22 Eylül 2008 Pazartesi

bir tatlı su motorcusunun ehliyet sınavı

cumartesi günü hava kapalı, pazar da yağışlıydı. hevesim cumartesi günü ballıkayalar'a gitmek ve biraz tırmanmaktı ama olmadı ne yazık ki. ramazan ayında olduğumuz ve hava kapalı olduğu için hevesim gelmedi. pazar günü ise çok eski bir arkadaşım bizimle birlikteydi. eskilerden ve hayat hakkında yeni öğrendiklerimizden konuştuk. ben de yeni etkinlik olmadığından eskilerden birşeyler yazayım diye düşündüm.

çocukluğumdan beri ailemin hep bir arabası oldu ve babam araba kullanmayı tüm aileye öğretme konusunda çok hevesliydi. hepimiz araba kullanmayı babamın krem renkli, murat 131 şahin model arabasında öğrendik. ben de araba kullanmayı, 12 yaşımda, trafiğe kapalı alanlarda işte bu arabada öğrendim. ama hiçbir zaman arabayı kaçırmak ya da arkadaşlarımı arabayla gezdirmek gibi bir hevesim olmadı. denize gideceğimiz zaman herkes arabayla giderken ben bisikletle gitmeyi tercih ederdim. ehliyetimi de 22 yaşında, ailemin zorlamasıyla aldım. arabalar hiçbir zaman sevdam olmadı.

oysa motosikletle ilişkim bambaşka gelişti. amcalarımın en küçüğü beni 14 yaşımdayken köyde duran, rus malı motosikletine bindirdi. beni arkasına oturtup cross türü motoruyla bayır aşağı, bayır yukarı sürdü tüm gün. günün sonunda da benim kullanmama izin verdi ama ben debriyajı yavaş bırakmam gerektiğini bilmediğimden motoru tek tekere kaldırdım. o korkuyla o gün bir daha binmedim. buna karşın tadını almıştım, yeşilliklerin arasında sürüşün verdiği özgürlük duygusunu bugün bile hatırlarım. o günden sonra, sürekli motosiklet edinmeyi düşünür olmuştum.

o yıl içinde motosiklet dergilerine abone oldum, bu sayede motosikletler hakkında epey şey öğrendim. motosiklet resimleri odamın duvarlarını süslemeye başladı. bir tane edinmeliydim mutlaka. ama bizimkiler motosiklet edinmek istediğimi öğrendiklerinde çevrelerinde konuyu soruşturmaya ve buldukları tüm olumsuz verileri motosiklet almamam için önüme sunmaya başladılar: birisi almış romatizma olmuş, birisi almış sinüzit olmuş, birisi geçenlerde kaza yapmış...

günlerden bir gün evimizin yakınlarında satılık çok ucuz bir motosiklet gördüm. honda marka, 500 cc, yüz on bin kilometre yol yapmış, göstergeleri bozuk ama motoru çok iyi durumda bir motosikletti. o kadar ucuzdu ki bisiklet fiyatınaydı neredeyse. sahibine ucuz olmasının nedenini sorduğumda plakasının adana'da olduğunu, işlemlerle uğraşmak istemediği için düşük fiyat çektiğini, zaten kendisine yeni bir motosiklet aldığını söylemişti. bu fiyatla ailemi ikna edebilirdim. akşam annemle babama konuyu açtım. tüm riskine karşın motosikleti görmeye annemi ikna etmeyi başardım ve ilginçtir annem de motosikleti görünce çok beğendi. fiyatının da çok uygun olduğunu, konuyu düşünebileceğini söyledi.

düşündü de. bir-iki gün düşündükten sonra bana: "motosikleti çok beğenmiş olmama karşın almak istemiyorum. çünkü seni tanıyorum, alırsam bütün yaz senin yüzünü göremem." dedi. "bütün yaz sürekli gezer, hiç üzerinden inmezsin. bunu da ben istemiyorum. çünkü trafik beni korkutuyor. hem yanımda olmadığında seni çok özlerim." dedi. annem çok zeki bir kadın, beni tam 12'den vurdu. gerçekten de o motosikletin alınması halinde tek hayalim bütün yaz boyu gezmekti, dur durak bilmeden yol yapmayı düşlüyordum sürekli. arkadaşlarımdan isimlerini duyduğum, ege'nin güzel sahil beldelerinin hepsini görmek istiyordum. kaza tezlerine karşı antitezlerim hazırdı, ama bu tez karşısında yenilmiştim.

kendim para biriktirmeyi denedim ama öğrenci harçlığıyla bana gereken rakamların yakınına bile yaklaşamıyordum. üstüne üstlük enflasyon yüzünden biriktirdiğim para sürekli eriyordu. para biriktirmeye çalışmak anlamsızdı.

umutlarım kaybolduğunda bisikletim hep yanımdaydı. bisiklete binmeyi de çok seviyordum. bir de bisiklet çok masrafsızdı. tamirini de kendim yaptığımdan yazları sürekli üzerindeydim. hatta bir-iki uzun tura bile çıktım.

2005 ağustos'unda istanbul'a taşınınca hem dağcı, hem de motosikletçi bir çevrem oldu. onların sayesinde küllenen motosiklet hevesim yeniden alevlendi. meltem motosiklete ailevi nedenlerden hiç bulaşmamıştı ama o da epey istekliydi. böylece ikimiz de 2007 başında motosiklet ehliyeti almaya karar verdik.

yalnızca ehliyet işlemlerini yapacak bir sürücü kursundan değil de bize motosiklet kullanmayı da öğretecek bir kurstan ehliyet almak istiyorduk. bir de elbette fiyatı uygun olmalıydı. araştırdık soruşturduk kadıköy'de bir kursta karar kıldık. bize "sınavı geçecek kadar" kullanmayı öğreteceklerdi. hem bisiklet ve hem de araba kullanmayı biliyor olduğumuzdan motosikleti de çok kolay öğreneceğimizi söylediler. ayrıca elimize sınavda çıkacak sorulara benzer 'deneme sınavları' tutuşturdular.

her ikimiz de ilk eğitimde otomatik vitesli, scooter türü motosikleti kullanmayı başarınca, ki zaten bisiklete binmeyi bilen bir kişi için kullanması çok kolay, sonraki derslerde hocanın nedense hep işleri çıktı. dersler bir türlü yapılamadı.

araba ehliyetimiz olduğu için A2 motorsiklet ehliyetinin yazılı sınavında yalnızca motosikletin parçalarına ilişkin yirmi soru çözdük. bu yirmi sorunun tamamı da nasıl oluyorsa kurstan bize verilmiş olan deneme sınavlarındaki soruların aynısıydı. sonradan öğrendik ki kurstakiler sınavdan sonra soruların tümünü bir kenara not alıp bunları sınava hazırlananlara dağıtıyorlarmış. anlayacağınız her ehliyet sınavında aynı sorular çıkıyor.

sürüş sınavının günü geldiğinde ben sınavı geçeceğimden çok emindim, meltemse büyük bir telaş içindeydi. her sınav öncesi böyle aşırı telaşlı olurmuş. sürüş sınavı dedikleri de bir okulun bahçesine on metre aralıkla yerleştirdikleri iki tane işaretin çevresinde sekiz biçiminde dönmek. bunu başarırsak "ehliyetli" yani motosikletle karayollarına çıkmaya yeterli olduğumuz anlaşılacak. ama bunu meltem'e anlatıp sakinleştirmek mümkün olmadı.

önce onu çağırdılar sürmesi için. yağmurlu havada, son derece yavaş bir sürüşle, çok dikkatli bir biçimde isteneni yaptı. sonra sıra bana geldi. işte o anda benim meltem'i yatıştırmam gerekirken onun beni sınavla ilgili heyecanlandırdığının ayırdına vardım ve çok ufak bir yanlışlık yaptım: boyum yüz doksan santimetre olduğu için küçük sınav motosikletinin yolcu koltuğuna (yani var olan koltuğun en gerisine) oturmam gerekirken ben heyecanla sürücü koltuğuna (yani normal boyda olan birisinin oturduğu kısma) oturdum. düz giderken bunun bir önemi yoktu ama dönüş yapmam gerektiğinde direksiyon dizime çarptı. haliyle dönmem gereken alanda dönemedim ve dengem bozuldu, ayağımı yere koyup durumu toparlamam gerekti. ama sürüş sırasında ayağı yere koymak kişinin motosiklet kullanamadığının göstergesi olduğundan ehliyet alamayacaktım.

anlayacağınız ben meltem'e motor kullanmayı öğrettim ve sınavda onu sakinleştirdim ama o ehliyetini alacak, bense bir sonraki sürüş sınavını bekleyecektim. (sonrasında benimle bu yüzden nasıl eğlendiğini tahmin edersiniz.)

neyse ki sınav yöneticisi öğretmen hanıma durumu açıklayınca bir deneme daha yapmama izin verdi de motosikletin doğru yerine oturup (burada doğru yerden kasıt elbette bana uygun olan, koltuğun en sonundaki nokta oluyor. herkesin oturduğu ve herkesin oturacağının düşünüldüğü yer değil kesinlikle) hatasız bir biçimde sekiz çizmeyi başardım. öğretmen hanım "ama bu sürüşle trafiğe çıkmayın." diye kendince uyarıp ehliyet almamıza yani trafiğe çıkmamıza yetecek notu verdi.

uzun sözün kısası herkese veriyorlar ehliyeti. alamamak neredeyse olanaksız.

öyle ya da böyle sınavı geçtiğimizden, emniyete başvurduk ve ehliyetlerimizi yenilemek suretiyle B'nin yanına bir de A2 yazdırdık. ama asıl zorluk bundan sonraydı...

18 Eylül 2008 Perşembe

tatlı su kayakçısının ilk denize çıkışı

bodeka'dan deniz kayağı eğitimi aldığımız gün uygulama seyrimiz çok kısa sürdüğünden hevesim kursağımda kalmıştı. bu nedenle eğitimden sonra, sabırsızlıkla bir sonraki hafta sonu için yapılacak duyuruyu beklemeye başladık meltem'le. duyuru yapıldığında ise ikimiz de hiç duraksamadan adımızı yazdırdık: keçilik koyu seyri yapılacaktı, hem de kamplı. kaymaklı ekmek kadayıfı anlayacağınız.

programa göre sabah sekizde paşabahçe'deki bodeka kayıkhanesinde buluşulacaktı. kamp malzemelerimizi toparlayıp erkenden yola düştük. kayıkhanenin yan tarafında demli çay ve poğaça ile kahvaltımızı yaptığımız sırada diğer katılımcılar da tamamlandı ve hazırlıklar başladı.

kayıkhane aslında denize yakın bir otoparkın bir bölümü. burada tüm yiyecekleri, kamp malzemelerini, giysi ve çadırları torbalayıp kayakların depolarına yerleştirdik. ardından da tüm kayakları teker teker denize taşıdık.

eğitim sırasında kayağa nasıl binilir ve inilir, nasıl kürek çekilir, denge nasıl sağlanır, neler yapılmamalıdır... vs. birçok konu öğretilmiş olmasına karşın eğitimin uygulaması sırasında kayağı devirdiğim için bu "tingildek" alete güvenmem o kadar da kolay olmadı. denize indiğimiz andan itibaren tüm dikkatimi devrilmemeye ve doğru kürek çekmeye vermeye çalıştım. bodeka kulüp başkanı şevket ağabey bana bu konuda çok yardımcı oldu. alete biraz biraz güvenmeye başlayana kadar güzelim boğaz manzarasını seyretmeye dahi cesaret edemedim. yalnızca doğru kürek çekmeye ve devrilmemeye çalıştım.

şevket ağabey ve çağlar boğazda güvenli ve rahat kürek çekebilmemiz için ellerinden geleni yaptılar. akıntının hızlanıp yavaşladığı yerleri gösterdiler; nerede dinlenip nerede hızlı kürek çekeceğimizi belirlediler, askeri bölgelere fazla yaklaşmayacağımız ama akıntının güçlü olduğu kısımlara da çok gitmeyeceğimiz bir rotadan seyrettik.






sonunda öğlen saatlerinde keçilik koyuna ulaşmayı başardık. çok sayıda küçük tekne koyun önünde demirlemişti. karadan ulaşılamayan bu koy bile istanbul’un kalabalığından nasibini almış durumdaydı. biz de kayakları karaya çekip biraz dinlendik.

keçilik koyu, anadolu kavağı'nı geçtikten bir sonraki ve poyrazköy’e gelmezden bir önceki koy oluyor. hemen hemen anadolu kavağı'ndaki yoros kalesi'nin alt tarafına denk geliyor. karadan yolu olmayan bu koyda, yaklaşık elli metre uzunluğunda ve en geniş yeri beş metre kadar olan çok dar bir kumsal var. arka taraf yoğun bir ormanın bulunduğu dik bir sırt, ön taraf boğaz. deniz hızlı bir biçimde derinleşiyor ve bu da genel olarak dalgalardan korunmuş bu koyu yüzmek ve tekne bağlamak için elverişli bir yer haline getiriyor.

koyun öğlen saatlerinde gölge olan yegane bölümünde yemeğimizi yedikten sonra biraz daha kürek çekebilmek için yönümüzü poyrazköy’e çevirmeye karar verdik. paşabahçe’den keçilik koyuna geldiğimiz sürenin yarısı kadar bir zamanda keçilik'ten poyrazköy’e vardık ve poyrazköy’e korunak olan dalgakırana girip kıyıya çıktık.






sahilde türk kahvesi içerek öğlen sıcağının geçmesini bekledikten sonra aynı yolu keçilik koyuna kadar geri döndük ve akşama yaklaştığımız saatlerde keçilik'e ulaştık.







geri döndüğümüzde, yorgunluklarını gerekçe gösterip bizimle poyrazköy'e gelmeyen meltem ve gülay çadırları hazırlamış bizi bekliyorlardı.

meltem ve ben dağcı alışkanlığıyla yiyecek fazla birşey getirmemiştik, yanımızda ancak açlık hissetmeyecek kadar birşey vardı. ama kayakla kamp yapmak başkaymış. yükler dağcılıktaki gibi sırtta taşınmadığından depo büyüklüğü kadar yiyeceği taşımak iş bile değil. deneyimli bodeka üyeleriyse bizim tersimize yanlarında filtre kahve dahil çeşit çeşit yiyecek getirmişlerdi.


koya gelen teknelerin demir aldığı saatlerde biz de çeşit çeşit yiyecek ve içecek eşliğinde güneşin batışını seyre koyulduk. bir süre sonra da koyda yalnız biz kalmıştık.

bütün gün kürek çekmiş olmamız ve sıcağın insanın enerjisini emiyor olması nedeniyle ayın doğduğu saatlerde 6 kişilik ekibimiz uykuya geçme hazırlığı yapmaya başlamıştı bile. o saate kadar da zamanı boğazdan geçen gemilerin ışıklarını ve yıldızları izleyerek, muhabbet ederek geçirdik.


erken yatıldığı için sabah da erken kalkıldı. kahvaltıyı yine hep birlikte yaptık. kahvaltı sırasında meltem'le konuşurken nişan yüzüğümü düşürdüğümü fark ettim. nişan yüzüğümü en son evvelsi gün kürek çekerken parmağımda görmüştüm. ondan sonra ne olduğunu ise hiç bilmiyordum. keçilik koyuna yorgun argın geldiğimizde eldiveni çıkartırken farkında olmadan yüzüğün de parmağımdan çıkmasına ve kumsala düşmesine neden olmuşum. ikimiz de bu duruma çok üzüldük. kahvaltı sonrası şevket ağabey, çağlar, gülay ve ayşen abla koyda devrilen kayağı düzeltme çalışması yaparken biz de meltem'le yüzüğümü aradık. tam umutlarımızı kaybetmeye başladığımız bir sırada meltem benim kumsala ilk çıktığım yere yakın bir yerde yarısına kadar kuma batmış halde duran yüzüğü fark etti de ikimiz de epey rahatladık.


bizim yüzüğü bulmamızın ve eğitimin de sona ermesinin ardından öğlen saatlerinde, akıntıyla birlikte kürek çekerek tekrar paşabahçe kayıkhaneye geri döndük. dönüş yolculuğunda hava son derece sıcaktı. yansımanın da etkisiyle bir hafta sonunda ne kadar yandığıma kendim bile çok şaşırdım.

ne yazık ki keçili koyu çok kirletilmiş. her tarafta kumsalda yakılan mangalların külleri, her tarafta bira kutuları, her tarafta denizin attığı pislikler, her tarafta gemilerden atılan çöpler... koy o kadar kirli ki neredeyse kampı kuracak yer bulamayacaktık. ayşen abla ve gülay, yanlarında getirdikleri çöp torbalarına kampın yakın yerlerinde bulunan çöpleri toparladılar ve oradan ayrıldığımız gün gezinti için gelen bir tekneye rica edip buraya ait olmayan şeylerin ait oldukları yere gitmelerini sağladılar. çabaları sayesinde en azından kumsalın bir kısmı temizlenmiş oldu. ancak yakın yerlerden buraya yolcu taşıyan teknelerin koyun temizlenmesi işini düzenli bir biçimde yapması gerektiği çok açık. çünkü gerçekten burası benim gördüğüm en kötü durumdaki kumsaldı. hafta sonu için buraya gelenlerin bu kirlilikten rahatsız olmamaları şaşırtıcı oldu benim için.

17 Eylül 2008 Çarşamba

bir tatlı su kayakçısının ilk eğitimi

deniz kayağını (seakayak) ilk 2003 yılında gökova'da kullanmıştım. sahilde yürürken kayak kiralandığını ve rehberli tur yapıldığını gördüm. televizyonda deniz kayağı yapanları ilk izlediğim andan beri bunu yapmam gerektiğini biliyordum. hemen başvurdum, ama benim yapabileceğim tarihte tüm yerler doluydu. neyse ki ben bir tatil gününde, sabah beşte kumsalda olmayı kabul edince, kazanacakları parayı düşünen işletmeciler de beni ve iki arkadaşımı denize çıkarmayı kabul ettiler. üç yolcu, üç rehber ikişerli olarak üç kayağa yerleştik ve yörede 'azmak' denen, cam gibi berrak ama insanın parmağını sokamayacağı kadar soğuk bir suyu olan derede yolculuk yaptık. uysal bir dere olan azmak'ta seyrederken suyun altındaki yosun ormanlarını, tosbağaları ve gökova'ya özgü evleri kayağın içinden seyrettik. indiğimizde üçümüz de yolculuktan doyumsuz keyif almış, ama kayak kullanmaya ilişkin hiçbir şey öğrenmemiştik.

o günden beri bir deniz kayağı edinme düşleri kurup durdum. ama iki bin YTL'den başlayan fiyatları, barınak sorunu, denize çıkarma ve karaya alma yeri ile ilgili soru işaretleri yüzünden hep öteledim. kaş'ta batık antik şehirlerin üzerinde yapılan bir deniz kayağı turuna katılma planı da hep gündemde olan ama bir türlü sıra gelmeyen bir etkinlik olarak aklımdaydı. hale abla bize "bodeka"dan bahsedene kadar deniz kayağı hep ötelenen bir plan olarak kaldı.

bodeka (boğaziçi deniz kayakçıları kulübü) deniz kayağını birlikte yapmayı seven ve yaygınlaştırmak isteyen insanların bir araya geldiği bir grup. yazın ayda bir eğitim etkinliği düzenliyorlar. eğitim etkinlikleri dışında da deneyim kazanma gezileri ile uzun turlar yapıyorlar.

hale abla bize eğitim etkinliği olduğunu duyurunca, biz de 'kendince serüvenci' arkadaş grubumuzla konuyu paylaştık. ilk tepkiler çok olumsuz oldu: "motorla çekilen bir alete ben binmem" (bu cahil cühela arkadaşımız eskimo kayağı ile su kayağını birbirine karıştırmış, motorla çekileceğimizi sanıyor.) "deniz kayağı kullanmak için eğitime ne gerek var? eğitim almasak olmuyor mu?" (bu kendini bilmez arkadaşımız da olaya tam türk mantığı ile yaklaşıyor. 'bana birşey olmaz'cılardan)




yakın arkadaşlarımızın olaya yaklaşımlarını göz ardı ederek meltem ve ben 10 ağustos'ta poyrazköy'de yapılan bodeka deniz kayağı eğitimine katıldık. eğitim karada malzeme tanıtımı ile başladı ve aşama aşama denizde seyir konusuna kadar geldi. kuramsal eğitimden sonra bir saat kadar denize de çıktık ama bana nasıl yetsin bir saat denize çıkmak? hevesim kursağımda kaldı valla.

katıldığım rafting turlarında sabahtan kısa bir brifing oluyor, ardından hep birlikte nehre iniliyordu. ama kendisine nitelikli üye edinmeyi hedefleyen bir kulüp olan bodeka, teorik eğitimi 'brifing'den daha kapsamlı tutmuştu. iyi güzel ama uygulama gezisinin de aynı biçimde kapsamlı olması gerekmez miydi? gerekirdi bence...