20 Temmuz 2012 Cuma

elif’imin ilk kampı, ilk kaya etkinliği...

meltem ile uzun zamandır elif’in ilk kampı hakkında konuşuyorduk. meltem, ilk defa 3-4 yıl önceki karakaya tırmanış festivali’nde görmüş olduğu karakaya kamp yerini, bu iş için en uygun seçenek olarak belirlemişti. cuma akşamı kuzeninin düğünü için eskişehir’de olacağımız belli olunca cumartesi gecesi için elif’le karakaya’ya gitmeyi önerdi. ben zaten dünden razıyım.

onlar düğün için ayvalık’tan çarşamba günü yola düştü, ben de cuma öğlen istanbul’dan yola çıktım. cuma akşamı meltem’in eskişehir’de bulunma nedenini eda ettikten sonra, sıra benim eskişehir’de bulunma nedenime gelmişti sonunda. karakaya, eskişehir’den 71 km uzaklıkta ve arabayla varmak yaklaşık bir saat sürüyor. eskişehir’den ankara’ya giderken şeker piliç -4 tesisini gördüğünüzde kuzey’e dönüp karakaya köyü’ne kadar iki kilometre daha gidiyorsunuz. kaya ve köy yan yana.

karakaya’nın kamp yeri bir kavak koruluğu. araba ile ulaşılabiliyor. dümdüz olan bu alan çocukla kamp yapmak için gerçekten çok uygun ve kayalar da kamp yerinin dibinde. tek sorunu tuvaletlerin çok pis olması. su için de köydeki çeşmeye gitmek gerekiyor ama bu yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüş olduğundan çok da önemli değil.

elif gecenin yorgunluğu ile arabada uyurken vardık karakaya’ya. elif uyanıncaya kadar kampı attık. biz geldiğimizde karakaya’da yalnızca boğaziçi üniversitesi’nden ömer ve ali vardı. onlar da bir süre daha projelerini deneyip öğleden sonra ayrıldılar. böylece tüm kayalar ve kamp yeri bize kalmış oldu.

bu etkinlik meltem’le ikimizin bu seneki ilk kaya etkinliği olacaktı. ali ve ömer’e en kolay rotaları sorduk. bize kral yolu’nda, beş derecelik, boltlu, yan yana iki rotayı önerdiler. kampa çok yakındı, elif’in etrafta rahatça dolaşabileceği kadar güvenliydi ve en önemlisi biz daha zor bir rotayı tırmanabilecek durumda değildik. rehber kitaba göre çıktığımız rotalar 10 numaralı blokta, güneş ergüden tarafından açılmış, dörder boltlu, sadık amca ve sunset yellow rotalarıydı. önce ben lider girdim ve rotanın ekspreslerini taktım ama istasyona yaklaştığımda sürekli aşağıdan gelen “baba, bak ben nereye tırmandım” “baba, orada ne yapıyorsun?” “baba!” çağrıları dikkatimi dağıtmıştı ve burada bir çatlakta karşıt baskı uygulayarak çıkılması gereken bir bölüm vardı. dikkatim çok dağılınca riske girmedim ve indim. arkamdan meltem çıktı ve rotayı bitirdi. ondan sonra ben de...

ardından bir süre elif ile kayaların üzerlerinde gezindik. dksk’da eğitim aldığım dönemlerde ‘birinci adım’da (yani dört günlük kaya tırmanışına başlangıç eğitiminin ilk gününde) yarım gün kayaların üzerinde elimizi hiç kayaya değmeden sekmiştik. elif’le de bunu yaptık. kayadan kayaya atlamaca... bir kayadan diğerine atlayıp “bu kaya benim oldu” diye elif’e nispet yapınca elif de aynısını bana yapmaya başladı ve buradaki oyunumuz belli oldu. kayanın birisinin üzerine çıkan “bu kaya benim oldu” diye bağırıyordu. bu şekilde bir süre oynadıktan sonra meltem sunset yellow rotasına girdi ve ilk denemesinde tertemiz çıktı. ben de yukarıdan emniyetli bir biçimde hızla tırmanıp rotayı topladım ve kampa geri döndük.

güneş batarken asıl zor bölümün yaklaştığını biliyordum. elif uykusu gelince yatağını çok arıyor ve “baba ben eve gitmek istiyorum” demeye başlıyordu. elif’i arabasına bindirip ninni söyleyerek uyutmaya çalıştım ama olmadı. tam uyuyacak gibi olduğunda uyanıp eve gitmek için yalvarmaya başlıyordu. “bugünlük evimiz bu çadır olacak bi’tanem. yarın eve de gideceğiz” filan diye ikna çabalarımız sonuç vermedi. gece kamp yeri elif’in çığlıkları ve ağlamaları ile inledi. neyse ki saat 22.00 sularında meltem, elif’i oyalamak için gölge oyunu oynamayı akıl etti. çadırın içinde kafa lambası ışığı ile çadırın duvarlarına şekiller yapıp epey bir eğlendiler. bir süre sonra elif yorgunluktan sızdı. yeniden uyandığında sabah olmuştu.

gece elif’in şekilden şekile girmesi, sürekli olduğu yerde dönüp duruyor olması nedeniyle ben ve meltem için biraz zor geçti. ama elif’in sabah uyandığındaki neşesi bizim de keyfimizi yerine getirdi. daha kahvaltı etmeden “baba, şu kayaya tırmanalım mı?” demeye başlamıştı.

kahvaltıdan sonra meltem ile en düşük zorluklu rotaları araştırmaya devam ettik ama karakaya’da düşük zorluklu rotalar geleneksel tırmanış için ayrılmıştı. düşük zorluklu ve boltlu diğer rotalar ise elif ile birlikte tırmanmaya uygun değildi ve pazar sabahını kayaların arasında elif ile yürüyerek geçirdikten ve takılı kaya sektöre kadar gittikten sonra eskişehir’e geri dönmeye karar verdik. hepimizin önünde uzun bir dönüş yolu vardı.

elif, gece uykusunu tam alamamış olacak ki arabaya biner binmez yine sızdı. gözünü açtığında eskişehir’e varmış, elif’in ilk kamp etkinliğini ardımızda bırakmıştık.

19 Temmuz 2012 Perşembe

elif’in günlüğü


herkes bebeğinin yaşantısını farklı biçimlerde kayıt altına alıyor. kimi fotoğraflarla, kimi video kayıtlarıyla, bense günlük tutuyorum. en iyi bildiğim biçimde, yani yazarak kayıt altına alıyorum. çoğu zaman blog yazmak yerine elif’in günlüğüne yazıyorum. bu sefer ikisini bir arada yazayım dedim.

elif, yaz başında anneannesi ve dedesiyle ayvalık badavut’a gitti. yazı orada geçirecek. 10 gün sonra meltem’in de tatili başladı ve o da badavut’a gitti. bense tırmanışlarımı iki haftada bir olacak biçimde planladım ve aradaki dönemler de (yani iki haftada bir) elif’i görmeye gidiyorum. bu da toplamda epey bir yolculuk yapmama neden oluyor ama şikayetçi değilim. elif’i de çok özlüyorum, dağlara da gitmek istiyorum. (şu anda tek istediğim daha çok dinlenme zamanımın olması.)

elif de beni çok özlüyor. arada telefonla konuşuyoruz. elif’e “elif! tatlı kuşum, merhaba!” deyince tiz bir kahkaha patlatıyor ve “anane bak! baba” diyor. daha telefonda konuşma işini tam çözemedi. bazen telefonun dialog olduğunun farkında olmadığından kendi kendisine konuşuyor; çoğunlukla telefonda ne söylediği anlaşılmıyor… yenilerde de ezbere konuşmaya başladı, dönüp dönüp aynı şeyi söylüyor; ya da sen sormamışsan bile ezberlediği şeye yanıt veriyor: “naber? napiyosun?” “iyiyim, sen nasılsın?” gibi.

badavut ayvalık’ın kahverengi tabela ile gösterilen yerlerinden birisi ama tam olarak neden kahverengi tabela olduğunu bilemiyorum. belki eski bir ören yeri filandır. zira badavut’un, muhteşem kumsalını saymazsak, şu anda kahverengi tabela olacak bir yanı yok. artık inşaat izni verilmiyor olmasına karşın son derece çarpık bir yapılaşma, yapılaşmaya kapatıldıktan sonra yapılmış dev bir arıtma tesisi, birkaç yıl önce yanıp kül olmuş ve şimdi yeniden eski haline getirilmeye çalışılan bir çam ormanı… geriye bir tek kumsalı kalmış. orada da hafta sonu adım atacak, denize girecek yer bulamıyorsunuz…

elif bayılıyor denize ve kumsala. badavut’un denizi çok soğuk olduğundan ilk doğduğu senenin yazında sokmamıştık. ikinci yazında ise çok kısa bir süre yadırgadı, o dönemi kumsalda oynayarak geçirdi. bu kısa sürenin sonrasında birilerine sarılmak suretiyle denize girmeye alıştı. bu büyük su kütlesinden korkuyordu (hala da korkuyor biraz) ama suyla oynamayı çok sevdiğinden geri de duramıyordu. denize gelir gelmez ilk yaptığı ayaklarını suya sokmak ve sonrasında da suyun kenarında oynamaktı. bu sene ise gelir gelmez ilk yaptığı kendisini suya atmak oldu. su soğukmuş, sıcakmış onun için bir önemi yok. buz gibi suya atlayıp “birazcik soğukmus” diyor. ben geldiğimde birlikte oyunlar oynuyoruz suda. annesi ayaklarını çırpmayı öğretmiş, onu gösteriyor bana. ama çoğunlukla denize gelir gelmez ikimiz birlikte hemen suya giriyoruz. derine gitmek yok, kolluk ve simit kullanmak yok, sudan çıkmak yok. ben varsam çoğunlukla kaydırmaca, havaya atıp suya düşürmece ve su sıçratmaca filan oynuyoruz. şişirilen şeylere hiç güveni yok. onları görünce arkasını dönüp kaçmaya ve çığlık atmaya başlıyor. ortada onlar yoksa çok güzel oynuyor…


sarımsaklı lunaparkı
badavut ile benim tanışıklığım çok eski. emekli balıkesir orman bölge müdür yardımcısı olan eniştem, teyzemler ve kuzenlerim ile buradaki orman kampına gelirdi, biz de onları görmeye gelirdik. badavut’un 20 sene öncesi ile bugünü arasında büyük fark olduğunu söyleyemeyeceğim. aynı çarpık yapılaşma. şimdi orman kampı özel bir işletmeye verilmiş. birçok devlet kurumunun da kampları burada: maliyeciler, mit… (ilginçtir, burada mit’e ayrılmış, gizli işler çevrilen çam ormanı ile kaplı çok güzel bir burun var…)

badavut’un içinde eğlenecek yer az, asıl eğlence sarımsaklı’da. yani badavut’tan araba ile 15 dakikalık bir mesafede. sahildeki cafe ve oteller yaz akşamlarında çeşit çeşit eğlence sunuyor. sarımsaklı’nın içerisinde çok geniş bir alana kurulmuş bir de köhne lunapark var. (birkaç yıl önce meltem ile gondoluna binmiştik, korkudan altıma kaçırıyordum neredeyse.) geçen elif ile birlikte ilk kez lunaparka gittik. bir türlü ‘lunapark’ diyemedi. çekmeköy’de evimizin yanında doğa parkı adında bir park var. elif oraya hep “duğa park” diyor. lunaparka da hep duğa park dedi. ikisini ayıramadı birbirinden çocuğum.

şeytan sofrasında güneşin batışı
lunaparkta ilk defa tren, helikopter gibi yerinde dönüp duran aletlere bindi. indiğinde sorunca hepsinde “beğendim” dedi. ama hepsinde ilk hareket ettiklerinde yüzünde büyük bir korku ifadesi belirmişti. en büyük korkuyu da benimle birlikte çarpışan otoya binince yaşadı. bize birisi tosladığında neredeyse yerinden uçuyordu. ama yine de inince “beğendim” dedi.

şeytan sofrası denilen tepe de badavut’a çok yakın. arabayla 10 dakikada gidilebiliyor. bütün ayvalık halkı ve ayvalık’a gelen tüm turistlerin en büyük zevki buradan güneşin batışını izlemek. bir sefer meltem ile güneşin battığı saatlerde gitme gafletinde bulunduk bir daha tövbe ettim. o ne kalabalık öyle... bırakın arabayı bırakacak yer bulmayı, adım atacak yer yoktu. hatta o kalabalıkta birisi manzara seyretmek için çıktığı duvarın üzerinde uçuruma düştü ve itfaiyenin yardımı ile hastaneye zar zor kaldırılabildi. ama adalar tarafından güneşin batışı gerçekten görülmeye değer... hayatta bir kez görmek gerekir gerçekten...

dedim ya badavut kumsalı çok kalabalık oluyor diye, bir sürü de çocuk oluyor. çocuklar her zaman olduğu gibi hemencecik kaynaşıveriyorlar. ama ilginç olan çocukların sürekli birbirlerinin oyuncakları ile oynuyor ve kendi oyuncaklarını kumsalda başıboş bırakıyor olmaları. elif gidiyor başkasının küreğini alıyor, oysa kendi küreği de var. ama gidip başkasınınki ile oynamayı tercih ediyor.

mutluköy'de at gezisi
badavut’tan kalkan tekne turu yok. sanıyorum denizin çok sığ olması ve teknelerin yanaşamaması nedeniyle yapılamıyor. badavut’ta iskele de yok. var olan birkaç kayık kumsala demirlemiş olarak duruyor. tekne turları, sarımsaklı ama asıl ayvalık’tan kalkıyor ve adalar tarafına doğru gidiyor. bu da keyifli bir etkinlik. ben iki kez yaptım. hatta bir seferinde bir dalış teknesi ile çıkmıştım. keyifliydi... özellikle adaların kimsesiz koylarında denize girmenin tadını anlatmak çok zor. meltem ve elif daha hiç tekne turuna katılmadılar, yakın bir zamanda birlikte de yapacağız.

elif’in badavut günleri uyku, yemek ve deniz ile geçiyor. sabah kahvaltının ardından 11.00’e kadar deniz. öğlen yemeği ve uyku. uyanınca ikindi kahvaltısı evde oyun. güneşin ferinin azaldığı saatlerde yine deniz. akşam yemeği ve uyku. döngü tamamen bu kadar. ben oraya gittiğimde ve istanbul’a dönmek zorunda olduğumu söylediğimde “baba, ben de evime gitmek istiyorum” diyor, çok içim burkuluyor. ben “ama bi’tanem istanbul’da denize giremezsin, eve kapanıp oturmak zorunda kalırsın. hem kim bakacak orada sana? ben işe gidiyorum.” deyince deniz sevdasına bir süre birşey demiyor. ta ki beni özleyinceye kadar. o zaman telefonda yine “baba, ben de evimize gitmek istiyorum.”

badavut’tan arabayla yaklaşık yarım saatlik mesafede “mutluköy” adında bir yer var. ne güzel bir adı var. burada da “nostalji cafe” adında epey bilindik bir restoran var. bilinmesi turların uğrak yeri olmasından ve televizyon programlarında da epey yer almış olmasından kaynaklanıyor. ama bu kadar tanınmış olması haybeye değil kesinlikle. içeride antik eserlerin, antikaların ve yöresel giysilerin sergilendiği bir müze ve hayvanat bahçesi var. bu sene birkaç tane yöresel mimariye uygun ve yöresel bir biçimde döşenmiş apart tipte kalacak oda da yapmışlar.

üç kişinin iki kişilik kahvaltı ile rahatlıkla doyabileceği bir yer burası. kahvaltıda özel tandır ekmeği, zeytin reçeli gibi özel lezzetler de var. dev, taş fırınlarında akşamları değişik yöresel yemekler yapıyorlar. elbette zeytinin merkezi olan bir bölge olduğundan zeytin yağı ve zeytin satışı da var.

buraya son iki senedir uğruyoruz. burada elif’in çok sevdiği iki şey var: çocuk parkı ve atlar. hayvanat bahçesinin yan tarafında at ile gezilen bir alan var. görevli eşliğinde burada elif’i ata bindiriyoruz. yemeğimizi de çocuk parkına yakın bir yerde yiyoruz ki elif yemek yemekten sıkılınca rahatlıkla çocuk parkına kaçabilsin ama gözümüzün önünden de ayrılmamış olsun.

badavut kumsalı. arkadaki yeşillik de istihbaratçıların kampı
hafta sonlarında çok kalabalık olan bu mekanda turlar ile gelenler genellikle ortada bulunan kule gibi yerde oturuyor. biz de çok kalabalık olduğunda ağaçların altındaki yerlere çekiliyoruz. buralarda ağaçlardan hamak ve salıncaklar sallandırmışlar ki elif’in bayıldığı bir başka şey de sallanmak zaten.

özetle ayvalık’a yolunuz düşerse burayı da ihmal etmeyin... ayvalık, yalnızca ayvalık tostu demek değil...

10 Temmuz 2012 Salı

neye niyet, neye kısmet…

karasay zirveden kızılkaya
kazbek tırmanışı öncesi son dağ antrenmanı için yine adresimiz aladağlardı. (gerçi benim son dağ antrenmanımdı. meltem ile ışıl’ın ise ilk ve son dağ antremanlarıydı.)

çok ama çok uzun zamandır hafta sonu iki günlük etkinlikten daha uzun bir dağ etkinliği yapmamıştım. bu etkinliği 4 gün olarak planlamıştık ve bu benim önemsediğim bir değişiklikti. yine uzun zamandır birden çok zirve hedefiyle aladağlar’a gitmişliğim yoktu. ne de olsa hafta sonu dağcısıyız.

hedefimiz kızılkaya, karasay, eznevit (mümkün olursa emler) yapıp akşam pınarı’na geçmek ve alaca’yı tırmanmaktı. alaca tırmanışını iki hafta önceki şanssız etkinlikte elimden kaçırmış olduğum için istiyordum, ayrıca kamp yüküyle uzun yürüyüşler olacaktı ve bu da genel dayanıklılığım için iyi olacak diyordum. ama dağ bize başka bir program yapmıştı.

rahatsız ve uykusuz bir otobüs yolculuğu ile önce niğde’ye, sonra çukurbağ köyü’ne geldik. traktörcü mehmet şenol bizi yol çatısından aldı, evine götürdü. son hazırlıklarımızı yaptık ve traktör ile sokullu’ya hareket ettik. bir perşembe günü olduğundan etraf çok sakindi. çantalarımızı sırtlamadan önce sobek’in aşçısı veli ve orada bulunan gaziantepli dağcı arkadaşlar ile programlarımız üzerine konuştuk ve öğlen 12.00 sularında karayalak vadisi’ne hareket ettik. mehmet şenol, sağolsun, bizi anıt taşına kadar traktör ile yükseltti ve bu da bize 45 dakika kazandırdı.

hava kapalıydı ama kapının girişinde yediğimiz bir iki damla dışında yağış olmadı. tam tersine kapalı hava bize kamp yüküyle rahat bir yürüyüş olanağı sağladı. oysa yolda rast geldiğimiz üniversite öğrencilerinden kurulu üç kişilik ekibi püskürtmeyi başarmıştı. bizimle gelmeleri için epey dil döktük ama motivasyonları kırılmıştı bir kere…

kızılkaya'da yükseldiğimiz (büyük olasılıkla yanlış) kulvar
en son kızılkaya kış için geldiğimiz bu vadide, o tırmanışı anarak yükseldik. akşam saat 15.30 sularında dinlenme kayasına birkaç yüz metre kala turistik ekipler için hazırlanmış bir kamp yerinde kampı atma kararı aldık. meltem ve ışıl bir süredir dağda olmadıkları için çelikbuyduran’a kadar zorlanmamış oldular, ben de sırtlanmış olduğum ağır çantanın altında daha fazla ezilmemiş oldum. erciyes’te yaşadığım tükenmişlik durumuna dört günlük etkinliğin ilk gününde düşmek istemiyordum.

kamp yerimizde su yoktu. bu nedenle bir saatlik dinlenme üzerine tüm su taşınabilecek malzemeyi alıp çelikbuyduran’a doğru yükseldim. buradaki su kaynağını üç sene önceki emler tırmanışında kısa bir süreliğine görmüştüm ve o tırmanışta çok yorgun olduğumdan neye benzediği hatırımda kalmamıştı. iki hafta önce çok şanssız bir biçimde, tüm aramalarıma karşın akşam pınarı’ndaki suyu da bulamamış olduğum için biraz tedirgindim: “ya suyu bulamazsam?” yolda su sesi gelen her yeri eşeliyordum. ama geçide çıkmama çok az kala ‘çelikbuyduran çağlayanı’nı görünce endişemin yersiz olduğunu anladım. kaçırmama olanak yokmuş zaten. son derece sisli ve kapalı bir havada 15 kiloya yakın su ile kampa dönüp günü bitirdim.

gece hava serindi. meltem, hafif olmak için evdeki en ince uyku tulumuyla geldiğinden gece üşümüş ve pek uyumamıştı. bu yüzden yeterince dinlenemeden 06.10’da kızılkaya için yola koyulduk. ilk hedefimiz karasay-kızılkaya beline yükselmekti ki 07.45’te buraya ulaşmayı başarmıştık. ekip olarak yavaş ama tempolu bir yürüyüşümüz vardı. ama zaten sıkıntılı bölüm de buradan sonra başlıyordu. meltem daha önce kızılkaya’yı çıkmış olmasına karşın rotanın devamını hatırlamıyordu. istanbul’dan yücel’e telefon edip rota sorduk ve tarif ettiği gibi tırmanışın asıl bölümüne başladık: “önce 200-300 metre kadar yan geç sonra zirveye giden bir kulvar göreceksin, o kulvara gir ve yüksel.”

aynen böyle yaptık. önce yan geçtik, sonra kulvara girdik. kulvara girdiğimizde parmakkaya’ya benzeyen bir kaya göreceğimizi ve zirvenin de ucunu göreceğimizi söylemişti, aynen dediği gibi gördük. patikalar ve babalar da devam ediyordu, onları takip ettik. bütün prosedürlere aynen uyuyorduk. bazı bazı, çok inanılmaz yerlerde babalar ve ayak izleri görüyorduk ama bunların kış tırmanışları için olabileceğini düşünüyor ve bize en mantıklı gelen patikadan yükselmeyi sürdürüyorduk. kışın zorlukları farklı rotalar gerektirebilirdi.

ışıl çelikbuyduran çağlayanında...
sonunda parmakkaya’nın yanından geçtik. setli setli olan bölümleri de geçtik ve zirve sırtı olduğunu düşündüğümüz bele ulaştık. altimetre 3720 metreyi gösteriyordu. yücel’in söylemesine göre buradan yukarı doğru en yüksek noktaya devam edecektik ve orası zirveydi. ama bizim bulunduğumuz yerde iki tarafta iki yüksek nokta vardı?! yüzümüz karasay’a dönükken sağ tarafımızda olanın üzerinde bir baba vardı, ancak sol tarafımızdaki, üzerinde baba olandan daha yüksekti. bir anlam verememiştik. yüksek olan tarafa tırmandık ve yaklaşık 35 metre kadar doğumuzda kalmış olan zirveyi gördük!!! yanlış bir yere çıkmıştık. yücel’i yine cep telefonu ile aradık ve durumu anlattık, parmakkaya’nın sağından geçip zirveye gitmemiz gerekirken solundan geçip yanlış rotayı takip etmiştik ve ulaştığımız yerden zirveye geçiş yoktu. patikaları ve yücel’in talimatlarını aynen takip ettiğimi düşünüyordum, bir noktada yanılmışım. yanlışımızı düzeltmek için 400 metre kadar aşağı inip parmakkaya’nın altından yeniden tırmanmamız gerekiyordu. zira olası yan geçişlerin tümü boşluklu ve korkutucuydu. bulunduğumuz yerdeki babaların ve bizi buraya getiren patikaların ne için olduklarına bir türlü anlam veremiyorduk, ama yapacak da bir şey yoktu. zirve’de değildik.

irtifa kaybetmeden zirveye ulaşmak için yaptığımız yan geçiş denemelerinin verdiği korku, yorgunluk ve zirve ile neredeyse aynı yükseklikte ve çok az bir mesafede olmamıza karşın ulaşamamanın verdiği motivasyon kaybı ile aşağı inme kararı aldık. yalnızca meltem 400 metre indikten sonra yeniden denemek istiyordu (meltem’in bu seneki ilk tırmanışında bu kadar motive olması, aklimatizasyonunun bu kadar yerinde olması çok takdire şayandı). ama o kadar inip yeniden 3700 metreye yükselmek bana çok zor geliyordu. her şeye karşın yorgunluğun dikkatimizi dağıtacağını ve tehlikeli yerler geçmemiz gerektiğini göz önünde bulundurarak geri dönme kararı aldık. hepimiz oldukça üzgündük. 3700 metrenin üstüne çıkmış ama zirveye ulaşamamıştık.

karasay-kızılkaya beline döndük, biraz dinlendik. kendime ve ekibe bunun bir antrenman tırmanışı olduğunu ve önemli olanın zirve değil 3700 metreyi görmüş olmak olduğunu hatırlatıp duruyordum. ışıl, ulaşmış olduğumuz yerden tatminkardı. elbette zirvede olmayı tercih ederdi ama sıkı bir tırmanışı başarıyla yaptığımızı düşünüyordu. meltem ise daha önce çıkmış olduğu için çıkamamış olmayı önemsememişti.

bulunduğumuz yerden 20 dakikada karasay’a çıktık. amaç günü zirvesiz kapatmamaktı. karasay zirvede kaldığımız yaklaşık 40 dakika süre içinde herkesin yorgunluğu ağır basmaya başladı. öğlen güneşi altında kendimizi kızılkaya’da epey hırpalamış üstüne üstlük onca çabanın sonunda eli boş dönmüştük. karasay’dan sonra kimsenin eznevit’e devam etme hevesi kalmamıştı.

karasay’dan sonra yorgun argın kampımıza döndük. saat 15.30 olmuştu ve tamamen tükenmiştik, sıcak çadırlarda dinlenmeye çekildik. herkes düş kırıklığını birbirine yüklüyordu: ben meltem’in rotayı nasıl hatırlayamadığına anlam veremiyordum. meltem neden yeniden devam etmedik diye bana kızıyordu. ışıl ise çıkış boyunca onu dinlemeyip kendi bildiğimizi okumuş olmamızdan dem vuruyordu.

ekibimiz emler zirvesinde
günün yorgunluğu ile yarının planı olan karasay-kızılkaya belinden kampı aşırma planını yeniden değerlendirip artık yapmayı istemediğimize kanaat getirdik. meğersem bütün motivasyonumu kızılkaya’yı çıkacağım üzerine kurmuşum, çıkamayınca hiçbir şey yapasım kalmadı.

akşam yorgunluk açlığa baskın gelmişti, biz meltem ile yemek bile yemeden uyumaya karar verdik. zaten iştahımız hiç yoktu. ama ışıl düş kırıklığını farklı bir motivasyona çevirdi ve hepimiz için unutulmaz, kavurmalı bir makarna yaptı. çok iştahsız olmamıza karşın hepimizin büyük bir istekle yumulduğu kavurmalı makarna tüm gücümüzü tazeledi. yatarken ışıl ertesi günün planını sorunca tereddütsüz “emler’e gidiyoruz, sayende yeniden enerji ile doldum” yanıtını verdim, makarna olmasaydı emler’den bile çoktan vazgeçmiştim.

gece meltem ile uyku tulumlarını değiştik. bendeki görece kalın uyku tulumunu meltem’e verdim ve onun ince tulumunu ben aldım. ama şansıma hava ilk geceki kadar soğuk değildi. hepimiz yaklaşık 12 saat dinlendikten sonra kahvaltıya ve hazırlıklara başladık. kampı terk ettiğimizde saat çoktan 09.00 olmuştu.

önce çelikbuyduran’a çıktık ve çağlayanda tazelendik. esin handal oradaydı, bizim hemen ardımızdan kızılkaya’ya çıkmışlar. ‘oralarda karşılaşsaydık, belki birlikte yeniden tırmanmak için güç bulurduk’ diye düşünmeden edemedik. onlar da karasay ve eznevit’e çıkacaklardı. bir süre sohbetin ardından tırmanışa devam ettik. çelikbuyduran’da dipsiz göl’deki kamplarından gelen avusturyalı bisikletçiler vardı. biz zirveye giderken arkamızda olan bu grup bisikletlerini bir kenara bırakıp büyük bir süratle, bizden önce emler’in zirvesine ulaştı. hepimiz bisikletçilerin kondüsyonundan etkilenmiştik.

kamptan itibaren toplam 3,5 saatte emler zirveye çıktık. yalnızca, yürüyerek çıkılan zirveleri sevmeyen (buna karşılık kızılkaya, verçenik gibi kaya etapları olan zirvelere bayılan) meltem çok zor çıkmıştı zirveye (oysa ki kızılkaya denemesinde koşuyordu neredeyse)… zirvede uzunca bir süre dinlendik ve inişe geçtik.

itoturumunun rotasına bakmaya gidiyoruz...
kampa döndüğümüzde öğleden sonranın ilk saatleriydi. hava çok sıcaktı. sıcak çadırlarda dinlenmeye çalışıp boşa enerjimizi tüketeceğimize kampı toplayıp sokullu kamp yerine inişe geçmeyi tercih ettik. hızlı bir inişle akşam saatlerinde sokullu kamp yerine varmıştık. kamp yeri bıraktığımızdan çok farklıydı, çok kalabalıklaşmıştı. tırmanış için gelmiş gruplarla merhabalaşıp biz de kampımızı kurduk, yeniden.

akşam kamp yeri çok gürültülü olmasına karşın saat 20.30 sularında uyuduk. peck kulvarına girecek olan doruk dağcılık ekibinin kamp yerinden ayrılırken çıkardığı gürültüler nedeniyle uyuyamadığım saat 23.30 ve 00.00 arası dışında gece sorunsuz uyudum.

sabah 08.00 sularında uyandığımızda hala iştahsızdık. uyduruktan bir kahvaltı yapıp güneş kamp yerine gelmeden itoturumu’nun rotasına bakmak üzere yürüyüşe çıktık. iki buçuk saatlik bir keşif yürüyüşünün ardından rotanın fotoğraflarını çekip geri döndük. kampa döndüğümüzde sobek’in kıl çadırının altı tırmanışını yarım bırakmış ya da kampçı kalmış insanlar ile doluydu. sobek’in aşçısı veli’nin demlediği çay eşliğinde mehmet şenol’un getirdiği kirazları yedik ve tırmanıştan dönenleri karşıladık, muhabbet ettik. artık kampımızı toplama ve iniş vakti gelmişti bizim için. mehmet şenol’un evinde yediğimiz gözlemenin ardından iki buçuk aracı ile çukurbağ’dan ayrıldık.

öğleden sonrayı niğde öğretmenevi’nin bahçesinde anıl ve volkan ile okey oynayarak geçirdik; akşam yemeği için kebap patlattıktan sonra istanbul’a dönme vakti gelmişti.