmadı gibi sanki...)
aslında iyi hazırlanmıştık bu tırmanışa ama bu ekibe ayak uydurabilecek miyiz, emin değildim.
bütün geceyi otobüste geçirdikten sonra sabah niğde'ye vardık. oradan da dolmuşla çukurbağ'a geçtik. salim amca, traktörü ile bizi yol üstünde bekliyordu. biz yedi kişiydik. ama salim amca bizden izin istedi:
- iki arkadaş sizden önce aradı. onları sarı memedin yurdu'na götüreceğim. sizi bekletmek durumunda kalacağım, kusuruma bakmayın.
herkesi memnun etmeyi istiyor salim amca ama üç kuruş kazanç için sözünden dönecek insanlardan değil.
- sizi yarım yola kadar bırakırsam arkadaşlar da önce sizi bırakmamı kabul ederlerse iki ekibi de aynı anda götürebilirim. ama önce onlara sormam lazım, onlar öncelikli.
diğer ekibin kabul etmesiyle hep birlikte traktörün römorkuna doluştuk. hava kötüydü. güneyli bulutlar çoktan hedeflediğimiz kızılkaya zirvesinin üzerine çöreklenmişti. soğuk bir rüzgar esiyordu. böyle bir havada traktörde, açıkta yolculuk etmek çok zor. donuyorsunuz. herkes polarlarını ve rüzgarlıklarını sonuna kadar kapattı, taşıyıcının içine rüzgar yemeyecek biçimde çöktü. biz şehirlilerin tersine salim amca o kadar rahattı ki! incecik bir lise montuyla kullanıyordu traktörü. buraların adamı olduğu her halinden belliydi.
demirkazık'ın rotalarını inceleyerek sokullu pınar'ın batısında bir yere vardık. salim amca, bizi bırakırken yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle iyi tırmanışlar diledi. o, diğer ekibi bırakmak için emli vadisine yönelirken biz de yürüyüş için son hazırlıklarımızı yaptık.
kamp yerimiz çelikbuyduran'a yükselirken adım adım kışa doğru ilerledik. her adımda biraz daha fazla soğuk oldu, her adımda biraz daha çok kar yağdı.
karayalak vadisi'nin içinde sürüp giden yürüyüşümüzün sonunda aladağların en zorlu kamp yerlerinden birisine ulaştık. oldukça dik bir yürüyüş oldu. ama salon çalışmalarının meyvelerini topladığımızı hissettim. çok güçlü ve deneyimli bir ekiple birlikte tırmanıyor olmamıza karşın oldukça yakın bir tempo yakalamayı başardık. ne yazık ki çelikbuyduran'a varmadan hava kötüleşti. dört saatlik yürüyüşün sonunda, saat üç sularında güneş vadiyi aydınlatmaz oldu, kar yağışı arttı. bir buçuk metre yüksekliğindeki bir kar tümseğinin arkasına kamp atmaya karar verdik. bulunduğumuz noktada en az rüzgar alan bölüm burasıydı. önce çadırların yerleri düzlendi, sonra teker teker çadırlar yerleşti.
buraya kadar herşey yolundaydı. ama çadır yeri üç çadır için biraz küçük geldi. üstüne üstlük bulunduğumuz nokta korkunç bir biçimde kar topluyordu. yağış çok şiddetli olmamasına karşın sert rüzgarın üfürdüğü karlar tam çadırlarımızı attığımız yerde kar birikmesine neden oluyordu. çadırları kurmamız yeni bitmişti ki benim çadırın biçiminin ve konumunun bize zor bir gece yaşatacağını anladık. iki direkli çadırımız, yelkene benzeyen biçimiyle duvarlarında kar birikmesine neden oluyordu. üstüne üstlük de rüzgar ilk bizim çadıra çarpıyordu.
ama hava koşullarından kaynaklı zorluklara eklenecek bir sorunumuz daha vardı: yıllar önce her koşulda çalışması için aldığım ocağımın bu koşullarda çalışmaması. bir yudum sıcak birşeyler içmeden tırmanamazdık. evden yola çıkmadan önce ocağı denemiştim, gürül gürül yanıyordu. ama çadırda bir türlü istediğim verimi alamadım. sonunda da tamamen söndü.
çadırımızın üzerindeki karları küredik, diğer çadırlardan uyumamıza yetecek kadar sıcak su alıp yattık. aradan bir saat ya geçmiş ya geçmemişti, büyük bir daralma duygusuyla uyandık. çadırın duvarlarının dışında o kadar çok kar birikmişti ki çadırın içinde neredeyse hiç yer kalmamıştı. bütün geceyi kar küreyerek geçireceğimiz böylece anlaşılmış oldu. sıraya koyduk, bir hanım yapacaktı, bir ben.
tırmanışa gidip gitmemeye tırmanışa başlama saatinde karar verecektik, yani 02.00'da. ama saat 02.00 ile saat 03.00 arasını tırmanışa hazırlanmak yerine çadırın tamamen gömülmemesi için kar küremekle geçirince bizde hiç istek kalmadı. zaten gece sürekli kar kürediğimizden doğru düzgün uyumamıştık. üstüne üstlük sıcak su yoktu. dahası kuru giysi de kalmamıştı. bu halde tırmanamaz, diğerlerini de yavaşlatırdık. kesin olarak gitmeme kararı aldık.
ekibin kalanı zirveyi denemek için yola çıktığında ben de kar küremeyi yeni bitirmiştim. bu seferki çabamın bizi güneş doğana kadar yeniden küreme derdinden kurtarmasını umuyorduk, zaten güneş doğunca da aşağı, sokullu pınar'a dönüp ekibin kalanının gelmesini orada beklemeyi planlıyorduk. yani kabus bitecekti.
tırmanışa giden ekibe çok güveniyorduk, her durumda bizim yardımımıza gerek olmayacak kadar güçlü ve deneyimli bir ekipti. ilk telsiz bağlantısı 06.00'da kurulacaktı. ama biz gecenin yorgunluğu nedeniyle bağlantı saatini kaçırmışız. uyandığımızda saat 06.45'ti. yeniden bağlantı kurmayı denerler belki düşüncesiyle telsize sarıldık. telsizi kurcalarken gelen konuşma seslerinin ben telsizden geldiğini sandım ama çadır arkadaşım (yani benim hanım) "hayır!" dedi "dışarıdan geliyor." büyük bir şaşkınlıkla tırmanışa giden arkadaşlarımızın geri dönüşünü izliyorduk. dönüş için saat daha çok erkendi.
tam sırta ulaşmalarına 10 metre kala bir ses: "dub!" ve "çıııııığ!"
bir kişi çığ kulvarının tamamen dışındaymış. iki kişi çığın başladığı noktaya yakın olduklarından sağa sola kaçışarak, çığ onları yutmadan kurtulmuşlar. tam çığ kulvarının üzerinde olan iki kişi ise çığ ile birlikte yüz elli metre kadar sürüklenmişler. bir tanesi akan karla birlikte yuvarlanarak ve taklalar atarak, diğeri ise sürekli durmaya çalışarak kulvarın sonuna kadar inmiş. hiç kimseye birşey olmamış olması büyük şans.
kampı toplamamız bittiğinde herkes hızla aşağıya yöneldi. her adımda karlar azaldı ve gece yaşadığımız kar fırtınasının izleri ortadan yok oldu. sokullu pınar'a vardığımızda salim amca yine güler yüzüyle ve traktörüyle bizi karşıladı. çukurbağ'a, kendi evine götürdü. daha dönüş otobüsü için çok zaman vardı ve o saate kadar bizi evinde ağırladı. çay, öğlen yemeği, elmalar, ikramlar... ama en güzeli de sıcak soba oldu. gecenin soğuğundan ve yaşananların şokundan sonra herkes burada yatışmaya başladı.
herkesin sızdığı saate kadar dönüş yolculuğunun tek konusu vardı:
- çığda yuvarlanırken dizimi bir yerlere vurmuşum, çok ağrıyor şu anda.
- neyse ki toz kar çığıydı. sürükleyip gömmedi bizi.
- asıl o setin üzerinde duramasaydım ve aşağı düşseydim kötü olurdu. en az yedi, sekiz metre vardı orası...
1 yorum:
Eline sağlık güzel olmuş..Eğlendim baya..:))
Yorum Gönder