13 Eylül 2010 Pazartesi

abant izzet baysal üniversitesi- 3

bayramın üçüncü günü de geride kaldı. yarın referandum nedeniyle sabah erkenden geri döneceğiz. buraya kadar gelmişken bolu’nun bütün ünlü yerlerini görelim istiyordum, ama elifçiğim her gün bir yerlere gitmekten yorgun düştü. eskiden dışarı çıkınca ve arabaya binince uyurdu. artık uyumuyor ve yorgunluk onu huysuz yapıyor. bu yüzden programı hafiflettik: göynük ve mudurnu’yu aynı günde görmek yerine öğlene kadar evde elif’i uyuttuk ve öğleden sonra mudurnu’ya gittik. (buna rağmen dönüş yolculuğunda epey huysuzlandı ve eve gelir gelmez bayıldı. şimdi yedi aylık olmasına karşın daha uzun etkinliklere hazır değil.)

mudurnu’ya giden birden çok yol var, biz en düzgün olanını seçtik: abant üzerinden değil bolu tarafından gittik. yol yaklaşık 40 kilometre ve oldukça virajlı. bazı bölümlerde yol çalışması olmasına karşın genellikle asfalt bir yol. bana polonezköy yolunu anımsattı: bol yeşillik ve bol viraj. tam motosiklet parkuru.

gelir gelmez mudurnu’nun girişindeki ‘yarışkaşı’ restoranda yemek yedik. yöreye özgü oğmaç çorbası ve abant kebabı söyledik, yanında çoban salata ve süzme yoğurt yedik. (dört kişi 78 TL ödedik.)

mudurnu düşündüğümüzden daha küçükmüş. ama düşündüğümüzden de daha sakindi (bolu’nun geneli gibi). safranbolu gibi turistik bir yer durumuna gelmemiş daha, bu da evlerin arasında sakin sakin gezmemize olanak tanıdı. bu el değmemişlik meltem’i hemen kendisine aşık etti. safranbolu eski şehir ve yeni şehir diye ayrılmış durumda, mudurnu’da ise yalnızca eski şehir var ve arada bazı yeni evler var. ama bütün mudurnu o kadar. evlerin bir bölümü çok bakımsız kalmış, bir bölümü ise restore ediliyor. restore edilmiş olanlarsa kesinlikle safranbolu’dakiler kadar güzel. tek sıkıntı her yerde elektrik telleri ve uydu antenleri olması, temiz bir fotoğraf çekmek çok zor. mudurnu’nun toplam büyüklüğü ancak cumalıkızık kadar (cumalıkızık da zaten polonezköy kadar filan. hepsi küçük yani. her neyse işte yani...). mudurnu’nun dar sokakları da bana cumalıkızık’ı hatırlattı. buna karşılık cumalıkızık’taki evleri rengarenk boyama geleneği burada yok. mudurnu’da tüm evler beyaz boyalı ve kahverengi çerçeveli...

mudurnu’nun en ilginç yeri mudurnu’nun hemen her yerinden görünen saat kulesi. tam kasaba merkezinde yıldırım beyazıt camisi ile kanuni sultan süleyman camisi bulunuyor. tam bu camilerin arasında da yıldırım beyazıt zamanında yapılmış, restorasyon görmüş ve halen kullanılan bir hamam var.

mudurnu’yu bir dere ikiye bölüyor ve çok sayıda köprü birbirine bağlıyor. en güzel evler, amasya’da da olduğu gibi, dere kenarında konumlanmış durumda.

kurti ile bir yeri gezmenin en güzel yanı sürekli yorum ve eleştiri üretiyor olmasıdır. biz de dere kenarında bulunan çay bahçesinde mudurnu’yu nasıl güzelleştireceğimizi uzun uzun tartıştık. çay bahçesinde bir saat kadar zaman geçirdikten sonra geri dönüşe geçtik. (bugün akşam türkiye-sırbistan dünya basketbol şampiyonası yarı final maçı var, maça yetişmemiz lazım.)

bolu gezimiz burada bitti. yedigöller, göynük, bolu müzesi gibi yerleri göremedik. ama bu da yeniden gelmek için vesile olsun. ama bu sefer motorla inşallah...

abant izzet baysal üniversitesi- 2

bugün bayramın ikinci günü ve biz yine erkenden kalktık. elif’i sabah uykusuna yatırdıktan sonra meltem’le bahçede oturduk ve bol bol güneşlendik, kurti'nin yetiştirdiği domateslerden atıştırdık. kurti, günlerdir yollarda olmanın verdiği yorgunluk nedeniyle neredeyse öğlene kadar uyudu. biz de elif uyurken bu kadar huzurlu bir yerde olmanın tadını çıkardık. kurti’nin sürdüğü yaşantı ile kendi yaşantımızı karşılaştırdık: akşam olduğunda hiçbir gün enerjimizin kalmıyor oluşunu, her zaman bir yerlere yetişmek ya da birşeyleri yetiştirmek zorunda oluşumuzu...

öğlene doğru kurti uyanınca ekmek bulmak için dışarı çıkıp kahvaltıyı hazırladık. hepimiz abant gölünü daha önce birçok sefer görmüş olduğumuzdan kahvaltıdan sonra yönümüzü gölcük’e çevirmeye karar verdik. gölcük'ün abant’tan daha güzel olduğunu duyardım, gerçekten de görsel olarak çok güzel bir göl. aynı abant gibi çepeçevre ormanlarla çevrili ama abant’a göre çok daha iyi korunuyor. çevresinde orman müdürlüğüne ait bir yapı dışında herhangi bir beton yapılaşma yok. bununla birlikte kimsenin bilmediği bir yer olma özelliğini çoktan yitirmiş. sanırsın bütün bolu bayramdan istifade gölcük’e gelmiş. arabayı park edecek yeri bile çok zor bulduk. gölün çevresinde yürüyüş parkuru oluşturulmuş (neyse ki abant’taki gibi göl çevresine araba yolu yapılmamış, yalnızca yaya yolu var).

ilk iş gölün çevresini turladık. abant’ın çevresini yürümek bir saat on beş dakika kadar sürer, burayı ise rahat bir tempo ile yarım saate dolandık. sonrasında da manzaranın keyfini sürebileceğimiz ve çay içebileceğimiz bir yere oturduk.

bolu ve mengen aşçılarıyla ünlü olmasına karşın ev sahibimiz ne bolu’da, ne de mengen’de yemek yenecek güzel bir yer olmamasından yakınarak bizi abant gölü'ne 5 km mesafede bulunan ve ızgara et yapılan “sabahattin’in yeri”ne götürdü. yemeğe giderken de bizi bolu’nun içinden geçirdi, bolu’nun görülecek yerlerini arabanın içinden gösterdi.

bolu çok küçük kalmış bir il, nüfus yüz binden biraz fazla. birkaç eski cami var, bir de osmanlılardan kalma bir valilik binası. müzeyi sorduk, kurti çok zayıf olduğunu söyledi. en çok ilgimi çeken ise amfi tiyatro oldu. amfi tiyatro apartmanların arasında kalmış, kurti söylemese eski bir merdiven bile sanabilirdim. ama bolu’nun çok eskilerde bile önemli bir yerleşim yeri olduğunun göstergesi kesinlikle. anladığım kadarıyla bolu’ya en büyük iyiliği izzet baysal yapmış. neredeyse ildeki bütün eğitim kurumları izzet baysal tarafından yaptırılmış, bu kadar bir nüfus için fazlasıyla büyük bir üniversite hastanesi var. kurti, ‘üniversite ve okullar açık olduğunda her iki kişiden birisi emin ol öğrencidir’ diyor ve bu izzet baysal sayesinde. devletin açığını tek başına kapatmış.

akşam yemeğinde sucuk ızgara yiyip ayran içtikten sonra (üç porsiyon sucuk, bir akçaabat köfte ve dört ayran 53 TL.) hemen elif’i uyutmak için eve döndük. belki yorgunluktan, belki de hava değişiminden elif bugün dışarıdayken epey mızıkladı. gelince meltem onu hemen uyuttu.

abant izzet baysal üniversitesi-1

30 ağustos’taki üç günlük tatili evde geçirdik. ben işlerimin yoğunluğundan planlama yapamadım, meltem de elif’le uğraşmaktan... bayramda aynı durumun yaşanmaması için kendime söz verdim.
ilk planımız assos tarafına gitmekti. sonra kaz dağları ve assos dedik. ama yer bulmak için çok geç kaldığımızdan ve hava raporları havanın denize girmeye elverişli olmayacağını gösterdiğinden uzun süredir bizi evine davet eden çocukluk arkadaşım kurti’ye gitmeye karar verdik. kurti de, bayram öncesi yaptığı uzun gezilerden yeni geri döndüğünü ve bizi beklediğini söyleyince plan kendiliğinden kesinleşti.

bayram sabahı erken saatlerde istanbul’daki bayramlaşmaları tamamlayıp yola çıktık. ilk gün trafik korktuğum gibi değildi, iki saatte bolu’ya vardık. sevgili dostum kurti abant izzet baysal üniversitesi’nde öğretim görevlisi, üniversitenin lojmanında kalıyor. (konuyu dağıtmış olacağım ama söylemeden de edemeyeceğim: üniversite yönetiminin öğretim görevlilerine lojman olarak layık gördüğü yer 99 depreminden sonra yerleşke içinde yapılmış derme-çatma deprem konutları. ama kurti burasının güzel yönlerini görmeyi başarmış, bize de gösterdi. barakanın arkasını sebze bahçesine çevirmiş, bahçeden sonra da orman başlıyor, ders verdiği yere yürüyerek on dakikada varıyor, sportif etkinlik olanağı çok bol... tatil köyü gibi.)

ilk günümüz daha çok yerleşme, elif’in ortama alışması ve hasret gidermeyle geçti. kurti bu sene epey bir gezdi, hem yurt içinde, hem de yurt dışında. onlardan anılar paylaştı. biraz bahçede oyalandık. domatesleriyle çok gurur duyuyor kurti (hakkı da var hani, pek lezizler), biber, karpuz ve patlıcan da yetiştirmiş. aralara birkaç meyve ağacı dikmiş. bize bahçe ile ilgili acemilik öykülerini anlattı.

akşam yemeğinden önce, yürüyüş için, yerleşkeye komşu göle gittik. kurti’nin lojmandan yürüyerek yirmi dakikada gölün kıyısına varılıyor (burası doğal bir göl değil bir gölet aslında). biraz yürüdük, ama çoğunlukla elif ile uğraştık ve meyve ağaçlarıyla oyalandık. iki saat içinde de geri döndük. akşam yemeğini üniversitenin misafirhanesinde yedikten sonra erkenden yattık.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

uludağ zirvesinde kamp


işte burası da çadırı kurduğumuz yer...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

uludağ

bundan iki ay önce 103,5 kg. gösteriyordu terazi. iki ay boyunca sıkı diyet ve bol spor ile forma girmeye çalıştım. sonuçlarını görmek için sabırsızlanırken uludağ’a gitme

önerisi geldi. tam bana uygun bir etkinlik: fazla zor değil, çok uzun değil, çok uzak değil... etkinlik iyiydi de birlikte gideceğim ekipte iki tane yedi binlik dağı başarıyla tırmanmış serdar ile partneri ali vardı.

bu ikisi hızlı tırmanmakla ünlü bir ekipti. çok gerilerde kalacakmışım gibime geliyordu ama etkinliğin kolaylığına güveniyor, uzun süredir dağa gitmemiş olmanın verdiği hevesle denemek istiyordum. ne yazık ki meltem’i ve elif’i evde bırakacaktım bu sefer...

hafif bir çanta toplayıp cumartesi 12 vapuruyla pendik’ten yalova’ya geçtik. bolca oyalandıktan sonra akşam 16.45’te uludağ’ın oteller bölgesine ulaştık. buradan yürüyüşe başlamayı düşünmüştük ama biraz fazla oyalandığımız için yürüyüşe madenden başlamaya karar verdik. aracımız yere çok yakın olduğundan oraya ulaşabileceğinden çok emin değildik, neyse ki sorun olmadan, toprak yoldan yıkıntıların oraya kadar araçla ulaşmayı başardık. bu bize çok zaman kazandıracak bir hareket oldu.

saat 17.20 civarında aracı park etmiş, son hazırlıklarımızı yapmış ve çantalarımızı sırtlanmıştık. ali yolu bilmiyor olmasına karşın büyük bir süratle patikayı tırmanmaya başladı. yukarı doğru neredeyse koşar adım tırmanıyordu. ben de tek çıkışın burası olduğunu bildiğim için canımı dişime takıp olabildiğince hızlı onu takip ettim. serdar ise erdal’ı yalnız bırakmadı, onlar birlikte en arkadan geldiler.

ilk ve tek dik yokuşun sonuna ulaştığımda daha saat 18.00 yeni olmuştu. ali beni bekliyordu. ben nefes nefese yukarı vardım.

benden beş dakika kadar sonra da serdar ile erdal vardılar. burada 15 dakika kadar hepimiz nefeslendik. buraya kadar çok hızlı gelmiştik. buradan sonra ise patika düz ve son derece belirgindi. ali hızla patikayı arşınlamaya başladı. ben de hemen arkasındaydım. az sonra serdar da bizim tempomuza ulaştı. bizden yirmi metre arkadan da erdal geliyordu. serdar ve ali neredeyse koşarcasına bir hızla gidiyorlardı. bir yandan da muhabbet ediyorlardı. ben ise zorlukla nefesimi ayarlayabildiğim için sessizce geliyordum.

nasıl geçtiğini bile anlamadığım iki saatlik, molasız ve son derece hızlı bir yürüyüşün ardından

zirveye ulaştık. saat 20.30 bile olmamıştı. hepimiz buraya ne kadar çabuk vardığımıza biraz şaşırmıştık. araçtayken yaptığımız yürüyüş süresi tahminlerinin hepsinden çok daha kısa sürede zirveye varmıştık. hemen fotoğraf çektik, artık güneşin son ışıklarıydı. kampı kurmak için yer bakınırken tek çadırlık, kale gibi, taşlardan örülmüş bir alan bulduk. ben çadırı buraya kurdum. serdar ve ben çadırda kalmaya karar verdik. erdal ile ali ise geceyi yıldızların altında geçirmek istiyorlardı.

akşamı çay yaparak ve bolca muhabbet ederek geçirdik. 21.30

civarlarında da uyumaya karar verdik. herkes yol yorgunuydu. bir yılı aşkın bir süredir çadırda kalmadığımdan zemini biraz yadırgadım, sert geldi. ama yine de sabah dörde kadar iyi uyudum. dört ile altı arası uyanık geçti, sonra bir saat daha uyudum. yedide ali geldi, kahvaltı için sabırsızlanıyorlardı. bu kadar hızlı bir etkinlik için uzun sayılabilecek bir süre boyunca kahvaltı yaptık, çadırı topladık ve dönüş yoluna koyulduk.

sıcağa kalmak istemeyen serdar ve ali neredeyse koşuyorlardı. ben ve erdal ise onları yaklaşık otuz metre arkadan takip ediyorduk. fotoğraf çekmek için durduğumda aradaki fark yüz metreye kadar çıkıyordu. bu hızla dik patikayı bile bir buçuk saatlik bir sürede inip arabanın yanına ulaştık.

ama arabanın yanına vardığımda dizlerim titriyordu, bacaklarımda hiç derman kalmamıştı. saat 09.30 olmuştu.

etkinlik
evde biter biliyorum ama benim geleneğim güzel bir yemekle bitirmek. bursa’da terminalin yanında yediğimiz iskender ile etkinliği bitirdik. öğlen 14.00’te yine istanbul’daydık. serdar ve ali dedikleri kadar hızlıymış gerçekten. hiç bu kadar hızlı tırmanmamıştım. ne manzara seyredebildim, ne de doğru düzgün fotoğraf çekebildim. bir tatlı su dağcısına göre bir tırmanış değildi anlayacağınız. geri döndüğümde 97,2 kilo olmuştum. iki ayda altı kilo, dile kolay...

25 Nisan 2010 Pazar

her gidişin...

ogzala çiftliğine ilk biz gelmiştik. en uzun biz kaldık. en son dönen de biz olduk. yapmayı çok sevdiğimiz ama doğum nedeniyle uzun zamandır yapamadığımız şeylere ilişkin duyguları yeniden tattık. yeni plan ve projeler yaptık. ama en önemlisi bu deneme etkinliğinde iki buçuk aylık bir bebek ile de, bazı koşullar altında, bu işin yapılabileceğini görmüş olduk.

dün elif’i ve kendi dizlerimizi menekşe yaylasına kadar bir hayli hırpaladığımızdan bugün sabahtan öğlene kadar dinlenme, sonrasında da yalnızca kısa bir yürüyüş yapma kararı aldık. hale ile bülent sabahtan ayrı bir yürüyüş yaptılar. geldiklerinde de hep birlikte beşparmak dağı manzarası görmek için bir patikaya girdik. yarım saat içinde varacaktık ama yanlış patikaya girmiş olduğumuzdan hiçbir yere varamadık. bulduğumuz bir çimenlikte biraz oturup geri döndük. zaten amacımız yalnızca dünden kalan ağrılarımızı atmak olduğundan bize bu da yetti.

öğleden sonra 16.00 civarlarında ogzala çiftliği’ne dönüp erhan bey, münevver hanım ve tenda ile vedalaştık. yemeği yolumuzun üzerindeki “şelale alabalık çiftliği”nde yedik. yemek muhteşemdi, karaaslan tesislerinde yediğimiz yemekten çok daha lezizdi. üstelik aldığımız hizmet de çok daha iyiydi.

her gidişin bir dönüşü oluyor ne yazık ki. ama şimdi yakın gelecekte yeni etkinlikler yapmak için daha fazla umudumuz ve bir de planımız var...

24 Nisan 2010 Cumartesi

...gördük ki oluyormuş

yine ogzala çiftliğindeyiz. bugün dünden meltem’le planlamış olduğumuz, elif’le menekşe yaylası yürüyüşünü yaptık. gördük ki oluyormuş...

sabah kahvaltıdan sonra çıkmak gibi bir niyetimiz vardı ama istanbul’dan yöreyi çok iyi bilen ve ogzala’yı bize tavsiye eden hale’nin geleceğini öğrenince onu beklemeye karar verdik. hale, bülent ile birlikte saat 14.00 gibi geldi. çarçabuk hazırlanıp yola düştük hep birlikte. kısa bir araba sürüşünden sonra veysel dayı’nın dere kenarındaki kahvesine ulaştık. buraya bir kış vakti bir kez daha gelmiştim. kahvenin üst tarafındaki mağaraya giren girmişti, ben girişine bir göz atıp çok dar olduğunu görünce dönmüştüm.

bu sefer mağara ile filan oyalanmayıp hemen menekşe yaylasına doğru yola koyulduk. ben dün olduğu gibi yine elif’i kangurusunun içinde taşımaya başladım. kısa süre sonra elif sallantıdan uyudu. neredeyse menekşe yaylasına kadar da bir daha uyanmadı.

yol önce dik bir rampa ile başladı. uzun zamandır zorlanmayan bedenlerimiz bu bölümde biraz inildedi. bu tırmanış bölümü bir uçurumun kenarında son buldu, vardığımız yerdeki vadi manzarası muhteşemdi. buradan sonra biraz düz gittik, biraz indik, biraz çıktık, ama hep orman içindeydik ve doğa muhteşemdi. hava elif’in çok kalın giyinmesini gerektirmeyecek kadar sıcaktı. zaten kanguruda bana yapışık durduğu için ikimiz de yaylaya kadar kan ter içinde kaldık.

yol boyunca hemen her noktada kocaeli belediyesi’nin yürüyüş yolu işaretlemelerini gördük. bu sayede yolu bulmak sorun olmadı. yolda bizim dışımızda da yürüyen birçok grup vardı. herkes hayretler içinde elif’e bakıp buna cesaret ettiğimiz için bizi tebrik etti. ama kendilerinin bebekleriyle bunu yapmayacaklarına eminim...

menekşe yaylası’na vardığımızda hamlamış vücudum çok yorgundu ve tere batıp çıkmıştım. meltem bir yayla evinde hemen elif’in üstünü değiştirdi. ben ise o anda kendim için bir yedek getirmediğimi fark ettim. meltem elif’i emzirirken ben de biraz dinlendim. ama yaylada çok kalmadık, hızla dönüşe geçtik. meltem, elif’i üşütmemek için epey endişeleniyordu, kanguru da bu konuda bana yardımcı olmuyordu. elif bana yapışık bir biçimde uyuduğundan birlikte epey hararet yaptık.

herşeye karşın şu anda ogzala çiftliği’ndeyiz. dönüş yolu boyunca elif gözlerini ağaçlara dikip ağaçların arasından sızan güneş ışığını izledi. ben de gözlerimi ondan ve adımlarımdan ayırmadım. dönüş yolunda ayağımın kayması durumunda başımıza gelebilecekleri bir an için düşündüm ama sonra bu işi yıllardır sorunsuz yaptığımı düşünüp yoluma devam ettim.

elif gün boyu huzurluydu. hatta ogzala’ya döndüğünde etrafa gülücükler saçıyordu. toplam dört buçuk saat ve toplam sekiz kilometre yürüyüş. gördük ki bu iş bebekle de oluyormuş...

23 Nisan 2010 Cuma

aytepe ogzala çiftliği

23 nisan cuma'ya gelip üç günlük tatil oluşunca ne yapacağımıza karar vermek çok zor oldu. küçük kızımız elif, doğumundan sonraki ilk günlerde "zatürre" teşhisiyle dört gün hastanede yattığından beri meltem elif'in üzerine titriyor. yeniden üşütmemek için ne gerekirse yapıyor.

buna karşın, hareketsiz geçen bunca zamandan sonra, meltem ricalarımı kırmadı. yakın bir yerlerde, ısıtmalı bir yerlerde kalmaya ikna oldu. iki buçuk aylık kızımıza uygun ve bizim de biraz doğaya çıkabileceğimiz bir yer bulmak için araştırırken hale "ogzala çiftliği"ni önerdi. internetten araştırdık, hem yakındı, hem de elif'in ihtiyacı olan standartları sağlıyordu. http://www.ogzala.com/ogzalaciftligi/ogzalaciftligi.htm

kocaeli yuvacık barajının 10 km. kadar güneyinde, aytepe'ye çok yakın bir konumda, manzaraya hakim bir tepede kurulmuş olan pansiyonun işletmeciliğini ogzala tur'un sahibi erhan bey ve eşi münevver hanım, 7 yaşındaki kızları tenda ile birlikte yapıyor.

sabah erken uyanıp toplanmaya başladık ve saat onda yola çıktık. yaklaşık iki saatte neredeyse menzile varmıştık. gerçi otobanda biraz hızlı gittim ama otobandan çıkıp ormanların içine girdiğimizde hızımı saatte yirmi kilometreye kadar düşürüp manzaranın ve ormanın keyfini çıkardım.

öğlen yemeğini ogzala çiftliğine altı kilometre kala yol üzerindeki bir alabalık çiftliğinde, dere kenarında yaptık. elif yol boyunca uyudu. alabalık çiftliğine geldiğimizde uyandı. yemekten sonra bir çaydanlık çay içip biraz daha dere kenarında keyif yapmamıza da izin verdi. (alabalık çiftliğinde köfte ve kaşarlı mantar yedik, ayran içtik. bütün bu zaman için toplam 30 TL ödedik.) sonra yönümüzü ogzala çiftliğine çevirdik. ogzala çiftliğini biraz aramamız gerekti ama en gerekli yerlerde yönlendirme tabelaları vardı. ogzala çiftliğine vardığımızda saat 15.30'du.

hızla hazırlanıp yürüyüşe çıktık. elif ilk doğa yürüyüşünü yapacaktı. küçük kızımın iki buçuk aylık yaşantısının ihtimal ki en hareketli günü oluyordu. ilk anda kanguruyu biraz yadırgadı ama çabuk alıştı. rehberimiz tenda ile birlikte yakın yerlerde bir buçuk saatlik bir yürüyüş yaptık. elif yürüyüşün çoğunu uyuyarak geçirdi, biz doğanın uyanışının keyfini sürerken elif hanım temiz havanın tadını çıkardı.

ogzala'ya döndüğümüzde akşam çayı saatiydi. meltem elif'i emzirirken ben de pansiyonun önünde ogzala'nın sahibi erhan beyin öyküsünü dinledim. türkiye'de türkler için ilk doğa sporları şirketini kurmuş, halen de hararetli projeler üzerinde çalışıyor. özellikle fotoğraf üzerine projelerini paylaştı benimle. akşam yemeğini pansiyonda bulunan herkes, bir masanın çevresinde yedi.

meltem yarın menekşe yaylasına gitmenin planlarını kuruyor. bugünlerde yaylanın her tarafı menekşelerle kaplı oluyormuş. ama planları artık elif hanım yapıyor. bakalım...

9 Ocak 2010 Cumartesi

doğuma az kaldı...

meltem iki aylık hamileyken emler'de zirve yapmıştık. üç aylık hamileyken motosikletlerle istanbul'dan ayvalık'a gittik. dört aylık hamileykense doğu karadeniz'in yaylalarında bir hafta yürüdük. ama şu anda hamileliğinin 37. haftasında ve işler eskisi kadar kolay değil. hamileliğinin başından beri 14 kilo aldı ve hareket etmesi çok zorlaştı.
neyse ki çekmeköy'de oturuyoruz. istanbul'u bilenler bilir. çekmeköy, polonezköy milli parkına komşu, şile yolu üzerinde bir yerdir. bu sayede başka bir etkinlik yapamıyorsak çekmeköy'ün ormanlarında yürüyüş yaparak ya da bisiklete binerek doğa özlemimizi gideriyoruz.
acil bir durum olursa yetişebileceğimiz bir hastane olmalı yakınlarda. bu nedenle şehir dışına çıkamıyoruz. ama evimizin arkasındaki ormanlık alana kaçabiliyoruz. yavaş yavaş, bolca dinlenerek, iki saat... bugün için yetti de arttı bile bize.
bir reklam vardı, bilirsiniz: her gün aynı şeyi yapmaktan sıkıldıysan bir kredi kartı alıyorsun ve bol bol harcama yapıyorsun. böylece uçak bileti için indirim kazanıyorsun. ama yaşadığını hissetmek için dünya'nın öbür ucunu mu görmek gerekir? kanımca bugün çekmeköy ormanında cross motosikletleriyle dolanan iki arkadaş da, dakar'da yarışan kemal merkit ve kutlu torunlar kadar keyif alıyordu yaptığından...

5 Ocak 2010 Salı

buz...

istanbul'da geceler çok soğuk geçmeye başladı. dün bir gecede ciddi kar yağışı olmuştu. işe arabayla gittim. gün içerisinde karlar eridi. bu yüzden bugün motosikletle gideyim dedim ama her yer buz.
motoru çalıştırdım gösterge hava sıcaklığını bir buçuktan iki gösteriyor. (yani iki gösteriyor ama arada bire düşüyor) motorun üzerindeki damlacıklar gece buza dönüşmüş ve koltuğa yapışıp kalmış. her sabah bezle siler otururum ama bu sefer mecburen buzların üzerine oturduk.
neyse ki aldığım kışlık malzemeler işe yarıyor. yoksa hava gerçekten soğuk...

1 Ocak 2010 Cuma

Subject: xmax 250

bugün şöyle bir e-posta aldım:

“Subject: xmax 250

selamlar,

x-max araştırması yaparken blogger da rastladım yazılarınıza.

ben … 650 kullanıyorum ve sitede yazdığınız gibi şehir içinde eşimle gezmek biraz yorucu oluyor. ben de x-max düşünüyorum. boyum 1,82. sizin boyunuz da sanırım benim gibi uzun. biraz bana tecrübelerinizden bahseder misiniz. virajda filan sıkıntı oluyor yazmışsınız, daha önce scooterlerim oldu ama uzun süre kullanmadım. ‘x-max çok özel bir scooter, virajı filan da çok iyi’ diyorlar.

tecrübelerinizi paylaşmanız dileklerimle.

iyi seneler.”

sanıyorum bunu okuyunca gururlandım. artık bir motosikletçi olarak kabul görmeye başladığımı düşünüyorum. bu soru da bunun kanıtı bir anlamda. elbette hemen yanıtlamalıydım:

“selamlar,

öncelikle ben motosikletler hakkında karşılaştırma yapabilecek kadar uzun süredir motosiklet kullanmıyorum. bunu bilmeni isterim. (ne de olsa bir tatlı su motorcusuyum) bir CBF150'm ve bir x-max'im var. bir de arkadaşlarımdan ödünç alıp CBF250 ve BMW F650 kullandım. yaptığım karşılaştırmaları bu motorlar kapsamında düşünmelisin. (aramızda yakınlık oluşsun diye birinci tekil kişi kullanıyorum.)

ayrıca boyum 192 cm. ve 100 kg ağırlığındayım. (gülmeyin, meltem’in hamileliği nedeniyle hareketsiz kaldım ve biraz kilo aldım. ne var yani) motosikletleri genellikle yalnız kullanıyorum.

x-max250 şehir içinde ve dışında yeterli bir güce sahip. (ben 2008 enjeksiyonlu bir model kullanıyorum. ikinci el alacaksan 2008 öncesi modellerin karbüratörlü olduğunu bilmeni isterim.) (ben aldığım zaman enjeksiyonun ne olduğunu bile bilmiyordum. yalnızca iyi bir şey olduğunu biliyordum.) CBF150 yokuşlarda bayılıyordu. hatta şehir dışında, uzun rampalarda benim ağırlığımı çekemediği için hızımın 40 km. ye düştüğü olurdu. x-max ile böyle bir sıkıntıyı hiç yaşamadım. CBF150 ile en çok 110 km. hıza kadar çıkabilmiştim. x-max ile çevre yolunda 150'yi görüyorum. (kendi kendimi ihbar etmiş gibi oldum.) üstüne üstlük F650 ile 120 km hıza çıktığım zaman oluşan titreşim ve gürültü x-max'te kesinlikle olmuyor. çok kararlı bir sürüşü var ve çok kolay denetim altında tutulabiliyor.

otomatik vites olduğu için trafik ışıklarında ve dur-kalk sıkışık trafikte çok rahat ediyorum. vitesi düşünmek zorunda olmuyorum. F650 ile şehir içinde sol elime kramp giriyordu. ben işe gidip gelirken kullandığım için, x-max bana bu anlamda çok konfor sağladı.

dönüşler konusunda x-max'i CBF150 gibi scooter olmayan motorlarla kıyasladım. diğer maxiscooter ya da scooterlar ile kıyaslamadım. doğru tekniği kullanıyorsan (ben de honda eğitiminde öğrendim bu tekniği) bacaklarının arasında depo olması dönüşü çok kolaylaştırıyor. yani genel olarak scooterlarda dönüşün daha zor olduğunu da söyleyebilirdim. ama dönüşü belirleyen tek etmen bu değil elbet, tekerlek mesafesi, gidonun dönme kapasitesi ve en önemlisi sürücünün yetenekleri dönüşü belirleyecektir. x-max ile dönüşlere CBF ile girdiğimden daha yavaş giriyorum çünkü dönmek zor oluyor. CBF150'nin manevra kabiliyeti daha yüksek.

öte yandan CBF150 xmax'e göre daha dar bir motor ve arabaların arasından çok kolay kaçıyor. x-max daha geniş. özellikle gidon genişliği daha fazla. araçların arasından giderken aynalar jeep ya da transporter gibi araçların aynalarına çarpıyor. (hem de nasıl çarpmak. her gün kaç kişiden özür dilemek zorunda kalıyorum.) ancak ben çok iri yarı olduğum için gidonun geniş olması özellikle hoşuma gidiyor.

x-max'in koltuğu bindiğim bütün diğer motorlara göre çok daha konforlu ve sağlam. kullanılan malzeme suya ve diğer etmenlere dayanıklı. ıslak bile olsa yalnızca silip üzerine oturabiliyorsun, hemen kuruyor.

x-max'in bagajı ise en sevdiğim özelliklerinden birisi. içine laptop, el çantası, iş ceketi ve dosyaları koyup işe gidebiliyorum. daha da yer kalıyor. (buna karşılık anahtarsız olarak açmak çok zor değil. mekanizmayı biliyorsan kolayca açabilirsin. bu yüzden içinde genellikle pek birşey bırakmıyorum. bugüne kadar birşey olmadı. ama temkinli olmakta yarar var.)

göstergeleri çok kullanışlı. kırmızı bir renkte, ışıl ışıl göstergeleri var. dijital göstergesi de var. ben en çok saatini kullanıyorum mesela. özellikle gece karanlıkta göstergeleri okumak çok kolay oluyor.

farları biraz zayıf şehirler arası yollarda biraz sorun oluyor. xenon far istiyor. bir de kalkışlarda benim motorun gazında biraz boşluk var. önce o boşluğu almam gerekiyor ki hızlı kalkış yapabileyim. biraz ayar gerekiyor olabilir.

sana yardımcı olabildiğimi umuyorum. sormak istediğin birşey olursa yine yanıt vermeye çalışırım. (aslında soru sorsun diye ölüyorum. sordukça gururum okşanacak. ama elden ne gelir, mütevazi olmak gerekiyor.) genel olarak x-max'ten çok memnunum. ama yine de ben şehir dışı için de 650'lik bir şeyler almayı planlıyorum.

sen ikinci motor olarak bir x-max düşünüyorsan bence çok isabetli olmuş. yalnız uygun fiyat yakalamaya çalış, çünkü pahalı aletler. bir de 2008'den önceki modellerde kronik elektrik problemi varmış (konjektör arızası). sonradan çözmüşler. benim motorun ilk kullanıcısı da yaşamış benzer bir sorunu bir parçayı değiştirip halletmişler. alırken bir soruşturmakta yarar var.

sana ve eşine güvenli sürüşler diliyorum.”

nasıl da kapsamlı yanıtlamışım görüyor musunuz. kısa yazmayı bir türlü öğrenemedim.