11 Eylül 2012 Salı

gürcistan – 6 / bethlemi hut – stepansminda – tbilisi - istanbul

iniş

sabah 05.30’da uyanmış olmamıza karşın 06.30’a kadar ikimiz de yataktan çıkamadık. dağ evine inmek iyi gelmiş gibiydi ama iştahım yerine gelmemişti. yine de ağzımıza kahvaltı niyetine zorla tıktığımız şeylerin midemizi bulandırmamasına seviniyorduk. köye indiğimizde tad alma duyumuzun geri döneceğini umarak hazırlıklarımızı tamamladık. artık gereksiz duruma düşmüş bir yığın yiyeceği ve tam dolu bir yakıt tüpünü dağ evinin mutfağında bıraktık. dağ evinin parasını ödedik ve 08.40 civarında inişe geçtik.

buzulu hızlı geçebilmek için yine ipe girmedik. başta krampon da bağlamamıştık ama indikçe eğimi artan buzulda meltem kendisini rahat hissetmediğinden buzulun üzerine çıktıktan bir süre sonra kramponları bağlamaya karar verdik, iyi de oldu. cam gibi buzu hızlıca ve sorunsuz bir biçimde geçip yeniden toprağa bastık.
buzul dili

2007 tırmanışının dönüşünde, en çok zorlandığımız bölüm dere geçişi olmuştu. dereyi geçmek için neredeyse iki buçuk saat debelenmiştik. dere boyunca yukarı çıkmış, aşağı inmiş bir türlü bir geçit bulamamıştık. suyun debisi sıcak güneşin etkisi ile çok hızlanmıştı, çamur içinde ve buz gibi akıyor içine girip geçmemize izin vermiyordu. külçe gibi ağır, dev sırt çantalarımız ile kayalardan zıplayarak da geçemiyorduk. en sonunda ben bir kayadan sıçrayıp suyun içine düşmek suretiyle karşıya geçmeyi başardım. emrah paçaları sıvayıp donmuş bir biçimde, zar zor suyun içinden geçti. meltem’in geçmesi için ise epey bir uğraşmamız gerekti. 2007 tırmanışı dönüşünde meltem, en sıkıntılı bölüm olarak hep dönüşteki dere geçişini anlattı. buraya gelirken de en çok dere geçişi nedeniyle endişeleniyordu. ama bu sefer işler yolundaydı. sabahın erken saatlerinde dereye ulaşmıştık ve tırmanışın başında dereyi geçerken kullandığımız yer diğer tarafa geçmek için yine uygundu. önce ben kendi çantamla karşıya geçtim. sonra dönüp meltem’in geçmesini sağladım ve en son da meltem’in çantasını sırtlanıp geçtim. bu sefer yaklaşık yarım saatte tüm yüklerle birlikte karşı tarafa geçmeyi başarmıştık. buradan sonrası basit bir yürüyüştü... ne yazık ki dereyi geçmeye çalışırken ayak baş parmaklarımın tırnaklarını vurmuştum ve çok canım yanıyordu.

10 dakika kadar dereyi göreceli olarak kolayca geçişimizi kutlamak için mola verip aşağı devam ettik. sık sık durup aşağıdan gelen dağcılar ile sohbet ediyor, deneyimlerimizi kısaca aktarıyorduk. inişte büyük bir tesadüf eseri, mimar sinan üniversitesi dağcılık kulübü’nün başkanı yılmaz’a da denk geldik. elbruz’da zirve yapmış ve burayı da iki günde tırmanmayı planlamıştı. iyi aklimatize olmuş olduğunu tahmin ettiğimizden burada da zirve yapacağından emindik. deneyimlerimizi kısaca ona da aktarıp 20 dakika kadar sohbet ettikten sonra başarılar dileyip ayrıldık.

ayaklarımın acısından ve yorgunluktan sık sık mola veriyor olmamıza karşın yine de 14.30 civarında kilisenin önündeki, kamp kurulan çayıra ulaşmayı başardık. 2007 tırmanışında kiliseden aşağı da yürümeye kalkmıştık. ama daha köye bile varmadan meltem ve ben bir araca otostop yapmak zorunda kaldık. bu sefer, geçen sefer gerçek bir işkenceye dönüşmüş bu bölümü yürüme niyetine hiç girmedik bile. 30 Lari ödedik ve aşağı jip ile indik. hatta jip bizi diana’nın ev pansiyonuna kadar bıraktı.

ne yazık ki diana’nın evinde yer yoktu. bizi arkadaşı nino’nun evine yönlendirdi. bu ev de aynı sokaktaydı ve köye de daha yakındı. üstüne üstlük de yine banyosu evin içerisindeydi ve aynı fiyata kalacaktık. ama bizim istediğimiz ne yıkanmak, ne de dinlenmekti. biz yemek yemek istiyorduk. yerleşecek yeri ayarladıktan sonra yeniden meydana döndük ve raporlarda kebap yapıldığını okuduğumuz ‘khevi’ restorana gittik. gerçekten yemekler arasında kebap vardı ama bizim kebaplara pek benzediğini söyleyemeyeceğim. görünüşü daha çok sucuğa benziyordu, ama tadı köfte gibiydi... iki natakhtari, bir haçapuri ve iki kebap için 26,50 Lari ödedik. etin üzerine konan sos ve ekmek için ekstra para alıyorlarmış, sorun etmedik. yeter ki yemek yiyebilelim ve yediğimiz şeyi midemizde tutabilelim. ne yazık ki ağzımın tadını ve tuzunu zirvede bir yerlerde unutmuştum. içtiğim şeyler büyük bir haz verirken yediklerim saman gibi geliyordu (bu durum çok uzunca bir süre böyle devam etti).

kurban’a uğradık ve para bozdurduk (kurban 100 USD için bize 160 Lari verdi. köyde genel olarak 100 USD için 150 Lari verildiğini düşünecek olursak oldukça iyi bir değiş tokuş olmuştu.) ercan’a indiğimizi haber verdik.

geç öğlen yemeği yüzünden ‘akşam yemek yiyemem’ diye düşünüyordum ama banyomuzu yapıp rahatladıktan sonra akşam yemeği de yedik. günü türk işçiler ile muhabbet ve çay ile kapattık.

ertesi sabah uyandığımızda çok açtım ve iyi uyuyamamıştım. artık tek istediğim evime, kızıma ve alışkanlıklarıma geri dönmekti. 09.55 gibi meydan’daki shrona’s hotel’de bir kahvaltı ettik. ama dağ sonrası açlığı ile çok yetersiz bir kahvaltıydı. (birer omlet, domates, peynir, ekmek, birer çay ve bir türk kahvesi için 28 Lari ödedik.) yemek dişimizin kovuğuna bile yetmemişti.

dağdan düşündüğümüzden çok daha erken inmiştik. üstüne üstlük de gelmeden önce dağa o kadar odaklanmıştık ki indikten sonra ne yapacağımızı dair hiçbir planımız yoktu. önce köyde biraz turladık, kazbegi dağcılık müzesine, stepansminda tarih müzesine, el sanatları galerisine gittik. sonra yine khevi’ye gidip ‘veal barbeque’ (mangalda pişmiş dana etini soğan ile servis ettikleri bir yemek) yedik.

öğleden sonra kaldığımız yerde tanıştığımız khato ve jim ile rus sınırı tarafına gittik. önce restore edilmekte olan çok eski bir kiliseyi kısaca gezdik. sonra, birbirine 40 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan iki ayrı çağlayanı gezdik. akşamı bilgisayar başında geçirip erkenden yattık.

kazbegi köyünde mi kalsak, tiflis’e mi dönsek karar veremiyorduk. hiçbir planımız yoktu. kazbegi köyü’nde serin serin yatıp dinlenebilir ya da tiflis’te görmediğimiz birkaç yere gidebilirdik. işin doğrusu ikimizin de hiç gezme hevesi kalmamıştı. meltem serin ve ucuz kazbegi’de zaman geçirmek istiyordu. bense eve yakınlaşmak istiyordum ve tiflis bu konuda son duraktı. biletlerimizi erkene aldıramadığımızdan bir-iki gün de orada takılmak istiyordum.
kura nehri üzerindeki modern köprü

27 temmuz günü kahvaltıyı nino’nun pansiyonunda yapmaya karar verdik ve kişi başı ekstra 5 Lari karşılığında tıka basa, yiyebileceğimizden çok daha fazla donatılmış bir kahvaltı masasına oturduk. bir gün önce shrona’s hotel’de kahvaltı ederek ne büyük bir hata yaptığımızı bu masaya oturunca anladık. önümüze diğer bir sürü şeyin yanı sıra dağ gibi ev yapımı patates kızartması yığmışlardı ki sanıyorum başka hiçbir şeyi bu kadar keyifle yiyemezdik. kahvaltıdan sonra, nino’ya iki kişinin iki gece kalması ve bir sabah kahvaltı etmesi için 90 Lari ödeyip pansiyondan ayrıldık.

iyi olup olmadığını çok merak ettiğimiz yılmaz ile dolmuş durağında yine karşılaştık. zirveyi yapmıştı ve kara yoluyla istanbul’a dönmeyi planlıyordu. bizim dolmuş kalkmak üzereydi ve yer kalmamıştı. yılmaz’la köy meydanında vedalaşıp tiflis’e doğru yola düştük. kazbegi köyü’ndeyken tiflis’te ‘nest hostel’in özel odasını telefonla ayırtmıştık. didube otogarı’na gelince bir taksiye atlayıp hostele geçtik. ancak hostel yöneticileri özel odanın boşalmadığını söylediler. tanıdıkları hostelleri aramalarından da bir sonuç alamayınca mecbur yatakhanede kalmaya razı olduk. çünkü dağ gibi koca çantalarımızla bir yerden başka bir yere gitmemiz epey sorun oluyordu. ne meltem, ne de ben daha önce hiç hostelde kalmamıştık. hostelde kalma fikri okuduğumuz bir raporda üniversite öğrencisi arkadaşların kaldıkları hosteli önermesinden ortaya çıkmıştı. zaten de hostelin ortamı üniversite öğrencilerinin gerçekten çok sevebileceği bir ortammış. işinde gücünde, evli barklı insanlar olan bizler hostelin olağan sakinlerinin arasında ‘ucube’ gibi kaldık. bizi buraya getirdiği için meltem’e çok kızmıştım. askerden beri yatakhanede kalmadığım için hiç de güzel hatırlamadığım askerlik anılarım canlanmıştı. neyse ki hostel sakinleri asker yatakhanesi sakinlerinden ziyade gençlik dizisinden çıkmış gibilerdi.
teleferikten tiflis manzarası

hostelimiz şehrin merkezine çok yakındı. atının üzerinde ejderha ile savaşan ünlü st. georg anıtının bulunduğu tavisupleba meydanı’na yürüyerek beş dakikada varılabiliyordu. buradan da tiflis’in her yerine ulaşım mümkündü. yerleşme işlerini halleder halletmez yemek yemeye gittik. ilk yemeğimizi hostel’den tavisupleba meydanına giden yol üzerinde ‘black&white’ adında bir türk restoranında yedik. (iki çorba, bir adana, bir beyti, iki ayran için 25 Lari ödedik.) sonra biraz şehri dolaştık. ‘luca polare’ adında, muhteşem italyan dondurması yapan bir yer keşfettik ve sonraki günlerde burayı birkaç kez daha ziyaret ettik. ama genel olarak yorgun ve bıkkındık, birşey yapmaya hevesimiz yoktu. tek istediğimiz bir an önce türkiye’ye dönüp kızımıza kavuşmaktı. uçuş saatimiz gelesiye kadar saatleri saydık. biraz dolaştıktan sonra büyükçe bir karpuz alıp hostele geri döndük.
ulusal tarih müzesi'nden bir eser

28 temmuz gürcistan’daki son günümüzdü. meltem’le bugünü tiflis’i gezmeye ayırmıştık. hava oldukça sıcaktı. kazbegi’nin serin havasından sonra meltem bu durumdan oldukça rahatsızdı. sabah kahvaltısını rustaveli caddesindeki ‘entree’ adındaki fransız pastanesinde birçok yabancı turist ile birlikte yaptık. (2 kişilik ‘continental breakfast’ [serpme kahvaltı] için 40 Lari ödedik.) saat 10.00’da pastanenin tam karşısındaki ulusal tarih müzesine geçip 11.30’a kadar burayı gezdik. dört katlı bu yapıda türkiye’deki müzelerdeki zenginliği bulamamış ve çok şaşırmıştık. zira gürcistan tarihi de oldukça zengin bir tarih. ancak bunun gibi 7 müze daha varmış ve bunlar tiflis’in çeşitli yerlerine serpiştirilmişler. hepsini gezmediğimiz için büyük konuşmuş olmak istemem.

öğlen yemeğinde akşamdan kalan karpuzu yedikten sonra hostelde tanıştığımız kazım ile birlikte bit pazarına ve teleferiğe gittik. tiflis son 5 yılda çok değişmiş. kumar oynanan büyük oteller yapılmış ve yapılmaya devam ediliyordu. araçlar yenilenmiş, eski rus arabaları ortadan kaybolmuştu. her yanda AB fonlarıyla restore edilen eski yapılar vardı, birçok yerde restorasyonlar sürüyordu. başkanlık sarayının tam önünde, kura nehri’nin üzerine gösterişli bir köprü yapılmıştı. köprünün ayağında da park yapımı sürmekteydi.
sulfur hamamı

15.45’te 2007’den beri fazla değişmemiş olan barlar sokağına gelip yemek yedik. meltem ve ben şaşlik yedik. anladığım kadarıyla şaşlik bir pişirme yönteminin adı. çünkü tavuk, dana ve domuz etinden şaşlik yemeği yapabiliyorlar. yemekten sonra bir süre hostelde dinlendik ve hep birlikte tiflis’in ünlü sülfür hamamlarından birisine gittik. güneşten kavrulmuş suratlarımızdaki ölü deriyi kese ile atıp yeniden biraz olsun insana döndük ki sırf bunun için bile gidilirdi.

akşamın kalan bölümünde barlar sokağında zaman öldürdük. uçuş saatimiz geldiğinde hostelden çantalarımızı alıp kazım ile vedalaştık. çantaları uçağa teslim ettiğimiz anda, artık tırmanışımızı bitmiş saydım. artık evimize ve kızımıza dönüyorduk...

- SON -


plato'da yansımadan kavrulmuş suratımın hali
sülfür hamamında temizlendi neyse ki...

2 Eylül 2012 Pazar

gürcistan – 5 / plato - zirve

çığ riski içeren patika
bütün öğleden sonra çadırın içinde dinlenmiş olmamıza karşın ikimizin de durumu pek iç açıcı değildi. nasıl olmasındı ki? meltem tüm dağcılık yaşantısının en yüksek çadır kampını yapıyordu. benim de 2000 senesinden beri bu yükseklikte kamp yapmışlığım yoktu. kampı yaptığımız yükseklik erciyes’in zirvesinden birkaç yüz metre daha yukarıdaydı. ikimizin de rahatsızlanması olağandı, ama daha iyi olacağımızı umuyordum.

gece meltem 02.20 civarlarında uyanmış. ağzının tadı çok kötü olduğundan yanımızda getirdiğimiz havuçlu cezeryeden biraz yemiş. üstüne biraz da su içmiş. lakin bunun üzerinden daha bir dakika bile geçmeden kusmaya başlamış. ben meltem’in öğürmesine uyandım. onun çadırın kapısından dışarı kustuğunu görünce benim de midem ciddi bir biçimde bulanmaya başladı. ama tüm o bulantıya karşın dayanmayı başardım ve on dakika içinde ikimiz de sakinleyip yine uyumaya devam ettik. en azından biraz olsun uyuyabiliyorduk.

akşamdan kalkış saatini 04.00 – 04.30 olarak belirlemiştik. böylece 05.00 – 05.30 gibi yola düşmeyi umuyorduk. kesin bir saat belirlememiş olmamızın bir nedeni gecenin zor geçeceğini biliyor olmamızdı. diğer nedeni ise aşağıdan gelen grupların kaçta çadırımızın yanına ulaşacağını kestiremiyor olmamızdı. aklım sıra aşağıdan gelen gruplar yanımızdan geçerken yola çıkmak suretiyle zirveye kadar kaybolmadan gitmemizi sağlayacaktım. kampımızdaki diğer çadırlar da bu planı beğendi.
meltem boyuna çıkmak üzere

sabah 04.30’da tüm kamp uyandı. meltem de uyandı ama durumu oldukça kötüydü. uyanır uyanmaz öğürmeye başladı. onun öğürmesi ve boş mide ile kusmaya çalışması benim de kendimi daha kötü hissetmeme neden oluyordu. buna karşın meltem’le birlikte tırmandığımız onca yıl, bana meltem’in kusarak aklimatize olduğunu öğretmişti. sabah çok erken saatlerde yürümeye başladığımız birçok tırmanışta meltem kusmuştur. ama başka birisinin kesin geri döneceği böyle bir durum içerisinde bile meltem tırmanışa devam etmekte bir an bile tereddüt etmemiştir. yine böyle olacağına emindim. lakin ben de öğürmeye başlayınca kendi aramızda konuştuk ve kendimizi biraz daha iyi hissedinceye kadar beklemeye karar verdik.
zirve kütlesi

saat 05.15 sıralarında dağ evinden zirveye hareket etmiş ilk ekipler yanımızdan geçmeye başladı. bundan yaklaşık 15 dakika sonra da kampımızdaki diğer iki çadırdakiler tırmanışa başladı. onların tırmanışa başladığı saatlerde meltem kalktı ve “beklemek yararsız, daha iyi olmayacağız. bari zirveyi deneyelim, olmazsa çadırı toplar, aşağı ineriz” dedi. güneş karşıdan doğmak üzereydi. yanımızdaki tüm suyu tırmanış çantalarımıza koyduk ve birer salatalık yiyip saat 06.15’te zirveye doğru yola düştük. diğer çadırlardaki dağcılar 45 dakikadır yoldalardı ve daha ancak karşımızdaki karla kaplı bayırı tırmanmışlardı. arkamızdan da başka ekipler geliyordu.

gökyüzü açıktı, tek bir bulut bile yoktu. hava tırmanış için çok elverişliydi. çadırdan çıkarken kramponlarımızı bağlamış, emniyet kemerlerini takmıştık. çünkü tırmanışın bundan sonraki bölümlerinde göreceli olarak daha dik yerlerden geçecektik. kar gece boyunca iyice sertleşmişti. önümüzden giden dağcıların oluşturmuş olduğu kar patikasından yükseldik. henüz ipe girmeyi gerektirecek belirgin bir tehlike yoktu, bu yüzden ipimizi çantada taşıyarak tırmanmayı sürdürdük. ancak bizim dışımızdaki bütün ekiplerin ipe girdiğinin de farkındaydık.
saat 10.45 - zirvedeyiz

kampımızın karşısındaki bayırı çıktığımız zaman asıl platoyu gördük. gerçekten gözden kaçacak gibi değilmiş. bizim takip ettiğimiz patika platonun içinden gitmiyor, zirve tarafında bulunan yamacı keserek yükseliyordu. çığ konusundaki bilgilerim bana, yaklaşık 25-30 derece eğimli bu yamacın yüksek çığ tehlikesi içerdiğini söylüyordu ve bu durum beni oldukça endişelendiriyordu. üstüne üstlük de dağcı patikası kar tabakalarını kesmişti. buna karşın sert karın tutunacağını ummak zorundaydık, zira patikayı bırakıp risksiz diye platonun içinden gitmemiz imkansızdı. daha alçak bir irtifada olsak hızlı ilerleyerek riski azaltmaya çalışırdık, ancak bunu yapmamız da mümkün olmuyordu. hatta bu bölümdeki en yavaş ekip bizdik. hem yavaş ilerliyor, hem de sık sık durup dinleniyorduk.
zirveden boyuna inmiş dağcılar

tırmanışa başladığımız kiliseden platoda kamp attığımız noktaya kadar hemen hemen her bir saatlik yürüyüşte yaklaşık olarak 300 metre kadar yükselmiştik. bu hızı koruyabilsek bile saatimdeki altimetreye göre bulunduğumuz yerden zirveye en az beş saatlik yolumuz olmalıydı ve bu hesaplama beni bugün zirve yapma konusunda umutsuzluğa sürüklüyordu.

neredeyse iki gündür hiçbir şey yememiş bir halde, dura kalka, zirveye doğru umutsuzca adımlar atarken zirveyi yapmış, geri dönen ilk ekip yanımıza geldi ve selamlaştık. zirveden gelen bu ikili, bizimle aynı yere kamp atan, sempatik çek ekibinin arkadaşlarıymış. zirveye ne kadarlık yolumuz kaldığını sorduk, “en çok iki saatte varırsınız” yanıtını verdiler. bu süre bana inandırıcı gelmemişti, saatimdeki altimetreden yüksekliği gösterdim ve kendimizi kötü hissettiğimiz için yavaş tırmandığımızdan bahisle kesin daha uzun süreceğini söyledim. bize saatin yüksekliği yanlış gösterdiğini ve birazdan zirve kütlesini göreceğimizi söylediler. meltem’le birbirimize inanamaz gözlerle baktık, söyledikleri doğruysa bugün zirve yapabilirdik.
platodaki kampa dönüş

çekler’le vedalaştıktan sonra yaptığım hesaplamaları kafamda evirip çevirmeye başladım. dağ evinden yola çıkan ekipler zirveyi yaklaşık 8 ilâ 10 saat arasında bir sürede yapıyorlardı. okuduğumuz tüm raporlar bu yöndeydi (çekler ise yaklaşık altı buçuk saatte zirve yaptıklarını söylüyorlardı). biz önceki gün yaklaşık 4 saat yürümüş ve kamp atmıştık. o halde kamptan zirveye kadar daha 4 ilâ 6 saatlik bir yolumuz olmalıydı. platodan çıkmaya başlayan ekipler de yaklaşık 4 saatte zirve yaptıklarını söylemişlerdi ama biz platoda değil yaklaşık bir saatlik yürüyüş mesafesi kadar aşağısında kamp atmıştık. bir de kendimizi kötü hissettiğimizden yavaş tırmanıyorduk yani yaklaşık 5 ilâ 6 saatlik bir sürede kamptan zirveye varmalıydık. buna karşılık bize verilen bilgiye göre, yavaş tırmanıyor olmamıza karşın kamptan zirveye en çok 4 saatte ulaşmış olacaktık. ya düşündüğümüzden daha iyi tırmanıyorduk, ya da bir hesaplama hatası yapıyorduk?!

öyle ya da böyle çekler’den aldığımız bilgi ikimizin de moralini ve motivasyonunu çok yükseltmişti. hatta çok abartmış olmayayım ama güler yüzlü ve sıcak kanlı çek ekibi ile karşılaşmamız zirve gününün dönüm noktası oldu diyebilirim. bu noktadan sonra kendimizi bulduk. hızımız arttı, molalarımız azaldı. diğer ekipler yine de bizden hızlı tırmanıyor, yanımızdan geçip gidiyorlardı. ama biz de tempomuzu onları gözden kaybetmeyeceğimiz bir seviyeye yükseltmiştik.

...ve en sonunda adım adım yükselerek zirve kütlesinin alt tarafındaki boyuna ulaştık. çekler’in tahmini tutmuş; buraya ulaşmamız kamptan yaklaşık 4 saat, onlarla karşılaşmamızdan sonra da yaklaşık 1 saat 45 dakika kadar sürmüştü. artık zirveyi yapabileceğimizi biliyorduk. burada yaklaşık 15 dakika kadar dinlendikten sonra çantalarımızı bırakıp bu tırmanışta ilk defa ipe girdik. önde ben, arkada meltem zigzaglar çizerek, tüm tırmanışın en dik bölümünü adımlamaya başladık. her adımımı çok dikkatli atıyordum çünkü bu dik etapta kayarsam meltem’i de birlikte sürükleyeceğimi çok iyi biliyordum. yine de altımızda kayaların olduğu yerleri hariç tutarsak, dik olmasına karşın burası bile göreceli olarak güvenli idi. zira hava iyice ısınmış olmasına karşın kar çok yumuşamamıştı. koşullar tırmanış için çok elverişliydi.

yavaş yavaş, büyük bir dikkatle son metreleri de tırmandık ve saat 10.45’te biz de zirveye ulaşmayı başardık. günün zirve yapan son ekibi olmuştuk. diğer ekipler inişe geçmişlerdi bile.

zirveye ulaştığımızda içimde, yarım kalmış önemli bir işimi tamamlamışım gibi bir his vardı. üstüne üstlük bu tırmanışı baştan sona kendim planlamış, tırmanışın teknik sorumluluğunu ve rehberliğini de kendim yapmıştım. aylar süren hazırlıkların, harcanmış onca emek ve paranın boşa gitmemiş olmasına çok seviniyordum. balayımızda yapmayı düşlediğimiz bir şeyi sonradan da olsa tamamlamış olmak çok iyi hissettirmişti.

başarımızı 3 – 5 dakika karların üzerinde yatarak kutladık. zaten ayağa kalkacak halim de kalmamıştı. meltem bile benden daha iyi durumdaydı. zar zor birkaç fotoğraf aldım, kısa bir video çektim. zirve defterini arayacak kadar bile gücüm ve hevesim kalmamıştı. tek düşündüğüm zirve kütlesinden salimen inmekti. çünkü iniş de kolay olmayacaktı.

2006 senesinin temmuz ayında erciyes kuzey klasikten iniş yaparken dikkatsizlik yüzünden bayır aşağı yaklaşık 200 metre kadar kaymış; bildiğim tüm kazma tekniklerini kullanmama karşın karın yumuşak olması yüzünden durmayı başaramamıştım. kazma ile durma tekniklerine güvenimin kaybolmasına neden olan bu düşüşü ciddi yaralar almadan atlatmış olmama karşın iniş sırasında çok dikkatli olmam gerektiğine dair önemli bir ders çıkarmıştım. işte bu ders bana burada yardımcı olacaktı. düşmemeliydim. büyük bir dikkatle, adım adım ve geniş zigzaglar çizerek, ip birliğinde inişe geçtik. zirvenin altındaki boyunda dağ evindeki oda arkadaşlarımız georg ile mike bizim tehlikeli bölümü geçmemizi bekliyorlardı. raporlar inişte emniyet almak gerekebileceğini söylüyor olmasına karşın biz sabit emniyet almadan, özenle izler açarak, adım adım indik. bununla birlikte kayaların üzerinde bırakılmış perlon ve sikkeler de görmedik değil.

sonunda çantalarımıza ulaştık ve ipten çıkıp ipi çantaya kaldırdık. yine bir 10 dakika kadar dinlenip inişe geçtik. georg ve mike dahil tüm ekipler artık gözden kaybolmuştu.

müthiş bir sıcak altında yavaş yavaş indik. güneş çanak biçimdeki platonun her tarafından yansıyor ve bizi yakıyordu. iyice kremlenmiş olmamıza karşın kavruluyorduk. önceki gün güneş gözlüğü takmamış dağcıların kar körü olduklarına tanık olmuştuk. aynı şeyin bize olması durumumuzu çok zorlaştırırdı. zaten neredeyse iki gündür salatalık hariç birşey yemediğimizden iyice güçten düşmüştük. kar da artık iyice yumuşamıştı ve kramponların altında toplanıyordu.

bunları düşüne düşüne, yavaş bir tempo ile yaklaşık iki saatte yeniden çadırımıza ulaştık. kampta tek bizim çadırımız kalmıştı. hava aşağılarda bozmuştu ve stepansminda tarafından ciddi miktarda bulut yavaş yavaş yukarı doğru geliyordu. karın yumuşamış olması ve batonları da tırmanış için yanımıza almış olmamız nedeniyle çadırımız neredeyse tamamen sökülmüştü. neyse ki henüz rüzgar yoktu, bu sayede çadırımız içindeki malzemelerle birlikte uçup gitmemişti. bayırı indikten sonraki son metrelerde kara bacak boyu bata çıka epey yoruldum ve son metreleri neredeyse sürünerek geçtim. tüm yorgunluğuna karşın meltem, son bir gayretle benden 10 dakika önce çadıra varıp dinlenmeye çekildi. ben de varır varmaz aynısını yaptım. çadıra vardığımda saat 12.45 olmuştu ve çadırın içinde öğlen sıcağı vardı.
meltem zirvede

platoda kamp atmış olmanın belki de en iyi yanı, zirve dönüşü dağ evine kadar inmek zorunda olmamamızdı. istersek bir gece daha burada kalıp dinlenebilir ve ertesi gün dağ evine inebilirdik. çadıra vardığımızda bu konuyu konuştuk, benim kampı toplayıp aşağı inecek gücüm yoktu. dinlenmeye karar verdik ve öğlen sıcağı nedeniyle çadırın kapısını sonuna kadar açıp üç saat kadar bölük pörçük uyuduk. açıkta kaldığı için güneşten yanmış yerlerimiz sızım sızım sızlıyordu ve gerilmeye başlamıştı.

kendimi biraz olsun toparlayınca çadırı sabitlemek için dışarı çıktım. hava tamamen kapamıştı ve sağda solda şimşekler çakıyordu. çadırın bütün kazıkları atmıştı. o anda çadırı toplamak, sabitlemekten daha kolay göründü gözüme. fırtınalı bir havada, aç bir biçimde, bir gece daha rüzgara son derece açık bu platoda kalmak istemiyordum. meltem, zaten çadıra ilk geldiğimiz andan beri aşağıya inmeyi istiyordu. bu koşullar altında çadırı ve çantalarımızı toplayıp saat 16.45’te aşağı, dağ evine doğru inmeye başladık.
benim zirvedeki halim

zirveye giderken kayalara yakın bir yolu izleyen patika dönüşte çatlaklar arasından güvenli bir hattı takip ediyordu. aksi olsa öğlen güneşiyle gevşemiş olan kayalar ciddi risk oluştururdu. buna karşılık biz görece şanslıydık. çünkü hava tamamen kapalıydı ve serindi. taşlar yine düşüyordu ama büyük bir risk oluşturmuyorlardı. inişte krampon takmadık ve ipe de girmedik, bu yüzden iki katı dikkatle hareket ediyor, yorulunca mola veriyorduk.

sonunda tehlikeli yerleri geçip önce haçlara sonra da saat 19.30 sıralarında dağ evine ulaştık. zirveden dönen sloven bir dağcının ranzasının üst katına yerleşip mutfağa geçtik. yeniden dağ evine kadar inmiş olmanın iştahımı yerine getireceğini ummuştum ama pek öyle olmadı. birer tane daha salatalık yiyip bolca sıvı aldıktan sonra sızıp kaldık.


zirve videosu:
iniş sırasında kaya düşen yerlerde çekilmiş bir video: