25 Aralık 2008 Perşembe

sütdonduran’dan erciyes

sabahın üçü, yataktayız:
- kışt, kışt...


- n'apıyosun sevgilim sabahın köründe?!
- şeytan kovalıyorum
- nasıl yani???
- şeytan dürtüyor da beni "hazır izin de almışken boşver tırmanmayı. üç gün yat, dinlen. ne gerek var şimdi kayseri'ye kadar gitmeye!" diye. onu kovmaya çalışıyorum.
- benimkisi de bana aynı şeyleri söylüyor, vallahi. benimkisini de kovsana.
- kalk hadi, kalk. onca para verdik uçak biletlerine, yanmasın.

sabah saat dört. arabayla havaalanına doğru yola çıktık (1). acaba kazma, krampon, bıçak... gibi delici ve kesici aletleri güvenlikten geçirebilecek miyiz? bunca ağır çantaları ek ücret ödemeden uçağa aldırabilecek miyiz? neyse ki büyük bir sorun çıkmadı. yalnızca dağ ayakkabılarımızdaki demirler yüzünden metal dedektöründen çorapla yürüdük. ekibimiz havaalanında yine bir araya geldi:

- kızılkaya'da çığı yedikten sonra ilk düşündüğüm "tüh be! neredeyse vadi tabanına kadar sürüklendim. şimdi yeniden nasıl çıkacağım bunca yolu?" olmuştu. ama aradan geçen zamanda tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anladım.
- evet, ben de şimdi çığ yemekten daha çok korkar oldum...

havaalanı aktarma otobüsüyle uçağa bindik(2). kırk dakikalık bir uçuştan sonra kayseri'ye indik(3). önce dolmuşla havaalanından şehir merkezine gittik(4). kahvaltı niyetine birer çorba içip yirmi dakikada bir geçen hacılar otobüslerinden birisine atladık(5). kısa bir yolculuğun sonunda da hacılar'a vardık. hacılar dağcılık kulübü bizi odasına davet etti, çay ikram etti. son hazırlıklarımızı burada tamamlayıp çantalarımızla birlikte belediyenin kamyonlarından birisinin kasasına doluştuk(6). kamyon yolun buzlandığı 2.300 metrelere kadar dolana dolana getirdi bizi. evden çıkalı yaklaşık yedi saat olmasına ve bu süreçte altı araç değiştirmiş olmamıza karşın hala önümüzde çok yolumuz vardı, neyse ki henüz öğlen saatleriydi:

- sütdonduran yaylası 2.700 metre yükseklikte. buradan yürüyüş hızınıza bağlı olarak dört ya da beş saat dağ evine ulaşabilirsiniz.

dedi ahmet. yanıtım gecikmedi:

- ekip üç saatte varır o halde dağ evine. ben de hava kararmadan önce ancak gelmiş olurum, sanırım. siz yemekleri hazırlayın bari... (gülüşmeler)

kızılkaya ekibimiz yedi kişiydi. bu sefer bir eksik beş fazla ile on bir kişiyiz. mimar sinan dağcılıktan genç arkadaşlar var yanımızda. 89 doğumlu filanlar. onlar bile reşit olmuş da üniversite öğrencisi olmuş. anlayacağınız biz dede olmuşuz da farkında değiliz.

gerçekten de onların yanında kendimi yaşlanmış hissettim. bir yandan gülüşüp şakalaşıyor, bolca fotoğraf çekiyor, öte yandan neredeyse koşarak tırmanıyorlardı. enerjilerini çocuklar gibi israf ediyor olmalarına karşın benden hızlı tırmanmaları karşısında yaşlandığımı anladım. ama bir dakika ya... kızılkaya'da ben ekibin en genciydim. yine ben en arkadan geliyordum. o halde sorun yaş değil. bitmişim ben...

ekibin en kötüsü oluşuma mazeret üretmeye çalışarak ve diğerlerine yetişme telaşı içinde dağ evine ulaştım. hacılar dağcılık kulübünün dağ evi neredeyse uludağ otelleri kadar güzel. "boydak holding"in katkılarıyla bu yıl inşa edilmiş. mutfak, tuvalet, lavabo, sedirler... ihtiyacımız olan herşey var. evin tam ortasında da kocaman bir şömine var. borular ve jeneratör donduğu için su ve elektriğimiz yok. ama önemli değil, dağ evi çadırda kalmaktan bin kat lüks...


ilk gün kalan saatleri ateş başında sohbet, yeme-içme ile geçirdik. sıcacıktı, çok güzeldi. gece üçte kalkıp tırmanışa gideceğimizden erkenden yattık.

dağ evinin yerleri parke olduğundan gece biri tuvalete kalkınca takırtıdan uyumak zor oldu. bunu saymazsak yol yorgunluğuyla deliksiz uyudum. uyandığım saatte hala tırmanışa katılmamak için bir mazeret bulamamıştım. önümde bulmak için bir saat vardı. ama herşey yolundaydı: yemekler ortak yapılıyordu, akşamdan bolca kar eritmiştik, bol suyumuz vardı. gece şömine biraz tütmüş, dumanı baş ağrısı yapmıştı. ama bunu da kullanamadım çünkü herkes aynı durumdaydı. hazırlandım.

dördü yirmi geçe herkes hazırdı. yürümeye başladık. havadan yana şansımız çok iyiydi. bilen bilir, erciyes'in dillere destan bir rüzgarı vardır. bu tırmanışta da rüzgar peşimizi bırakmadı. açıkta kalan yerleri donduruyordu. rüzgar dışında bir kış tırmanışı için sıcak bile sayılabilirdi.

gecenin karanlığında hızlı adımlarla tırmanışa geçtik. yapmamız gereken 3.600 metrelik bir sırt hattını geçmek, bir kaya kütlesinin altından dolaştıktan sonra bir tünelden geçip 3.917 metrelik zirveye ulaşmak. daha önce burayı yazın tırmanmıştık ve çadırımıza geri dönmemiz yaklaşık on iki saat kadar sürmüştü. rotanın bazı bölümleri dik ve tehlikeli ama her şeye hazırlıklıyız.

karların içinde saatler boyu öndekinin açtığı ayak izlerine basarak ilerledik. ama biz yaklaştıkça sırt uzaklaşıyor gibiydi. eğim arttıkça hızımız azaldı, benim ayaklarım ve ellerim üşümeye başladı. ama her geçen saat dağ evinin sıcaklığını üzerimden attım, uykum açıldı, kendimi daha iyi hissettim. bir de güneş doğsa artık beni kimse tutamaz diye düşünüyordum.

sırta çıkmamıza yaklaşık yarım saatlik yol kalmıştı:

- tabakalar üst üste birikmiş durumda. bizde tabakayı kestik. eğer biraz daha zorlarsak çığ düşecek. bulunduğumuz noktada tabaka inerse, kızılkaya'dakinden daha tehlikeli bir durum oluşacaktır.

- çığ hattının tam ortasındayız. bir çığ olursa hepimizi yutar.

- geri dönelim.

saat yediyi yirmi geçiyordu. güneş, aşmaya çalıştığımız sırtın hemen arkasındaydı. sırtı aşabilsek güneşe ulaşacağız ve belki zirveye de ulaşacağız.

- tırmanışı sürdürsek bile zirve dönüşü bu sırtlara güneş vurmuş olacak. yorgun argın buraya ulaştığımızda kesin çığ düşüreceğiz.

- evet, daha çok risk almaya gerek yok.

saat daha sabah dokuz buçuk. yeniden dağ evine döndük. herkesin neşesi yerinde. günü ateş başında sohbetle, ara ara uyuyarak, bol bol yemek yiyerek geçirdik. bu iki günlük etkinlikte bütün ömrüm boyunca oturduğum sürenin toplamından fazla oturdum sanıyorum ateşin başında. (ateşi sürekli yanık tutan arkadaşlara çok teşekkür ederim.) dağ evi halkının oyun kağıtlarıyla 'eşek' oynamaya başladığı saatlerde yavaştan uyku tulumuna süzüldüm ve onca gürültüye karşın bebekler gibi uyudum.

saat sabah yedi. dönüş gününde dışarıda çok şiddetli rüzgar vardı. hava kapalıydı. kar mı yağıyordu, yoksa rüzgar yerdeki karları mı savuruyordu bilmiyorum ama göz gözü görmüyordu. geldiğimiz yoldan hızla aşağı indik. kamyonun bizi beklediği yere vardığımızda hava değişmiş, şiddetli soğuk ve kar yerini güneşe bırakmıştı. kamyonun kasasına doluştuk ve hacılar'a geri döndük. herkes yemek yemek için sabırsızlanıyordu. bu yüzden hacılar'da oyalanmayıp kayseri'ye indik. güzel bir yemekten sonra hunat çarşısında çaylarımızı içtik. akşam hepimiz evlerimizdeydik.

bu etkinlikte çok önemli bir şeyi anladım: dağ evi dağcılığın gelişmesi için olmazsa olmaz. türkiye'de dağ evlerinin yaygınlaşması gerekiyor.

22 Aralık 2008 Pazartesi

bir motorcu fıkrası

serçenin biri baharın gelmesiyle aşık olmuş. bir sağa, bir sola salınarak uçuyor; bir yandan da sevdiğini düşünüyormuş. böyle dalgın dalgın uçarken ne kadar alçaldığını fark etmemiş... o sırada sarışın sevgilisini arkasına atmış bir sağa, bir sola yatarak hızla üzerine gelen bir motorcu görmüş. ama çok geç...
serçe 'çotanak' diye motorcunun kaska çarpıp baygın yere düşmüş.
kaska çarpan serçe yüzünden sersemleyen motorcu az ileride durmuş. sarışın yolcusu, küçücük kazazedeyi görünce kıyamamış, yolda yerde yatar bırakacak halleri yok ya, getirmişler baygın serçeyi eve.
evde eskiden kalma bir de kafesleri varmış... sarışın, baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş. kafesin içine de halihazırda taze kuş yemi olmadığından, az biraz su, az biraz da ekmek koymuş. motorcu sevgilisiyle alemlere akmış...
bizim aşık serçe bir süre sonra ayılmaya başlamış. kafa hafif bulanık, ortalığı daha tam seçemiyor... çevreye bir bakmış ki parmaklıklar var, ekmek ve su dışında da birşey yok bulunduğu yerde...
- hass..tir laaann! öldürmüşüz motorcuyu!..

16 Aralık 2008 Salı

gaziantep’in iki yüzü

hiç dikkat ettiniz mi? kadim şehirlerin hep iki yüzü oluyor. bir yüzü eski mimari yapılardan geçmişe bakıyor, diğer yüzü ise şehirde yaşayanların gözlerinden geleceğe...

geçenlerde ikinci kez gaziantep'e gittim. kenti önceden görmüş olmama karşın tanıyamadım. birincisinde tatil amaçlı gitmiştim, bu kez iş için gittim. önceki gelişimde gaziantep mozaik müzesini, gaziantep kalesini ve çarşılarını gezmiştim; bu sefer tapuyu ve belediyeyi gördüm. sanki başka bir kentteyim.

işlerimi bitirdikten sonra akşam yemeği için bildik bir yere gitmek istedim. önceki gelişimizde yemeğimizi, ünlü 'imam çağdaş'ta yemiştik. "bari" dedim "orasını göreyim. hatırladığım kadarıyla yemek inanılmaz güzeldi. eskileri yad ederim." taksiciye gitmek istediğim yeri söyledim, hemen götürdü. varınca dışarıya bakmadan dalgın dalgın parasını ödedim. yani beni bambaşka bir yere götürmüş olsa da inecektim, öyle birşey.

indim, tabelasında 'imam çağdaş' yazan, büyük bir mekanın önündeyim. ama benim hatırladığım yer buradan çok farklıydı. biz köhne, daracık bir yerde, üst üste diyebileceğim bir biçimde enfes bir yemek yemiştik. önünde durduğum yer ise istanbul boğazındaki herhangi bir yer kadar lüks ve büyük. bozuntuya vermedim, isimler aynı diye daldım içeri. 'iki yılda işi çok ilerletmişler, umarım lezzet eskisi gibi kalmıştır' diye düşünüyordum ki çalışanlar yanıma geldi:

- orası da duruyor. genellikle tur şirketleri turistleri götürüyor oraya. burası da uzun zamandır var.

içerisi çok geniş ve ferah. birçok çalışan var ve oldukça çalışkanlar, servis çok keyifliydi. müşterilerse genellikle gaziantep'in iş çevresi ve onların misafirleriydi: takım elbiseli, esmer yüzlü, göbekli iş adamları, zarif iş kadınları...

yemekler yine çok lezizdi. bir de tatlılarından yedim, inanılmazdı. hesap gaziantep için yüklüydü, ama bu lezzete uygundu bence.

kadim şehirlerin hep iki yüzü oluyor. şehirlisi modern yapıları, alışveriş merkezlerini, iş çevresini yaşıyor; turisti ise eski yapılar, müzeler ve manzara tepelerinden oluşan başka bir yüzünde geziniyor. şehirlisi alışveriş merkezinde kahvesini içerken, turist illa bir bedesten arıyor.

uçuş saatine kadar, gaziantep'in yeni sokaklarında dolandım. tur rehberlerinin bize göstermediği yeni gaziantep'e baktım. yenisini de beğendim.

(resimleri önceki gaziantep gezim sırasında çekmiştim. gaziantep müzesindeki ünlü çingene kız mozaiği ile gaziantep kalesi.)

kışa doğru adım adım: çelikbuyduran

niğde'ye giden otobüste, 2002 yılı başından beri kışın kamp yapmamış olduğum gerçeğini düşünüyordum. 2002 yılbaşında da ağrı kış tırmanışı için kamptaydık. bu sefer yeniden bir ağrı kış tırmanışı hazırlığı için kış kampında olacağım. rastlantı işte...

hafta boyunca hava çok iyiydi. ama hava raporlarına göre hafta sonunda aladağlar fırtınalı olacaktı. benim gibi bir tatlı su dağcısının böyle bir havada aladağlar gibi zorlu bir dağda işi olmazdı ya, neyse. ama önceden planladığımızdan tırmanışın tarihini değiştiremiyorduk. öte yandan bu hazırlık tırmanışı için çok ciddi bir hazırlık dönemi geçirmiştik ve pes etmiş olmak istemiyordum.

araca binmemizle uzun zamandır birbirini tanıyan ama bir süredir görüşememiş ekip üyeleri hasret gidermeye başladılar ateşli bir biçimde:

- bu yaz lenin'deydik. hiç ön hazırlık yapamadan gittik ama oldukça rahattık. raporlarda hep 21 gün olarak planlanmış bir tırmanışı 14 günde aradan çıkardık. (nasıl yani? yedi bin metre yüksekliğindeki bir dağa, hiç hazırlanmadan, normalden 1/3 daha hızlı mı tırmanmışlar?)

- bu çanta var ya ne kadar sağlam olduğunu size anlatamam. bugüne kadar 120'den fazla etkinlik yaptım, hepsinde benim yanımdaydı. daha yıpranmadı bile... (ne? kaç etkinlik yapmış? yüz yirmi mi dedi o?)

- ben demirkazık'ı bilinen her rotasından yazın çıktım. artık rotaların kış tırmanışlarına başlamak istiyorum. var mı benimle gelmek isteyen? (yok. yani o kişi ben değilim demek istiyorum. daha en kolay rotasının yaz tırmanışını bile yapmadım.)

- hehehe! biz de şey ettik, geçen hafta sonu uludağ'ın rotasının çoğunu yürüdük. hazırlık olsun diye yani... hani orası da dağ ya, hazırlık olsun diye şey ettik... (bizim örnek biraz sönük kaldı galiba. pek olmadı gibi sanki...)

aslında iyi hazırlanmıştık bu tırmanışa ama bu ekibe ayak uydurabilecek miyiz, emin değildim.

bütün geceyi otobüste geçirdikten sonra sabah niğde'ye vardık. oradan da dolmuşla çukurbağ'a geçtik. salim amca, traktörü ile bizi yol üstünde bekliyordu. biz yedi kişiydik. ama salim amca bizden izin istedi:

- iki arkadaş sizden önce aradı. onları sarı memedin yurdu'na götüreceğim. sizi bekletmek durumunda kalacağım, kusuruma bakmayın.

herkesi memnun etmeyi istiyor salim amca ama üç kuruş kazanç için sözünden dönecek insanlardan değil.

- sizi yarım yola kadar bırakırsam arkadaşlar da önce sizi bırakmamı kabul ederlerse iki ekibi de aynı anda götürebilirim. ama önce onlara sormam lazım, onlar öncelikli.

diğer ekibin kabul etmesiyle hep birlikte traktörün römorkuna doluştuk. hava kötüydü. güneyli bulutlar çoktan hedeflediğimiz kızılkaya zirvesinin üzerine çöreklenmişti. soğuk bir rüzgar esiyordu. böyle bir havada traktörde, açıkta yolculuk etmek çok zor. donuyorsunuz. herkes polarlarını ve rüzgarlıklarını sonuna kadar kapattı, taşıyıcının içine rüzgar yemeyecek biçimde çöktü. biz şehirlilerin tersine salim amca o kadar rahattı ki! incecik bir lise montuyla kullanıyordu traktörü. buraların adamı olduğu her halinden belliydi.

demirkazık'ın rotalarını inceleyerek sokullu pınar'ın batısında bir yere vardık. salim amca, bizi bırakırken yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle iyi tırmanışlar diledi. o, diğer ekibi bırakmak için emli vadisine yönelirken biz de yürüyüş için son hazırlıklarımızı yaptık.

kamp yerimiz çelikbuyduran'a yükselirken adım adım kışa doğru ilerledik. her adımda biraz daha fazla soğuk oldu, her adımda biraz daha çok kar yağdı.

karayalak vadisi'nin içinde sürüp giden yürüyüşümüzün sonunda aladağların en zorlu kamp yerlerinden birisine ulaştık. oldukça dik bir yürüyüş oldu. ama salon çalışmalarının meyvelerini topladığımızı hissettim. çok güçlü ve deneyimli bir ekiple birlikte tırmanıyor olmamıza karşın oldukça yakın bir tempo yakalamayı başardık. ne yazık ki çelikbuyduran'a varmadan hava kötüleşti. dört saatlik yürüyüşün sonunda, saat üç sularında güneş vadiyi aydınlatmaz oldu, kar yağışı arttı. bir buçuk metre yüksekliğindeki bir kar tümseğinin arkasına kamp atmaya karar verdik. bulunduğumuz noktada en az rüzgar alan bölüm burasıydı. önce çadırların yerleri düzlendi, sonra teker teker çadırlar yerleşti.

buraya kadar herşey yolundaydı. ama çadır yeri üç çadır için biraz küçük geldi. üstüne üstlük bulunduğumuz nokta korkunç bir biçimde kar topluyordu. yağış çok şiddetli olmamasına karşın sert rüzgarın üfürdüğü karlar tam çadırlarımızı attığımız yerde kar birikmesine neden oluyordu. çadırları kurmamız yeni bitmişti ki benim çadırın biçiminin ve konumunun bize zor bir gece yaşatacağını anladık. iki direkli çadırımız, yelkene benzeyen biçimiyle duvarlarında kar birikmesine neden oluyordu. üstüne üstlük de rüzgar ilk bizim çadıra çarpıyordu.

ama hava koşullarından kaynaklı zorluklara eklenecek bir sorunumuz daha vardı: yıllar önce her koşulda çalışması için aldığım ocağımın bu koşullarda çalışmaması. bir yudum sıcak birşeyler içmeden tırmanamazdık. evden yola çıkmadan önce ocağı denemiştim, gürül gürül yanıyordu. ama çadırda bir türlü istediğim verimi alamadım. sonunda da tamamen söndü.

çadırımızın üzerindeki karları küredik, diğer çadırlardan uyumamıza yetecek kadar sıcak su alıp yattık. aradan bir saat ya geçmiş ya geçmemişti, büyük bir daralma duygusuyla uyandık. çadırın duvarlarının dışında o kadar çok kar birikmişti ki çadırın içinde neredeyse hiç yer kalmamıştı. bütün geceyi kar küreyerek geçireceğimiz böylece anlaşılmış oldu. sıraya koyduk, bir hanım yapacaktı, bir ben.

tırmanışa gidip gitmemeye tırmanışa başlama saatinde karar verecektik, yani 02.00'da. ama saat 02.00 ile saat 03.00 arasını tırmanışa hazırlanmak yerine çadırın tamamen gömülmemesi için kar küremekle geçirince bizde hiç istek kalmadı. zaten gece sürekli kar kürediğimizden doğru düzgün uyumamıştık. üstüne üstlük sıcak su yoktu. dahası kuru giysi de kalmamıştı. bu halde tırmanamaz, diğerlerini de yavaşlatırdık. kesin olarak gitmeme kararı aldık.

ekibin kalanı zirveyi denemek için yola çıktığında ben de kar küremeyi yeni bitirmiştim. bu seferki çabamın bizi güneş doğana kadar yeniden küreme derdinden kurtarmasını umuyorduk, zaten güneş doğunca da aşağı, sokullu pınar'a dönüp ekibin kalanının gelmesini orada beklemeyi planlıyorduk. yani kabus bitecekti.

tırmanışa giden ekibe çok güveniyorduk, her durumda bizim yardımımıza gerek olmayacak kadar güçlü ve deneyimli bir ekipti. ilk telsiz bağlantısı 06.00'da kurulacaktı. ama biz gecenin yorgunluğu nedeniyle bağlantı saatini kaçırmışız. uyandığımızda saat 06.45'ti. yeniden bağlantı kurmayı denerler belki düşüncesiyle telsize sarıldık. telsizi kurcalarken gelen konuşma seslerinin ben telsizden geldiğini sandım ama çadır arkadaşım (yani benim hanım) "hayır!" dedi "dışarıdan geliyor." büyük bir şaşkınlıkla tırmanışa giden arkadaşlarımızın geri dönüşünü izliyorduk. dönüş için saat daha çok erkendi.

tam sırta ulaşmalarına 10 metre kala bir ses: "dub!" ve "çıııııığ!"

bir kişi çığ kulvarının tamamen dışındaymış. iki kişi çığın başladığı noktaya yakın olduklarından sağa sola kaçışarak, çığ onları yutmadan kurtulmuşlar. tam çığ kulvarının üzerinde olan iki kişi ise çığ ile birlikte yüz elli metre kadar sürüklenmişler. bir tanesi akan karla birlikte yuvarlanarak ve taklalar atarak, diğeri ise sürekli durmaya çalışarak kulvarın sonuna kadar inmiş. hiç kimseye birşey olmamış olması büyük şans.

kampı toplamamız bittiğinde herkes hızla aşağıya yöneldi. her adımda karlar azaldı ve gece yaşadığımız kar fırtınasının izleri ortadan yok oldu. sokullu pınar'a vardığımızda salim amca yine güler yüzüyle ve traktörüyle bizi karşıladı. çukurbağ'a, kendi evine götürdü. daha dönüş otobüsü için çok zaman vardı ve o saate kadar bizi evinde ağırladı. çay, öğlen yemeği, elmalar, ikramlar... ama en güzeli de sıcak soba oldu. gecenin soğuğundan ve yaşananların şokundan sonra herkes burada yatışmaya başladı.

herkesin sızdığı saate kadar dönüş yolculuğunun tek konusu vardı:

- çığda yuvarlanırken dizimi bir yerlere vurmuşum, çok ağrıyor şu anda.

- neyse ki toz kar çığıydı. sürükleyip gömmedi bizi.

- asıl o setin üzerinde duramasaydım ve aşağı düşseydim kötü olurdu. en az yedi, sekiz metre vardı orası...

bir başka bisiklet şehri: iskenderun

italya milano'da yaşayan bir arkadaşımız bir keresinde bize motorculardan yakınmıştı:

- milona'da o kadar çok motosiklet var ki arabaların trafikte ilerlemesi olanaksız. kırmızı ışıkta durunca hemen önüne geçiyorlar. öyle bir iki tane değil, kırmızıda beklerken en az on beş motosikletli birikiyor önünde. ışık yeşile döndüğünde onca motosiklet gidene kadar ilerleyemiyorsun ve sonra ışık yeniden kırmızı oluyor. aynı öykü yeniden başlıyor.

- bebekle motosiklete binemiyorsun ki araba kullanmak zorundayım.

iş için geçen hafta içinde iskenderun'a gittim. bir önceki iskenderun'a gidişimde bana aracı sürücüsüyle birlikte vermişlerdi. ilk kez bu gidişimde iskenderun'da kendim kullandım arabayı. hava güzeldi. yolları bilmiyordum ama buluyordum. ellerim direksiyondayken iskenderun'un yolları ve trafiği bir öncekinden çok farklı göründü bana. arabayı kendim kullanınca yollarda ne kadar çok motosikletli olduğunun ayırdına vardım. her yanda, tıpkı avrupa şehirlerinde olduğu gibi park halinde motosikletler vardı. yollarda da çok vardı. her yandan aniden fırlayabiliyorlardı. gideceğim yerlere hep çok yavaş sürdüm.

işte tam o keşmekeşin içinde bir motosiklet ya da bisiklet şehrinde kendimi hep motosikletin üzerinde düşündüğümün ama buna her zaman olanak olmadığının ayırdına vardım. ayrıca şehrin alt yapısı buna uygun olmadan, motosiklet sürücüleri de trafik kurallarına tam olarak uymadan bir motosiklet şehrinin araba sürücüleri için ne büyük bir eziyet olacağının da ayırdına vardım. korkunçtu.

iskenderun belediye başkanı seçimler yaklaştığı için her yana "ya sev, ya terket" yazdırmış. demokrat partili bir belediye başkanı'nın 'demokrasi' anlayışına bizim kadar şaşırmış olan bütün gazete ve televizyonlar iskenderun'daydı. bu kadar demokrat bir belediye başkanının şehre motosiklet ve bisiklete uygun bir alt yapı oluşturmasını beklemek iyimser bir yaklaşım olur herhalde, değil mi?

(fotoğraf ktapur.sitemynet sitesinden alınmıştır.)

19 Kasım 2008 Çarşamba

bir varmış, bir yokmuş: uludağ

uludağ, adı geçince beni gülümseten bir dağdır. en sevdiğim dağ diyemem ama özel ve ayrı bir konumu var uludağ’ın bizim için. hiç tırmanmamıştım, hatta denememiştim bile. ama özel işte, anladınız siz ne demek istediğimi. öyle sanıyorum ki bu yıl için planladığımız yüksek irtifa tırmanışında marmara bölgesi’nin bu en yüksek doruğu bizim için başka bir anlam daha kazanacak, antreman dağı da olacak.

bu ağrı dağı kış tırmanışının niyetine girmek çok kolay olmuştu da hazırlık süreci bir hayli eziyetli oluyor. yaşlanıyorum galiba. geçen pazar günü hacıllı- dikenli köylerinin arasında yürümüştük. üstüne hafta içi iki gün salonda terledik. bir de cuma günü iş için antakya’ya gidip dönünce kolumu kıpırdatacak halim kalmadı. ama hazırlıkları da sürdürmemiz gerekiyor. cumartesi tüm gün yatıp dinlendikten sonra pazar yine düştük yollara.

yükseğe uyum (aklimatizasyon) birçok tırmanış için son derece önemlidir. yüksek dağ tırmanışlarında uyum tırmanışları, tüm tırmanış süresinin büyük bir bölümünü kapsar, çoğu zaman. başarılı bir uyum programı zirve başarısını doğrudan etkiler. biz de kızılkaya’ya (3.767 m.) yapacağımız hazırlık tırmanışına hazırlanmak için uludağ’da (2.543 m.) bir uyum tırmanışı yapmaya karar verdik.

uyum tırmanışlarında yüksekte olmak ve o yükseklikte hareket halinde olmak önemlidir. bunu düşünerek uludağ’da kamp yapmayı planlamıştık. ama birlikte tırmanacağımız arkadaşlarımızın işleri nedeniyle günübirlik gitmeye karar verildi. kötü mü oldu? hayır. dinlenmiş olduk vesileyle.

pazar sabah altıda buluştuk. beş kişi ve beş çanta. ne mutlu ki ticari araçlar var, kutlu olsun sahipleri! arkadaşın ticari aracına çantaları geniş geniş yükledik ve yola düştük. önce eskihisar’dan topçular’a geçtik, sonra yalova- bursa yoluna çıktık. son olarak çekirge’ye ve saat on buçukta da oteller bölgesine vardık.

son hazırlıklarımızı yapıp yürüyüşe başlayacağız. ayakkabılarımı değiştirdim. çantamı elime aldım ki o ne? çanta baştan aşağı ıslak. hatta çantanın içindekiler bile nemlenmiş. bu kadar su nereden geliyor diye araştırırken bir de baktım ki benim evde doldurup çantama koyduğum su torbası tamamen boşalmış. torbanın musluğu çanta ile aracın zemini arasına sıkışmış ve içindeki bir buçuk litre suyun neredeyse tamamı aracın içine boşalmış. neyse ki aracın sahibi arkadaş hazırlıklıymış, çantaların altına branda sermişmiş. aracın içinde oluşan ‘gölete’ çok kızmadı.

sağlam bir zılgıt yemekten arkadaşın tedbirliliği sayesinde yırttım ama susuz kaldım. hava da sıcak mı sıcak. güneş gözlüğümü almayı da unutmuşum. yürüyüşün başlarında epey bir söylendim kendi kendime. yanımıza kar eritir, su yaparız diye ocak almıştık ama dağda hiç kar yoktu ki birader. neyle yapıyorsun? bir zamanlar doruğun yöresinde bulunduğu söylenen buzullardan bile eser kalmamıştı.

oteller bölgesi’nden yürümeye başladık ve görebildiğimiz en yüksek nokta olan keşiş tepeyi hedefledik. uludağ tırmanışları genellikle volfram madeninden başlıyor aslında. çünkü maden dağın doruğuna çok yakın, yaz- kış araçla ulaşılabiliyor ve patikalar sayesinde kaybolmadan gidip dönmek olanaklı. ama bizim amacımız yükseğe uyum sağlamak olduğundan otellerden yürümeye başlamak bizim için daha elverişli. böylece daha uzun tırmanacağız.

1.860 metre yükseklikteki otellerden başlayan tırmanışımızda önce fatin tepe’ye, oradan da keşiş tepe’ye ulaştık. oldukça hızlı tırmandık. daha saat bir bile olmadan üzerinde küçük bir yapı bulunan keşiş tepeye varmıştık. yaklaşık 2.500 m. yüksekliğindeki keşiş tepeden zirveye uzanan yolda fazla yükselti yok. genel görünümü yaylaya benziyor, düz bir arazi. bir sırt hattını izleyerek zirveye kadar gideceğiz, hepsi bu. ama günübirlik bir etkinlik düşündüğümüzden en geç saat ikide dönüşe geçme kararı almıştık. saat ikiye kadar sürekli tırmanacak, ama saat iki olduğunda zirveye ulaşamamış bile olsak dönecektik. öyle de yaptık. 3 saat boyunca hiç mola vermeden, sürekli tırmandık. saat bir buçuk olduğunda zirveye varamayacağımız belli olmuştu. biz de tırmanışı sonlandırıp yarım saat yemek molası verdik ve bulunduğumuz yerden manzarayı izledik.

güneyli bulutlar aşıtları örtmeye başladığında geri dönüşe geçtik. inişi volfram madeninin oradan yapmaya ve rotayı bu taraftan da öğrenmeye karar verdik. gördük ki eğer maden bölgesine kadar arabayla gelseymişiz ve buradan yürümeye başlasaymışız zirveye kesinlikle ulaşabilecekmişiz.

saat beş sularında dönüşe geçtik. bursa çıkışında bir kilo köfteyi hep birlikte mideye indirip bolca sıvı tükettik. ben beş ya da altı bardak su ve bir ayran içtim. ayrıca yolda aldığımız mandalinalardan da hiç değilse on tane filan yemişimdir. buna karşın susuzluğum ertesi gün öğlene kadar sürdü, dinmek bilmedi...

yüksekliğe uyum amacıyla yaptığımız tırmanış boyunca oldukça iyiydik. belli bir tempo ile sürekli tırmandık. salonda döktüğümüz terlerin karşılığını alıyoruz. ama şu anda çok yorgunum, bu yazıyı bitirmek için sabırsızlanıyorum... hazırlık tırmanışına hazırlanırken kendimi tükettim. asıl tırmanışta ne yapacağımı çok merak ediyorum.
o kadar hızlı bir etkinlik oldu ki şimdi bana masal gibi, düş gibi geliyor. bir varmış, bir yokmuş.
(yine yanımda fotoğraf makinesi yoktu. resimler bizimle aynı anda uludağ'da latif osman çıkıgil anısına tırmanış yapan bir grubun gönderdiği resimlerden seçilmiştir.)

17 Kasım 2008 Pazartesi

louvre sarayı’nda güzel sanatlar körlüğü

dağcılık yapanlar bilirler, dağlarda en sinsi tehlikelerden birisi 'kar körlüğü'dür. çevredeki karlar ve ince hava yüzünden dağlarda ışıma o kadar yüksektir ki gözlerinizi korumuyorsanız göz retinası hasar görür, ışıktan kör olursunuz. neyse ki iyi bir tedavi ile kısa bir zamanda gözler düzelir.

louvre sarayı'nda da insanın 'güzel sanatlar körü' olması işten bile değildir. sarayın kendi görkemini bir kenara koyuyorum, dünyanın en görülesi eserleri de buraya toplanmıştır. kendinizi korumazsanız retinanız bunca güzellikten hasar görecek, aklınız almayacaktır. kar körlüğünden korunmanın yolu iyi bir güneş gözlüğü takmaktır. güzel sanatlar körlüğünün çaresi ise louvre sarayı'na birden çok gün ayırmaktır.

paris'e ayırdığımız son günün sabahında erkenden kalkıp sarayın girişindeki kuyrukta yerimizi aldık. müze tüm önemli yapılar gibi seine nehri'nin kıyısında. müzeye, sarayın avlusundaki cam piramidin (caroussel du louvre) altından giriliyor. neyse ki yeterince bilet satış noktası var, çok sıra beklemeden içeri girilebiliyor. (konumuzun tamamen dışında ama neden camdan bir piramide 'louvre dönme dolabı' adını koymuşlar acaba? insan merak ediyor.)

paris'in tanınmış yerlerinde pek çok türkçe konuşan kişi görmüştük. ama louvre müzesi'nde sanırsınız türkiye'desiniz. herkes türkçe konuşuyor, arada yabancı dilde konuşanlar var. öyle birşey... akıllara zarar. sanıyorum türkiye'den gelen paket turlar hep buradan başlıyor.

görsel olarak dolmabahçe sarayı ile louvre sarayı arasında büyük bir benzerlik var ama dolmabahçe sarayı louvre sarayı'nın yanında miniaturk'teki maketler gibi kalıyor. louvre sarayı uzun bir süreçte, birbirine eklenen binaların bir bütün oluşturmasıyla son biçimini almış. versaille sarayı yapılınca kraliyet ailesi oraya yerleşmiş ve louvre sarayını da sahip oldukları sanat eserleri için bir müze yapmaya karar vermişler. fransız devrimi sonrası eserler halka sergilenmeye de başlanmış. zaman içinde müze geliştirilmiş ve yenilenmiş.

louvre sarayı'nı gezmek başlı başına bir çaba gerektiriyor. da vinci şifresi'nin yazarı dan brown, kitabında louvre müzesi için "dev bir at nalı biçiminde planlanmış, avrupa'nın enine doğru en uzun binasıdır. yere yatırılıp arka arkaya eklenmiş 3 eiffel kulesinden bile uzundur" demiş. müzenin değişik bölümleri değişik zamanlarda kapatılabiliyormuş. tıpkı "cube" filmindeki gibi bu da geçitlerin yer değiştirmesine ve yolların karışmasına neden oluyormuş. korkunç. bu nedenle içerideki katlar ve koridorlarda kaybolmadan önemli eserleri gezebilmek için kapıda verilen tanıtım kitapçıklarından mutlaka almak gerekiyor. içerisinde kaç eser bulunduğuna ilişkin çeşitli rakamlar bulunuyor, otuz üç bin diyen de gördüm otuz beş bin diyen de. anlayacağınız o kadar çok eser var ki sayısını tam olarak bilmiyorlar. ancak müzenin halka açık bölümlerinde günde yedi- sekiz bin eser sergileniyormuş. içerideki her eserin başında bir dakika geçirdiğinizi varsayalım ve diyelim ki o gün yedi bin eser görülebiliyor, bu yedi bin dakika demektir. yedi bini altmışa bölersek müzenin yüz on altı buçuk saat kadar bir zamanda ancak gezilebileceği ortaya çıkar. müze günde on saat açık kalıyor ve salı günleri kapalı. o halde yaklaşık iki haftada müzeyi ancak gezip bitirebilirsiniz. buna can mı dayanır? bu yüzden herkes buradaki en tanınmış eserler olan mona lisa, milo venüsü, kayalıklar bakiresi gibi eserlerin önünde bir dakika kadar kalıp diğerlerine göz ucuyla bakıyor. bu biçimde bile bir günde gezmek neredeyse olanaksız.

italyan eserleri, fransız eserleri, islam eserleri, okyanusya, mısır, antik yunan eserleri gibi salonlarda, büyüklü küçüklü bir çok heykel ve resim var. mona lisa ve isa'nın son akşam yemeği tablolarının önünde iğne atsan yere düşmez bir kalabalık olmasına karşın bazı salonlarda kimseyi görememeniz şaşırtıcı. insanlar louvre müzesi'ne "mona lisa'yı gördüm." demeye geliyorlar sanırım. leonardo da vinci tarafından yapılan bu tablo müzede yer alan bir çok dev boyutlu tablonun yanında epey küçük kalıyor. bizim evlerimizde aile büyüklerinin resimlerini içine koyup duvara astığımız çerçeveler kadar birşey mona lisa'nın boyutu. önünde de cam bir koruma var ve bir görevli sürekli başında duruyor. tabloya gösterilen ilgi tablonun kendisinden daha ilginç geldi bana. magazincilerin popüler bir yıldıza gösterdikleri ilgi gibiydi, ya da bir film galası...

paris'te bizim gezdiğimiz müzelerin tümünde kamera ve fotoğraf çekimi yapmak serbestti. louvre müzesi'nde de çekimler yaptık. ancak bir çok müzede çekim yapmak eserlere zarar verdiği için yasaklanmış durumda. hele de flaş patlatmak olanaksız. bu çekim yapma izni sergilenen eserlerin birer kopya olup olmadığı düşüncesini uyandırıyor insanda. müze içinde bir kısım sanat okulu öğrencisi ve çalışan tabloların önünde sürekli kopyalarını yapıyorlar. acaba tabloları sürekli kopyalayıp bunları asıyor olabilirler mi? neden olmasın. anlayamıyorsun ki.

eiffel kulesi ile birlikte paris'in en kalabalık yerlerinden birisi olan louvre sarayını öğleden sonra saatlerinde karnımız iyiden iyiye acıktığı için terk ettik. bu kalabalık ve güzel sanatlar körlüğü bizi iyiden iyiye yormuştu. biraz kendimize uygun birşeyler yapma isteğiyle 'lüksemburg bahçesi'ne yöneldik. lüksemburg bahçesi 1612 yılında Medici ailesinden Marie de' Medici tarafından sarayın protokolünden kaçmak için yaptırtılmış. louvre sarayından kaçmak istendiğinde burası çok uygun bir yer gerçekten. paris'in sonbaharını, içinde spor sahaları, heykeller ve havuzlar bulunan; insanların sandalyelerde ve otların üzerinde oturduğu bu tanınmış ve son derece güzel bahçede geçirdikten sonra akşam saatlerinde gare du nord'a geçtik. amsterdam'a geri dönüyoruz.

(louvre müzesi'ne ilişkin daha çok fotoğraf için http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/Louvre#)

(lüksemburg bahçesi'ne ilişkin daha çok fotoğraf için http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/LKsemburgBahEleri#)

hafıza-i beşer nisyan ile malûldür: antakya

ocak 2006'da güneydoğu anadolu'nun bir bölümünü gezmiştim. antakya'ya da gitmiştim. cuma günü bir iş gezisi için yeniden antakya'ya gitmem gerekti. inanır mısınız, hiçbir yer bana tanıdık gelmedi, yollar bile. neyse ki o geziyi defterime yazmıştım. antakya etnoğrafya müzesi'ni, habibineccar camisi'ni, st. pierre kilisesi'ni ve samandağ titus tüneli'ni gezmiştik. sokaklarda dolaşmış, hatta üniversite'den bir arkadaşımla akşam yemeği bile yemiştik. ama bu gidişim sanki antakya'ya ilk gidişim gibiydi. bir tek "arsuz" adı bana biraz tanıdık geldi. arsuz sahilinde kumsalda biraz zaman geçirmiştik.

sabah 07.30'da istanbul sabiha gökçen havaalanı'ndan kalkan uçakla adana'ya oradan da arabayla iskenderun'a geçtik. iskenderun'da kısa bir duraktan sonra antakya'ya hareket ettik yeniden. kırk beş dakikalık bir yolculuğun ardından öğlen on iki sularında antakya'ya vardık. istanbul'un ürperten sabah soğuğundan sonra güneyin sıcağı bana çok iyi geldi. yol boyu bize eşlik eden amik ovası ve amanos dağları bile tanıdık gelmedi. amanos dağları'nın doruklarının nefes kesici görüntüsünü nasıl hatırlayamıyorum, kendime şaşıyorum. antakya'ya vardığımızda hep tanıdık bildik birşeyler, hafızamı canlandırmama yardımcı olacak birşeyler aradı gözlerim. defterime bakınca gezinin son kısmında hastalandığımı hatırladım. belki de o yüzden hatırlayamıyorumdur. (bahanem de hazır.)

yemek yenecek iyi bir yer sorduk. "muhtar'ın yeri" yanıtını aldık. çalışanlar güleryüzlü ve ilgili, ortalık temizdi. mezelerden tatmanızı kesin olarak öneririm. ortaya karışık meze tabağı önerdiler, hepsine ama özellikle taratorlarına bayıldım.

antakya'da yemeğimizi yedikten sonra yeniden iskenderun'a döndük. belediye ve tapudaki işlerimi hallettikten sonra belediyenin tam karşısındaki petek pastanesine oturduk. antakya'nın en ünlü künefesi burada yapılıyormuş. dondurmalı künefe söyledik. tuzsuz künefe peynirinden yapılmış gerçek künefe yedik. ama porsiyonu çok büyüktü, bana biraz ağır geldi. istanbul'da yediğimiz künefelere o kadar alışmışım ki bu farklı tadı yadırgadım. (beğenmedim dememek için kırk takla atıyorum burada)

tatlımızı da yedikten sonra dönüş zamanı geldi. aracımıza atlayıp yeniden adana'ya ve oradan da uçakla istanbul'a döndük. bu ye-kaç harekatı bana "unutkanlık, insan belleğinin özrüdür" (hafıza-i beşer nisyan ile malûldür) dedirtti.

(birinci resim etnoğrafya müzesindeki "antakya lahdi", ikincisi st. pierre kilisesi, üçüncüsü arsuz sahili)


13 Kasım 2008 Perşembe

hacıllı dikenli arasını yürüdük, bana mısın demedik

hanımla ikimiz büyük bir projenin niyetine girdik: ağrı dağı'nda kış geçişi. çok zor bir etkinlik olacak. türkiye'nin en yüksek dağı. en yüksek dağının kuzey yüzünün tırmanışı. kuzey yüzünün kış tırmanışı. kuzey yüzünün kış tırmanışı boyunca kamp yükünün taşınması ve güney yüzünden aşağı inilmesi. öyle böyle değil, çok sağlam bir uğraşı gerektirecek.

ama biz tatlı su dağcılarının işi belli olmaz. son dakikaya kadar her an cayabiliriz. insan tatlı su dağcısı olunca caymak için aklına bir sürü bahane geliyor: çadırımın fermuarı koptu, kafa lambamın pili bitti, ayakkabımın bağcığı çözüldü...

yine de cayacağımız güne kadar hazırlıkları sürdüreceğiz. spor salonuna yazıldık, etkinlik toplantısında hazırlık tırmanışlarını belirledik, yapacağımız diğer hazırlıkları gözden geçirdik, saatleri ayarladık filan.

22-23 kasım hafta sonu, aladağlar'da yapacağımız hazırlık tırmanışına hazırlanmak için yapacağımız yürüyüşe hazırlanmak için iki gün salonda terledik. sonra hazırlık tırmanışına hazırlık yürüyüşü hazırlıkları yaptık: ekip, rota, yiyecek ve içecekler...

biz en büyük zorluğu genellikle rota seçiminde yaşarız. insan pazar günü keyifli keyifli yürümek istiyor. bildiğimiz, kolay ve ucuz ulaşabileceğimiz bir yer olmalı. uzun saatler araç içinde yolculuk yapıp sonrasında kısa bir yürüyüş yapmak ya da kaybolup pazartesi sabahına kadar yürümek ve yine de bir yere ulaşamamış olmak istemiyoruz. kaybolmaktan korktuğumuz yok ama kaybolmak da istemiyor insan işte. neyse ki pazar günü için seçtiğimiz hacıllı ve delikli köyleri arasındaki bölgede bize yol gösterecek arkadaşlarım, daha önce burada dillere destan bir biçimde kaybolmuştu ve yolu yeniden bulana kadar geçen süreçte yöreyi iyice öğrenmişlerdi. yani öyle olmasını umuyorduk hepimiz.

hazırlıklar başladı. tüm ekip ulaşım için motosiklet kullanacak, kahvaltıyı da yolda birlikte yapacağız. yönümüz şile. yol üzerindeki gözlemecilerde buluşma kararı aldık. benim hanımın rahatsızlığı on gündür geçmediği için biz son anda motorla gitmekten vazgeçtik. yürüyüş sonrası terli olur ve motosiklete binersek iyice kötüleşir diye düşündük. sağlık durumumuzu hazırlık tırmanışı öncesi riske edemezdik. ama pazar günü hava insanı üşütmeyecek kadar güzeldi. arabanın içinden, yata yata gözlemecilere doğru yol alan motosikletleri gördükçe içim gitti.

hanımla biz şile yolu üzerinde hep aynı gözlemecide duruyoruz: büşra gözlemecisi. orada bahar adında, ilköğretim okulu çağlarında bir kız var. gördüğüm en şirin çalışanlardan biri. sekiz kişi sipariş verdik, hepsini aklında tuttu ve doğru olarak getirdi. aklını karıştırmak için yaptığımız küçük şakalara gülüp geçti, 'nasıl olsa başaramayacaksınız' edaları fırlattı bize.

kahvaltı sonrası yine düşüldü yola. ovacık- osmanköy kavşağına kadar şile yolu, sonrasında virajlı köy yolları, teke ve hacıllı. bu köy yollarında motosiklet kullanmanın keyfini size sonra anlatacağım. ama ben araba içinde her virajda yavaşlayıp ıkına sıkına ilerlemeye çalışırken motorcu arkadaşların virajlarda yatarak nasıl ilerlediğini görmenizi isterdim. epey bir fark attılar bizim arabaya. köyün girişindeki gevşek mıcırda da onlar epey terlemişler, biz çok rahattık.

köy kahvehanesinde içilen demli çaylardan sonra yürüyüşümüz başladı. yolu bilenler 'dikenli köyüne üç saatte gider, bir çay içer, üç saatte de döneriz' diye öngörmüşlerdi. hava kararmadan dönüşe geçmek için bu plan uygundu. buna karşılık hesapta bir hata vardı: yürüyüşte bulunan herkes düzenli spor yapan kişiler olduğundan tempo oldukça yüksekti. fazla engebeli olmayan yörede hızla ilerleyen grubumuz iki saat bile olmadan dikenli köyüne ulaştı. her zamanki gibi en arkadan ben ulaştım. grupta ayağı yeni alçıdan çıkmış bir bayan arkadaşımız vardı, o bile benden önce vardı. yürüyüş sırasında da ayağının durumuna karşın iki lakırdı edelim falan diye yanıma geliyordu ama ne mümkün. nefesimi ayarlayamıyorum ki. iki kelam edip susuyorum. inşallah onunla konuşmak istemediğimi, konuyu kapatmaya çalıştığımı düşünmemiştir. nereden bilsin benim tıknefes olduğumu...

bu yürüyüşlerin en sevdiğim yanı spor yapıp enerji harcamış olmanın verdiği huzurla kalori hesabına girmeden yemek yemek. tıka basa yiyorum tahmin edeceğiniz üzere. köy kahvesine yaklaştıkça yiyeceklerimi düşlemek bile heyecanlandırıyordu beni, hızlanmama yardımcı oluyordu. ama hanımla yiyeceklerimiz hakkında konuşurken, aldıklarımızın tümünü arabada bıraktığımız ortaya çıktı. ben hanımın yiyecekleri çantaya yerleştirdiğini düşünüyordum. o da benim yerleştirdiğimi sanmış. üzüntü ve muz kabuğu... neyse ki yanımızda dostlarımız var, bir de bisküvi.

dikenli köy kahvesinde soba başında, taze demlenmiş çaylarla elde olanları katık ettik. yapılabilecek yeni etkinlikler, planlar ve programlar üzerine yol boyu yaptığımız konuşmalar çay eşliğinde sürüp gitti.

hızlı yol alıyor olmamıza karşın çok da oyalanmadan dönüş yoluna geçtik. yemyeşil vadilere girdik yeniden. gelirken çokça kullandığımız traktör yollarından uzaklaşıp fundalık ve ağaçların arasından dereye doğru yöneldik. bazı kısımlarda göz temasını kaybettiysek de dağılmadan ve kaybolmadan dereye ulaştık, oradan da derme çatma köprüyü geçip tekrar hacıllı'ya döndük. birkaç kişi yörede kaya tırmanışı çalışan arkadaşları görmek için ayrılırken biz hacıllı köy kahvehanesine yorgunluk çaylarımızı içmeye gittik.

varır varmaz ilk yaptığımız terli giysileri arabanın içinde değiştirmek oldu. arabanın içi motosiklet koruması, kask ve giysi doluydu. herkes dönüş için motorlarına binmeye başladığında doktorumuz hala bir yandan ceplerini karıştırıyor, bir yandan da söyleniyordu. motorunun anahtarlarını bulamıyormuş, yürüyüş sırasında cebindeymiş, dikenli köy kahvesinde de bir ara eline alıp oynamışmış. dönüş yolunda düşürdüyse yandı. bulamazsa motoru yürütmeye olanak yok. doktoru alıp arabayla götürsek bile motoru almak için yine buraya gelmesi gerekecek. bir sürü uğraşı. güzel bir pazar gününü kabusa çevirecek olaylar listesinde ilk sıralarda yer almaya aday bir olay yaşanıyor, anlayacağınız. anahtar kaybetme konusunda epey tahsilli olduğumdan kendi yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.

doktor tüm ceplerini üçüncü ve çantasını da ikinci kez aramaya giriştiği sırada benim hanımın aklına dikenli köy kahvesini aramak geldi. en son orada görülmüştü anahtarlar, orada kalmış olabilirdi. hacıllı köyü'nün muhtarından dikenli köyü muhtarının telefonunu bulduk, derdimizi anlattık. muhtar kahveye gidip bize durumu haber edene kadar zaman akmak bilmedi. neyse ki haberler iyiydi, anahtarlar kahvehanecideydi. masanın üzerindeki tepsinin altında kalmış anahtarlar, kalkarken görmemişiz.

yaptığımız rahat yürüyüşte enerjilerini tüketememiş ve daha fazla adrenalin arayıp duran üç motorcu arkadaş hemen motosikletlerine atlayıp alacakaranlıkta dikenli köyü'ne doğru sürdüler demir atlarını... biz mi? biz tatlı su motorcusu olduğumuzdan kahvede sobanın yanına oturup muhabbet ettik, gelsin çaylar, gitsin bisküviler. motosikletli arkadaşların dikenli'ye ulaşmak için kullanmak zorunda oldukları yolu haritada görmenizi isterdim. bizim toplamda üç saatte yürüyerek gidip döndüğümüz, nereden baksanız on kilometre kadar olan yolu arkadaşlar bir buçuk saatte ancak alabildiler. döndüklerinde yetmiş kilometre yol yapmışlardı. ne macera... gündüz yürüdüğümüz yolu yeniden yürüsek daha mı iyiydi ne? anahtarları getiren arkadaşlara kahvede ısınmaları için çay ısmarladıktan sonra dönüşe geçtik.

bahardan kalma, güzel bir gündü. hazırlık tırmanışına hazırlık için güzel bir yürüyüş yaptık. dönüş yolunda motosikletliler karanlıkla gelen soğuktan donarken biz arabanın klimasını çalıştırıp radyomuzu açtık. bir yandan fenerbahçe'nin galatasaray'ı 4-1 yendiği maç hakkında konuşurken bir yandan da doktorun bu gece nasıl uyuyacağını konuştuk: acaba anahtarları bulduğu için rahat mı uyurdu, yoksa dağınıklığı nedeniyle kendisine kızıp huzursuz bir uyku mu uyurdu. umarım huzurlu uyumuştur çünkü herkes çok güzel bir gün geçirdiği için keyifliydi dönüş yolunda.

ama benim kafamda hala soru işaretleri var. acaba hazırlık tırmanışına hazır mıyım?

(fotoğraflar için çekenlere teşekkür ederim. makinem olmadığından yine görüntü alamadım.)

11 Kasım 2008 Salı

paris’in en yüksek yerinden bakış: sacre coeur

"füniküler" sözcüğü sanıyorum türkçe'de kullanılan en tuhaf sözcüktür. ne zaman taksim-kabataş arasında yer altında, eğik düzlemde giden metro hattı inşa edildi, o zaman bu garip sözcük yaşamımızın bir parçası oldu. teşekkürler, istanbul'un muhafazakar belediye başkanı kadir topbaş!

bir kere "füniküler" sözcüğünü söylemek çok zor. varsayalım ki dilimiz döndü söyledik, karşımızdakinin –özellikle de istanbullu değilse- anlaması çok zor.

paris'te sacre coeur'a çıkan bir tane "funiculaire" olduğunu gördüğümde kafamda sürüp giden sözcüğün kökenine ilişkin tartışma sona erdi. ama neden türkçe'ye bu sözcüğün sokulduğuna ilişkin tartışma kafamda sürüp gidiyor. istanbul'da eğik düzlemde ilerleyen, tarihi bir metro zaten vardı: "tünel". buna da "taksim tüneli" diyebilirdik... bu fransız özentisi muhafazakarlar (!) ne demeye bu sözcüğü kullanıma soktular anlamıyorum. kızdım yine.

'islamlık kolaylıklar dini' diye boşuna demiyorlar. bakın bizim camilere, hep en kolay ulaşılabilecek yerlere kuruluyor. oysa kiliseler öyle mi? ilk çağlardan beri hep en ulaşılamaz yerlere kurulmuş kiliseler. acaba hristiyanlığın ilk zamanlarında isa'ya inananların ağır saldırı altında kalmış ve saklanmış olmasının bunda bir etkisi var mı?

bildiğim bir şey varsa o da rahiplerin cinsel ilişkiye girmeme konusunda ettikleri yemini tutabilmeleri, kesinlikle fransız kadınlarından uzak bir yaşam sürmelerine bağlıdır. düşünsenize tam tanrıyı ve öğretisini düşünerek ibadet ederken önünüzden tüm çekiciliği ile bir fransız kadını geçiyor. ortada ne ibadet kalır, ne yemin. bu konuda victor hugo'nun yazdığı "notre dame'ın kamburu" (ya da tam çevirisiyle "paris'in notre dame'ı") kitabını sizlere delil olarak sunmak istiyorum. notre dame katedrali şehrin ortasındadır ve başrahip bir çingeneye aşıktır. oysa sacre coeur bazilikası'nın rahiplerinin adı tarihte herhangi bir söylentiye karışmış mıdır? hayır. niye? çünkü bazilika paris'teki tek tepenin üzerindedir.

bu yüzden de basilica de sacre coeur'e bir funiculaire ile çıkılıyor. ama akılsız başın cezasını ayaklar çekiyor işte. doğru düzgün araştırma yapmadığımız için biz giderken orada bir funiculaire olduğunu bilmiyorduk, ne yazık ki. el yordamıyla gezmeye kendimizi adamış insanlar olduğumuzdan bütün gün yürüyüp yorulmuş bedenimizi bir de bazilikanın bulunduğu tepeye tırmandırdık. oraya varıp da teleferik dikliğindeki funiculaire'i görünce ne kadar şaşırdığımızı ve hayıflandığımızı artık siz düşünün.

ancak yürümek bize sacre coeur'ün orada bulunan sanatçılar sokağını gezme ve eserleri kısa da olsa inceleme fırsatı verdi. bir dönem salvador dali de burada yaşamış ve yaşadığı ev şu anda müze olarak gezilebiliyor.

sacre coeur bazilikası'nın mimarisi notre dame katedrali'nin mimarisinden çok farklı. yine yüksek bir yapı ve gotik etkiler var ancak notre dame'ın tersine yumuşak, yuvarlak hatlar dış görünümde ağır basıyor. biraz amerikan başkanlık konutu beyaz saray'a benziyor. bazilika sözcüğü ise kilisenin mimari biçimini anlatan bir sözcük. bir zamanlar bergama'da roma imparatoru hadrianus tarafından milattan sonra ikinci yüzyılda yapılmış bazilika'yı gezmiştim. o yıkık bazilikanın görkemi ve etkileyiciliği sacre coeur bazilikasında da hissediliyor biraz.

ama paris manzarası olmasa sacre coeur bazilikası'nın bu kadar çok turist çeken bir yer olacağından emin değilim ben. bazilikanın bulunduğu tepe beşiktaş'ın "beleş tepe"si ile benzeşiyor biraz. eiffel kulesi'ne çıkmayan ya da çıkamayan insanlara ücretsiz paris manzarası sunuyor. bu manzaradan etkilenmeye gelen sanatçılar da burasını paris'in görülesi yerlerinden birisi yapıyor.

funiculaireden indiğinizde herkesin dilinden düşüremediği, paris'in simgelerinden olmuş "moulin rouge" tavernasına yürüyüş mesafesinde oluyorsunuz. o sokaklarda biraz istanbul eminönü ya da izmir kemeraltı havası sezilebiliyor. bu havayı biraz koklamak ve tavernanın önündeki yel değirmeninin altında fotoğraf çektirmek isterseniz yürüyün derim. ama içeri girmeyecek olduktan sonra önünde fotoğraf çektirmek niye?


3 Kasım 2008 Pazartesi

kol gücüyle boğaz turu

kasım ayı gelmiş olmasına karşın istanbul'da hava yaz gibi. pastırma yazını değerlendirmek için cumartesi günü denize inmeye karar verdik. türlü aksilik ve zamansızlık nedeniyle eylül ortasından beri kürek çekmemiştim.

öte yandan motosiklete de en son iki ay önce binmiştim. epey sabırsızca cumartesi sabah erkenden kalkıp hazırlandım. deniz malzemelerini çantaya koyup motosiklet korumalarını üzerime giydikten sonra kavacık üzerinden paşabahçe'ye yollandım.


bodeka kayıkhanesinde buluştuk. deniz pürüzsüzdü. hava, rüzgar esmesini isteyeceğimiz kadar sıcaktı. bir kasım gününde yanacağım aklıma gelmediğinden yanıma şapka, güneş kremi gibi koruyucular almamıştım. ama akşam olana kadar öyle bir yandım ki hayretler içinde kaldım. işi bilenler sonbaharda deniz kayağı yapmanın yazın yapmaktan daha güzel olduğunu söylerlerdi ama onların bile bu havaya şaşırdıklarına eminim. denizde hiç dalga yoktu.

kısacık deniz kayağı kariyerimde hep paşabahçe'den karadeniz'e doğru kürek çekmiştim. anadolu kavağı, keçilik koyu ve poyraz'a gitmişliğim vardı. bu sefer rota marmara denizi'ne doğru çizildi. kayaklar hazırlandı, denize çıkıldı. bu yaz, zaman bulup da boğaz turu yapamadım. işte benim köprünün altından geçme fırsatım!

ilk günlerde deniz kayağının fazla dengesiz olduğunu düşünüyordum. çünkü eğitim alırken kullandığım kayak alabora olmuştu. inanın bana suda başaşağı durmak son derece keyifsiz oluyor. bu deneyim nedeniyle ilk denize çıkışlarımda hiç rahat değildim. ama bu sefer sanıyorum ilk kez denize çok rahat çıktım. buna karşın hala teknenin üzerindeyken fotoğraf çekecek kadar rahat değilim. denizdeyken yalnız denizle ilgileniyorum, fotoğraf makinemi ıslatma olasılığını göze alamıyorum.

karadeniz'e doğru seyrederken, bana göre, en tehlikeli durum motorlu deniz taşıtlarının yanımızdan geçerken deniz kayağını devirebilecek boyutta dalgalar yaratmasıydı. özellikle dev tankerlerin yarattığı dalga on dakika sonra ulaştığından tetikte olmakta yarar var. ama dev tanker dalgalarından daha kötüsü de var: yanınızdan hızla geçen sürat teknelerinin oluşturduğu dalgalar. bir de el sallamak için iyice yaklaşıyorlar tehlike katmerleniyor.

üsküdar'a seyrederken bu motorlu tekne tehlikesine bir de olta balıkçılarının gönderdiği kurşunlar eklendi. sıra sıra dizilen olta balıkçılarının fırlattığı kurşun ağırlıklar kaç sefer kayağımın sağına soluna düştü. kayağa çarpması sertleştirilmiş plastiğe büyük olasılıkla bir zarar vermeyecektir ama bana çarpmasının korkunç bir zarar vereceğine eminim. çünkü iğneyi elli metre uzağa fırlatabilmek için bir hayli büyük ağırlıklar kullanıyorlar. bir ara ortam savaş filmi sahnesi gibiydi: kayağın sağına soluna sürekli kurşun ağırlıklar "cup, cup!" diye düşüyordu. tehlike nedeniyle boğazın ortasına doğru daha da açılmak zorunda kaldık.

seyir sırasında denizde başka bir grup kürekçi ile karşılaştık. kendilerine "team tuareg turk" diyen bu macera yarışı takımı yurt dışında katılacakları yarış için hazırlık yapıyordu ve bizim gittiğimiz yönün tersine, karadeniz'e doğru kürek çektiler. selamlaşıp yolumuza devam ettik.

köprünün altından geçmenin neye benzediğini tamamen unutmuşum. kürek çekerek geçtiğimden midir nedir, köprü bana daha bir görkemli, daha bir büyüleyici göründü. önce köprünün altından sonra kuleli askeri lisesi'nin yanından geçtik. en son beylerbeyi balıkçı barınağına yakın bir yerde bir konağın önünde durduk. akıntıyla sürüklenmemek için bir şamandıraya tutunarak öğlen yemeğini kayakların içinde yedikten sonra dönüşe geçtik. öğlen yemeğini de kayakların içinde yiyince ilk kez bir etkinliğin başından sonuna kadar kayaktan hiç inmemiş oldum. inerken bacaklarımdaki ağrıyı tahmin edersiniz.

cumhuriyet bayramı tatilini yatakta hasta olarak geçirmiştim. kendimi daha yeni toparlıyordum. o yüzden dönüşte akıntıya karşı kürek çekmek, dalgalarla uğraşmak, kurşunlardan sakınmaya çalışmak beni epey yordu. kayıkhaneye varana kadar hastalık bitkinliğini henüz tam atamamış bedenimin tüm enerjisini sonuna kadar kullandım. sabah kürek çekmek için sabırsızlanan ben şimdi eve dönüp dinlenmek için sabırsızlanıyordum. ekipmanı yıkayıp soğuk suyla duş aldım. motosiklet korumalarımı hızlıca kuşanıp geldiğim yolda keyifli bir sürüşle eve döndüm...

(bu hafta sonu yanımda fotoğraf makinesi ne yazık ki yoktu. bu fotoğraflar paşabahçe keçilik arasında kürek çektiğimiz başka bir etkinlikten alınmıştır. o etkinliği yazmak kısmet olmamıştı. bari fotoğraflarını kullanayım dedim.)

31 Ekim 2008 Cuma

paris’teki en çirkin yapı: eiffel

eiffel kulesi, fransa'nın simgesi olmasına karşın paris'te ilgimi en az çeken yapıydı. paris'e giden herkesten bir kez dinlediğim, bolca resmini gördüğüm, hakkında epey çok şey duyduğum ve okuduğum için benim için artık ilginçliğini yitirmişti. tıpkı yeterinden uzun süren bir televizyon dizisi gibiydi. bu yüzden eiffel kulesi'ne gitmek için hiç acele etmedim.

öncelikle şunu söyleyeyim: eiffel'in paris'in her yerinden görünmesi yalnızca bir abartı. paris'in her yerinde çok eski, çok görkemli ve yüksek yapılar var. bu nedenle kentin birçok yerinden eiffel hiç görünmüyor. hoş görmek isteyen de pek yok.

bir tarihte izmir'de bindiğim bir şehir hatları otobüsünde, en arka koltukta liseli çocuklar kendi aralarında konuşuyorlardı:

- izmir'in en güzel manzarası da varyant'tan aşağı inen otobüslerden seyrediliyor.

- evet, evet. hele de güneş batıyorsa... katmerleniyor o güzellik.

- hilton'un ne kadar yüksek olduğu da daha iyi anlaşılıyor bu yükseklikten

- di mi! izmir'in erkeklik organı gibi duruyor... ehe ehe ehe!!!

gördükleri görüntüyü, yeni ergen düşünceleriyle yorumlayan o arkadaşlarımın eiffel kulesi için ne diyeceklerini çok merak ediyorum. tepesindeki televizyon vericileri ile birlikte 327 m. yükseklikte, daralarak yükselen sivri, demir bir ok.

şimdi şu alıntıyı bir okuyalım:

"... kule, (ilk yapıldığı dönemde) onu bir utanç lekesi olarak gören paris halkının tepkisini çekmiştir. bazı sanatçılar devasa bir sokak lambasına benzetirken, bir fabrika bacası gibi paris'in görsel itibarını zedeleyeceğini ileri sürmüşlerdir. böylelikle devrin sanatçı ve edebiyatçı çevresinde bir kampanya başlatılmış, bu kampanya süresince ünlü sanatçıların imzaladığı bildiriler dağıtılmıştır. bugün ise eyfel kulesi, dünyanın en güzel mimari yapılarından biri olarak kabul edilir..."

gördüğünüz gibi sayın seyirciler, zaman içinde güzellik anlayışı nasıl da değişiyor. yapıldığı dönemde sanatçı ve edebiyatçı çevresinin hiç beğenmediği, paris halkının tepkisini çeken bir yapıyı şu anda yılda altı milyon insan ziyaret ediyor. sanırsınız herkes bayılıyor. kulenin altında upuzun kuyruklar oluşuyor. kulenin dört ayağında yer alan asansörler vızır vızır, yukarıya insan taşıyorlar.

bana göre eiffel kulesi'nin görsel olarak hiçbir güzelliği yok. yalnızca simgesel bir anlamı var. eiffel kulesi, fransız devriminin 100. yıl kutlamaları için 1887 yılında yapılmaya başlanmış ve 1889'da bitirilmiş. önemi bu. fransız devriminin ruhunu yaşatıyor, yaşatmalı.

bana göre eiffel kulesi'ni kalabalık bir yer haline getiren belki de tek neden paris'i yüksekten görme isteği. paris'te –montmartre tepesini saymazsak- hiçbir önemli yükselti bulunmuyor. eiffel kulesi, maine-montparnasse kulesi ve montmartre tepesi şehri yukarıdan görebileceğiniz yegane yerler. işte eiffel kulesini ilginç yapan tek şey paris'i yukarıdan görebilme olanağı. üç tane seyir terası bulunan eiffel kulesi'nin en yukarısındaki seyir terası 276 metre yükseklikte. kalan herşey pazarlama. insanlar bu güzel şehri yukarıdan görmek istiyorlar, o kadar.eiffel kulesi mimari olarak ya da görsel olarak hiç de güzel değil. paris'te mimari olarak 'güzel' olarak adlandırılabilecek o kadar çok yapı arasında bence eiffel kulesi'nin adı bile geçmez. ama çevredeki onca güzel yapıyı yukarıdan seyretme düşüncesi oldukça çekici olsa gerek. geçenlerde bu tezimi doğrulayan birşey duydum: adamın birisi her akşam eiffel kulesi'nin üzerindeki restauranda yemek yiyormuş.

- neden bu kadar sık burada yemek yiyorsunuz? diye sormuşlar.

- paris'te eiffel kulesi'ni görmeden manzara seyredebildiğim tek yer burası da o yüzden. demiş.

yine de eiffel kulesi'ni güzel bir yerden görmek istiyorsanız adresiniz 'trocadero meydanı' olmalı. buradan eiffel kulesi'ni çevresiyle birlikte bir bütün olarak görebiliyorsunuz. arkasındaki ve önündeki parklarla birlikte gördüğünüzde biraz olsun birşeye benzetebiliyorsunuz. bizim paris'te bulunduğumuz dönemde fransa avrupa birliği dönem başkanlığı'nı yürüttüğünden geceleri masmavi ışıklandırılıyordu. kulenin üzerine de, dairesel olarak konumlandırılmış, sarı renkli yıldızlar yerleştirilmişti. böylece bir avrupa birliği bayrağı görüntüsü yaratılmıştı. trocadero meydanı eiffel kulesiyle birlikte fotoğraf çektirmek için belki de şehirdeki en uygun meydan. çünkü bu kadar büyük bir yapıyı yakından kadraja yerleştirmek mümkün olmuyor.

biz trocadero meydanından eiffel kulesinin altına kadar yürüdük ama tüm günü bu çirkin, demir kulede geçirmemek için bilet kuyruklarına hiç girmedik. yakından incelemekle yetindik. kulenin ayaklarından bir tanesinden eiffel'deki restaurant'a çıkılıyor. eğer bilet kuyruğu beklemeden manzara seyretmek isterseniz bu seçeneği kullanabilirsiniz. ancak girmeden kapının önüne konmuş olan mönüye ve özellikle fiyatlara bir göz atın derim. ben bir tatlı su gezgini olarak belli bir bütçenin dışına çıkmadan geziyorum ve size rahatlıkla söyleyebilirim ki eiffel'de yemek yemeye kalksaydım tüm gezi bütçem kadar bir para harcardım herhalde. gördüğüm en pahalı yemek listesiydi.

tatlı su doğaseverleri olarak biz kulenin üzerine çıkmak yerine, "champ de mars" denen, neden böyle dendiğini bilmediğimiz yeşilliklerde turlamayı seçtik. sonra da yönümüzü eiffel kulesi'nin hemen yanında uysal bir biçimde akan seine nehri'ne çevirdik. "bateaux parisiens" denen belediye teknelerinden birisine binip seine nehri'nde bir tura çıktık. paris'in en güzel yapıları, louvre sarayı, d'orsay sarayı, notre dame katedrali... hep seine nehri'nin kıyısında. tekne turu bu yapıların çoğunu görmenizi sağlıyor. eiffel kulesi'nin oradan başlayan tekne turu, üzerinde notre dame kilisesi'nin bulunduğu adaya kadar gidip adanın çevresinden döndükten sonra aynı bağlama yerinde sizi indiriyor.

bu tura mutlaka katılmak gerekir diye düşünüyorum. teknede, bir örneğini müzelerde gördüğümüz "önemli eserleri anlatan telefon"lardan var. 9 dilde yayın yapılıyor bu telefondan. (ama ne yazık ki bunlardan bir tanesi türkçe değil.) yabancı dil biliyorsanız yanından geçtiğiniz yapıların ne olduğunu telefondan öğrenebiliyorsunuz.

ne yazık ki tatlı su gezginleri için gezdiği yerlerde yapılabilecekleri sıralayan bir arama motoru daha yapılmadığından biz önce yapıları gezdik, sonra tekne turu yaptık. oysa ilk paris'e geldiğimiz zaman bu turu yapmış olsaymışız daha anlamlı olacakmış. gezdiğimiz yapıları bir kez de seine nehri'nden görmek çok anlamlı olmadı. bunun üzerine bir de nehrin seviyesinin yapıların seviyesinden epey aşağıda olmasını eklediğinizde tekne turu bizim için daha çok yorgun ayaklarımızı dinlendirme zamanı gibi geçti. ancak akşam ışıkları eşliğinde bu teknelerden birisinde yemek yemenin ne kadar keyifli olacağını sizlerin takdirine bırakıyorum...

(daha fazla resim için: http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/Eiffel# )

24 Ekim 2008 Cuma

arc de triomphe

paris'e gitmeden önce champs-elysees'nin ('şanzelize' diye okunuyor. paris'teki yerler arasında eiffel'den sonra adını en çok duyduğumuz 'şanzelize' var ya. işte o şanzelize böyle yazılıyor. benzemiyor bile. akıllara zarar.) eiffel kulesi'ne giden yol olduğunu sanırdım. gördüm ki alakası yokmuş. concorde meydanı'nda başlayıp charles de gaulle meydanında biten bir bulvar champs-elysees. parislilerin 'dünyanın en güzel bulvarı' olarak tanıttıkları champs-elysees aynı istanbul'un barbaros bulvarı ya da ankara'nın kızılay yokuşu gibi bir yer. o paris görmüşlerin dilinden düşmeyen şanzelize altı üstü ağaçlandırılmış bir yolmuş. araba sürücülerinin buraya dünyanın en güzel bulvarı demesini anlarım, bu kadar geniş bir yol bulduklarına seviniyorlar belli ki. ama yaya parisliler tam olarak neyi seviyor onu anlamak çok mümkün değil. neyse ki charles de gaulle meydanı çok uzakta değil de 'zafer takı'nı (arc de triomphe de l'etoile) ağaçların arasından seyrede seyrede yürümek mümkün. kafamdaki champs-elysees resmi şu anda çok farklı anlayacağınız: iki tarafı ağaçlandırılmış, çok yoğun trafiği olan geniş bir yol ve fonda da "zafer takı" görünüyor, belli belirsiz.

benim paris'te en çok görmek istediğim yapı, "zafer takı" idi. nedenini bilmiyorum.

'bizim 'tak' dediğimiz şey bayramlarda seyranlarda altından geçilen çiçekli, plastik bir kemerdir altı üstü. adamlar hangi zafer için bu takı yaptılarsa artık, altından epey bir geçesileri gelmiştir herhalde. hatta ben olsam bu kadar görkemli bir yapıyı yaptırdıktan sonra zafer olsa da olmasa da altından geçerdim.

zafer takı, altı tane ana yolun birleştiği charles de gaulle meydanında. bu yüzden, ne yazık ki, seyir halinde araçların kadrajda olmadığı bir tek fotoğrafını bile çekemiyor insan. öyle ki alt geçit olmasa, güvenli bir biçimde yapının yanına ulaşmak mümkün bile olmayacakmış. paris'in en önemli altı bulvarı bu meydanda bir araya geliyor. herhalde paris yollarındaki her araç günde en az bir kez zafer takı'nı tavaf ediyor olsa gerek.


zafer takı'nı yaptıran napoleon, aynı zamanda paris'in şehir planını da yaptırtmış ve şehrin planı hazırlanırken birinci öncelik şehrin bir işgal durumunda savunulmasıymış. charles de gaulle meydanı ve meydana bağlanan, altı geniş bulvar düşünüldüğünde, napoleon en çok arc de triomphe'ın savunulmasını istemiş olsa gerek diye düşünüyorum. kartpostallara sıkça yansıyan bu plan eiffel'den de çok belirgin bir biçimde görünüyormuş, öyle diyorlar.


zafer takı şehirdeki "hiçbir yere kapılık etmeyen kapı"lardan birisi. (louvre sarayı'nın avlusunda da bir tane 'hiçbir yere kapılık etmeyen kapı' var.) genel görünümü gelibolu yarımadası'ndaki çanakkale şehitleri anıtına benziyor. ama bizim şehitler anıtı buna göre oldukça yalın kalıyor. yapımı 1805'te başlamış ve otuz yıl sürmüş. üzerinde 174 savaşın ve 700 savaş kahramınının adı var(mış. ben saymadım. sayılmasına da karşıyım. sayana da allah sabır versin.) 49,5 metre yüksekliğindeki yapının üzerinde dev heykeller ve kabartmalar var. yapının ayaklarının ortasında bulunan boşlukta 1. dünya savaşında ölenler anısına mezar yeri gibi bir anma bölgesi ayrılmış. bu bölüme "meçhul asker anıtı (mozolesi)" diyorlar ve üzerinde sürekli mumlar yanıyor. önemli günlerde anıtın üzerine bayrak asma geleneği varmış, bizim anıtı gezdiğimiz günlerde fransa avrupa birliği'nin dönem başkanlığını yürüttüğünden buraya bir fransa, bir de avrupa birliği bayrağı asılmıştı.


yapının içerisinde bir de müze bulunuyor. bu müzeye alt geçitte bulunan girişten dokuz avro ödeyerek giriliyordu. ama biz zamansızlık nedeniyle gezemedik. bir sonraki paris gezimize de birşeyler kalsın değil mi?

(daha fazla fotoğraf için: http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/ArcDeTriomphe# )



22 Ekim 2008 Çarşamba

paris’te bir müzeden diğerine

salı sabahı saat sekizde otelden çıkmak için hazırdık. louvre sarayı'nın kapıları açıldı açılacak, acele etmeliyiz. tur grupları gelmeden bu dev boyutlardaki müzeyi gezmeye başlamak istiyoruz, biliyoruz ki sonra adım atacak yer kalmayacak. alelacele metroya atladık "palais royal- musee du louvre" durağında indik. hızlı adımlarla sarayın avlusuna girdik. uzaktan müzenin girişinin bulunduğu "cam piramit" tarafında yalnızca birkaç kişi olduğunu görüyorduk, adımlarımızı hiç yavaşlatmadan girişe kadar yürüdük. içimiz erkenden buraya gelmiş ve boş bulmuş olmanın sevinciyle kıpır kıpır. kapıya yöneldik, yönlendirme iplerinin arasından hızla geçiyorduk ki görevli bizi durdurdu:

- salı günleri müze kapalıdır, efendim, üzgünüm!

- türkiye'den geliyoruz bir istisna yapsanız olmaz mı? lütfen!

- !?!?!?

müze salı günleri kapalıymış, kapının orada gördüğümüz kişiler de temizlik yapan görevlilermiş. zaten saray pek de birşeye benzemiyor. topkapı sarayı buradan daha güzel. bir kere topkapı sarayının bahçesi yemyeşil, hiç burası gibi toz toprak içinde değil. ayrıca ne biçim saray burası içinden otoban geçiyor. araba gürültüsünden durulmuyor ki burada.

sabahın köründe kalkıp eli boş kalmış olmanın sıkıntısı vardı üzerimizde. bütün günümüzü louvre müzesine ayırmıştık. bu yüzden yeni bir plan yapmamız gerekiyordu. plan yaparken bir yandan da sarayın avlusunda bulunan heykeli ve 'hiçbir yere kapılık etmeyen kapıyı' inceledik. sonra yeniden metroya yöneldik...

sabancı müzesi, rodin'in eserlerini sergileyeceği zaman bu yurt çapında büyük bir olay haline gelmiş ve belki de türkiye'de ilk kez bir müzenin kapısında uzun bir süre boyunca, uzun kuyruklar oluşmuştu. biz de bu kuyruklardan birisinin sonuna geçmeye niyetliydik, arkadaşlarımıza duyurduk:

- bir kere 'rodin' diye değil 'roden' diye okunur. (bu yanıtı veren paris'te bize mutlaka görmemiz gereken yerlerin listesini çıkaran arkadaş.)

- ehe ehe, biz 'rodin' olarak okumayı seviyoruz. gelecek misin?

- (hafif fransız aksanı yaparak) hayır, ben 'roden'i paris'te görmüştüm. burada o kuyruklara giremeyeceğim...

- ehe ehe, iyi o zaman.

rodin'in eserlerinin bir bölümünü sabancı müzesinde görmüştük. ama paris'teki rodin müzesi'ne de sırf yukarıdaki konuşma nedeniyle bile olsa gidilirdi.

... doğruca "varenne" durağına. bizi durakta rodin'in iki heykelinin kopyaları karşıladı. sonra müzeye çıktık.

sabancı müzesi'ndeki kuyruklar göz önünde bulundurulduğunda paris'teki rodin müzesi'nde alçak gönüllü bir kuyruk vardı. müze, bahçe ve bina olarak iki bölüme ayrılabilir genel olarak. biz, herkesin aksine, içgüdüsel biçimde, bahçeden başlamaya karar verdik. yeşilliklere doğru yöneldiğimizde bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesi'nin bahçesinde tanıştığımız, sabancı müzesi'nde yeniden görüştüğümüz "düşünen adam" anıtı yüksek bir ayaklığın üzerinde bizi karşıladı. bakımlı bahçede, yüksek ağaçların arasında düşünmeyi sürdürüyordu.

sabancı müzesi'nde, bire bir boyutlarda resmini gördüğümüz "cehennemin kapıları" da bahçede yer alan önemli başka bir yapıttı. bu kez gerçeğinin bire bir boyutlarında, bronz döküm bir kopyası ile karşı karşıyaydık. rodin'in, dante'nin 'ilahi komedya'sından aldığı esinle yaptığı bu eserde birçok başkaca heykelinin küçük kopyaları bulunuyor. düşünen adam da kapıda yerini küçük boyutlarda bulan heykellerden birisi. sabancı müzesi'ndeki resimde numaralarla anlatılan bu iki yüz kadar küçük heykeli burada üç boyutlu görmek heyecan vericiydi.

bahçedeki havuza yapılmış adaya "ugolino ve çocukları"nın bronz heykeli yerleştirilmişti. ugolino, vatana ihanet suçundan çocuklarıyla birlikte hapse atılmış ve asılarak öldürülmüş ancak sonra suçsuz olduğu anlaşılmıştır. bu olayı anlatan bir heykeli sudan duvarları olan bir 'hapishaneye' koymuşlar. yerleştirirken bunu düşünmüşler miydi acaba?

bahçede balzac ile 'calais sakinleri' heykellerine de uğradıktan sonra artık kapalı bölüme geçme zamanı gelmeye başlamıştı. iki katlı yapıya girdiğimizde içeride yerlerde oturan birçok kişi gördük. kısa zamanda bunun bir okul turu olduğunu ve öğretmenlerinin kendilerine heykeller hakkında bilgi verdiğini anladık. fransızca biliyor olsaydım biraz olsun onları dinlemek isterdim. heykelleri gezmeye başladık. iç kısımda çoğunlukla küçük boyutlu heykeller ya da heykel parçaları vardı. bir çoğu bize sabancı müzesi'nden tanıdık geliyordu. 'cehennemin kapıları'nın üzerinde de öpüşmeyi sürdüren, rodin'in en ünlü yapıtlarından 'öpücük'ün bir mermerden yapılmış örneğini gördük.

içeride düşünen adamın ilk denemelerinden birisi vardı. düşünen adam heykelinin son biçimi ile bu deneme arasındaki benzemezlik şaşkınlık vericiydi. aradaki dönemde heykel üzerinde gerçekten çok çalışılmış olduğu son biçiminin başarısından anlaşılıyordu. ayrıca içeride 'cehennemin kapıları'nın da küçük boyutta, bronzdan bir denemesini gördük. resimde eskiz yapıldığı gibi heykelde de deneme heykelleri yapılıyormuş. görmüş olduk.

müzenin içini gezmeyi bitirdikten sonra müzenin bahçesinde bulunan kahvehaneye geçip küçük birer tatlı ile kahve söyledik kendimize. önce louvre müzesi'nin salı günü kapalı olmasına söylendik biraz. sonra sabancı müzesi'ndeki rodin sergisi ile paris'teki rodin müzesi'ni karşılaştırdık aramızda. ben sabancı müzesi'nin bu konuda çok başarılı bir çalışma yaptığını ve çok doyurucu, çok bilgilendirici bir sergi hazırladığını düşünüyorum. hazırlayanların ellerine sağlık. türkiye'de atatürk büstleri dışında heykel göremediğimiz için yurt dışına çıkınca heykeller ilgimi çekiyor. yurt dışına çıktığımda, çok büyük bir sanatsal önemi olmasa bile sokaklarda gördüğüm heykelleri yapıların üzerindeki kabartmaları fotoğraflamadan geçemiyorum.

(birinci fotoğraf müzenin genel görünümü, ikincisi düşünen adam, üçüncü ve dördüncü cehennemin kapıları heykeli, beşinci fotoğrafta 'ugolino ve çocukları' heykelinin önündeyim, altıncı fotoğrafta öğrenciler ders dinliyor, yedinci fotoğrafta ise rodin'in bir heykelin üzerinde bulunan imzası.)
(müze hakkında daha fazla bilgi için: http://www.musee-rodin.fr/welcome.htm )