19 Kasım 2008 Çarşamba

bir varmış, bir yokmuş: uludağ

uludağ, adı geçince beni gülümseten bir dağdır. en sevdiğim dağ diyemem ama özel ve ayrı bir konumu var uludağ’ın bizim için. hiç tırmanmamıştım, hatta denememiştim bile. ama özel işte, anladınız siz ne demek istediğimi. öyle sanıyorum ki bu yıl için planladığımız yüksek irtifa tırmanışında marmara bölgesi’nin bu en yüksek doruğu bizim için başka bir anlam daha kazanacak, antreman dağı da olacak.

bu ağrı dağı kış tırmanışının niyetine girmek çok kolay olmuştu da hazırlık süreci bir hayli eziyetli oluyor. yaşlanıyorum galiba. geçen pazar günü hacıllı- dikenli köylerinin arasında yürümüştük. üstüne hafta içi iki gün salonda terledik. bir de cuma günü iş için antakya’ya gidip dönünce kolumu kıpırdatacak halim kalmadı. ama hazırlıkları da sürdürmemiz gerekiyor. cumartesi tüm gün yatıp dinlendikten sonra pazar yine düştük yollara.

yükseğe uyum (aklimatizasyon) birçok tırmanış için son derece önemlidir. yüksek dağ tırmanışlarında uyum tırmanışları, tüm tırmanış süresinin büyük bir bölümünü kapsar, çoğu zaman. başarılı bir uyum programı zirve başarısını doğrudan etkiler. biz de kızılkaya’ya (3.767 m.) yapacağımız hazırlık tırmanışına hazırlanmak için uludağ’da (2.543 m.) bir uyum tırmanışı yapmaya karar verdik.

uyum tırmanışlarında yüksekte olmak ve o yükseklikte hareket halinde olmak önemlidir. bunu düşünerek uludağ’da kamp yapmayı planlamıştık. ama birlikte tırmanacağımız arkadaşlarımızın işleri nedeniyle günübirlik gitmeye karar verildi. kötü mü oldu? hayır. dinlenmiş olduk vesileyle.

pazar sabah altıda buluştuk. beş kişi ve beş çanta. ne mutlu ki ticari araçlar var, kutlu olsun sahipleri! arkadaşın ticari aracına çantaları geniş geniş yükledik ve yola düştük. önce eskihisar’dan topçular’a geçtik, sonra yalova- bursa yoluna çıktık. son olarak çekirge’ye ve saat on buçukta da oteller bölgesine vardık.

son hazırlıklarımızı yapıp yürüyüşe başlayacağız. ayakkabılarımı değiştirdim. çantamı elime aldım ki o ne? çanta baştan aşağı ıslak. hatta çantanın içindekiler bile nemlenmiş. bu kadar su nereden geliyor diye araştırırken bir de baktım ki benim evde doldurup çantama koyduğum su torbası tamamen boşalmış. torbanın musluğu çanta ile aracın zemini arasına sıkışmış ve içindeki bir buçuk litre suyun neredeyse tamamı aracın içine boşalmış. neyse ki aracın sahibi arkadaş hazırlıklıymış, çantaların altına branda sermişmiş. aracın içinde oluşan ‘gölete’ çok kızmadı.

sağlam bir zılgıt yemekten arkadaşın tedbirliliği sayesinde yırttım ama susuz kaldım. hava da sıcak mı sıcak. güneş gözlüğümü almayı da unutmuşum. yürüyüşün başlarında epey bir söylendim kendi kendime. yanımıza kar eritir, su yaparız diye ocak almıştık ama dağda hiç kar yoktu ki birader. neyle yapıyorsun? bir zamanlar doruğun yöresinde bulunduğu söylenen buzullardan bile eser kalmamıştı.

oteller bölgesi’nden yürümeye başladık ve görebildiğimiz en yüksek nokta olan keşiş tepeyi hedefledik. uludağ tırmanışları genellikle volfram madeninden başlıyor aslında. çünkü maden dağın doruğuna çok yakın, yaz- kış araçla ulaşılabiliyor ve patikalar sayesinde kaybolmadan gidip dönmek olanaklı. ama bizim amacımız yükseğe uyum sağlamak olduğundan otellerden yürümeye başlamak bizim için daha elverişli. böylece daha uzun tırmanacağız.

1.860 metre yükseklikteki otellerden başlayan tırmanışımızda önce fatin tepe’ye, oradan da keşiş tepe’ye ulaştık. oldukça hızlı tırmandık. daha saat bir bile olmadan üzerinde küçük bir yapı bulunan keşiş tepeye varmıştık. yaklaşık 2.500 m. yüksekliğindeki keşiş tepeden zirveye uzanan yolda fazla yükselti yok. genel görünümü yaylaya benziyor, düz bir arazi. bir sırt hattını izleyerek zirveye kadar gideceğiz, hepsi bu. ama günübirlik bir etkinlik düşündüğümüzden en geç saat ikide dönüşe geçme kararı almıştık. saat ikiye kadar sürekli tırmanacak, ama saat iki olduğunda zirveye ulaşamamış bile olsak dönecektik. öyle de yaptık. 3 saat boyunca hiç mola vermeden, sürekli tırmandık. saat bir buçuk olduğunda zirveye varamayacağımız belli olmuştu. biz de tırmanışı sonlandırıp yarım saat yemek molası verdik ve bulunduğumuz yerden manzarayı izledik.

güneyli bulutlar aşıtları örtmeye başladığında geri dönüşe geçtik. inişi volfram madeninin oradan yapmaya ve rotayı bu taraftan da öğrenmeye karar verdik. gördük ki eğer maden bölgesine kadar arabayla gelseymişiz ve buradan yürümeye başlasaymışız zirveye kesinlikle ulaşabilecekmişiz.

saat beş sularında dönüşe geçtik. bursa çıkışında bir kilo köfteyi hep birlikte mideye indirip bolca sıvı tükettik. ben beş ya da altı bardak su ve bir ayran içtim. ayrıca yolda aldığımız mandalinalardan da hiç değilse on tane filan yemişimdir. buna karşın susuzluğum ertesi gün öğlene kadar sürdü, dinmek bilmedi...

yüksekliğe uyum amacıyla yaptığımız tırmanış boyunca oldukça iyiydik. belli bir tempo ile sürekli tırmandık. salonda döktüğümüz terlerin karşılığını alıyoruz. ama şu anda çok yorgunum, bu yazıyı bitirmek için sabırsızlanıyorum... hazırlık tırmanışına hazırlanırken kendimi tükettim. asıl tırmanışta ne yapacağımı çok merak ediyorum.
o kadar hızlı bir etkinlik oldu ki şimdi bana masal gibi, düş gibi geliyor. bir varmış, bir yokmuş.
(yine yanımda fotoğraf makinesi yoktu. resimler bizimle aynı anda uludağ'da latif osman çıkıgil anısına tırmanış yapan bir grubun gönderdiği resimlerden seçilmiştir.)

17 Kasım 2008 Pazartesi

louvre sarayı’nda güzel sanatlar körlüğü

dağcılık yapanlar bilirler, dağlarda en sinsi tehlikelerden birisi 'kar körlüğü'dür. çevredeki karlar ve ince hava yüzünden dağlarda ışıma o kadar yüksektir ki gözlerinizi korumuyorsanız göz retinası hasar görür, ışıktan kör olursunuz. neyse ki iyi bir tedavi ile kısa bir zamanda gözler düzelir.

louvre sarayı'nda da insanın 'güzel sanatlar körü' olması işten bile değildir. sarayın kendi görkemini bir kenara koyuyorum, dünyanın en görülesi eserleri de buraya toplanmıştır. kendinizi korumazsanız retinanız bunca güzellikten hasar görecek, aklınız almayacaktır. kar körlüğünden korunmanın yolu iyi bir güneş gözlüğü takmaktır. güzel sanatlar körlüğünün çaresi ise louvre sarayı'na birden çok gün ayırmaktır.

paris'e ayırdığımız son günün sabahında erkenden kalkıp sarayın girişindeki kuyrukta yerimizi aldık. müze tüm önemli yapılar gibi seine nehri'nin kıyısında. müzeye, sarayın avlusundaki cam piramidin (caroussel du louvre) altından giriliyor. neyse ki yeterince bilet satış noktası var, çok sıra beklemeden içeri girilebiliyor. (konumuzun tamamen dışında ama neden camdan bir piramide 'louvre dönme dolabı' adını koymuşlar acaba? insan merak ediyor.)

paris'in tanınmış yerlerinde pek çok türkçe konuşan kişi görmüştük. ama louvre müzesi'nde sanırsınız türkiye'desiniz. herkes türkçe konuşuyor, arada yabancı dilde konuşanlar var. öyle birşey... akıllara zarar. sanıyorum türkiye'den gelen paket turlar hep buradan başlıyor.

görsel olarak dolmabahçe sarayı ile louvre sarayı arasında büyük bir benzerlik var ama dolmabahçe sarayı louvre sarayı'nın yanında miniaturk'teki maketler gibi kalıyor. louvre sarayı uzun bir süreçte, birbirine eklenen binaların bir bütün oluşturmasıyla son biçimini almış. versaille sarayı yapılınca kraliyet ailesi oraya yerleşmiş ve louvre sarayını da sahip oldukları sanat eserleri için bir müze yapmaya karar vermişler. fransız devrimi sonrası eserler halka sergilenmeye de başlanmış. zaman içinde müze geliştirilmiş ve yenilenmiş.

louvre sarayı'nı gezmek başlı başına bir çaba gerektiriyor. da vinci şifresi'nin yazarı dan brown, kitabında louvre müzesi için "dev bir at nalı biçiminde planlanmış, avrupa'nın enine doğru en uzun binasıdır. yere yatırılıp arka arkaya eklenmiş 3 eiffel kulesinden bile uzundur" demiş. müzenin değişik bölümleri değişik zamanlarda kapatılabiliyormuş. tıpkı "cube" filmindeki gibi bu da geçitlerin yer değiştirmesine ve yolların karışmasına neden oluyormuş. korkunç. bu nedenle içerideki katlar ve koridorlarda kaybolmadan önemli eserleri gezebilmek için kapıda verilen tanıtım kitapçıklarından mutlaka almak gerekiyor. içerisinde kaç eser bulunduğuna ilişkin çeşitli rakamlar bulunuyor, otuz üç bin diyen de gördüm otuz beş bin diyen de. anlayacağınız o kadar çok eser var ki sayısını tam olarak bilmiyorlar. ancak müzenin halka açık bölümlerinde günde yedi- sekiz bin eser sergileniyormuş. içerideki her eserin başında bir dakika geçirdiğinizi varsayalım ve diyelim ki o gün yedi bin eser görülebiliyor, bu yedi bin dakika demektir. yedi bini altmışa bölersek müzenin yüz on altı buçuk saat kadar bir zamanda ancak gezilebileceği ortaya çıkar. müze günde on saat açık kalıyor ve salı günleri kapalı. o halde yaklaşık iki haftada müzeyi ancak gezip bitirebilirsiniz. buna can mı dayanır? bu yüzden herkes buradaki en tanınmış eserler olan mona lisa, milo venüsü, kayalıklar bakiresi gibi eserlerin önünde bir dakika kadar kalıp diğerlerine göz ucuyla bakıyor. bu biçimde bile bir günde gezmek neredeyse olanaksız.

italyan eserleri, fransız eserleri, islam eserleri, okyanusya, mısır, antik yunan eserleri gibi salonlarda, büyüklü küçüklü bir çok heykel ve resim var. mona lisa ve isa'nın son akşam yemeği tablolarının önünde iğne atsan yere düşmez bir kalabalık olmasına karşın bazı salonlarda kimseyi görememeniz şaşırtıcı. insanlar louvre müzesi'ne "mona lisa'yı gördüm." demeye geliyorlar sanırım. leonardo da vinci tarafından yapılan bu tablo müzede yer alan bir çok dev boyutlu tablonun yanında epey küçük kalıyor. bizim evlerimizde aile büyüklerinin resimlerini içine koyup duvara astığımız çerçeveler kadar birşey mona lisa'nın boyutu. önünde de cam bir koruma var ve bir görevli sürekli başında duruyor. tabloya gösterilen ilgi tablonun kendisinden daha ilginç geldi bana. magazincilerin popüler bir yıldıza gösterdikleri ilgi gibiydi, ya da bir film galası...

paris'te bizim gezdiğimiz müzelerin tümünde kamera ve fotoğraf çekimi yapmak serbestti. louvre müzesi'nde de çekimler yaptık. ancak bir çok müzede çekim yapmak eserlere zarar verdiği için yasaklanmış durumda. hele de flaş patlatmak olanaksız. bu çekim yapma izni sergilenen eserlerin birer kopya olup olmadığı düşüncesini uyandırıyor insanda. müze içinde bir kısım sanat okulu öğrencisi ve çalışan tabloların önünde sürekli kopyalarını yapıyorlar. acaba tabloları sürekli kopyalayıp bunları asıyor olabilirler mi? neden olmasın. anlayamıyorsun ki.

eiffel kulesi ile birlikte paris'in en kalabalık yerlerinden birisi olan louvre sarayını öğleden sonra saatlerinde karnımız iyiden iyiye acıktığı için terk ettik. bu kalabalık ve güzel sanatlar körlüğü bizi iyiden iyiye yormuştu. biraz kendimize uygun birşeyler yapma isteğiyle 'lüksemburg bahçesi'ne yöneldik. lüksemburg bahçesi 1612 yılında Medici ailesinden Marie de' Medici tarafından sarayın protokolünden kaçmak için yaptırtılmış. louvre sarayından kaçmak istendiğinde burası çok uygun bir yer gerçekten. paris'in sonbaharını, içinde spor sahaları, heykeller ve havuzlar bulunan; insanların sandalyelerde ve otların üzerinde oturduğu bu tanınmış ve son derece güzel bahçede geçirdikten sonra akşam saatlerinde gare du nord'a geçtik. amsterdam'a geri dönüyoruz.

(louvre müzesi'ne ilişkin daha çok fotoğraf için http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/Louvre#)

(lüksemburg bahçesi'ne ilişkin daha çok fotoğraf için http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/LKsemburgBahEleri#)

hafıza-i beşer nisyan ile malûldür: antakya

ocak 2006'da güneydoğu anadolu'nun bir bölümünü gezmiştim. antakya'ya da gitmiştim. cuma günü bir iş gezisi için yeniden antakya'ya gitmem gerekti. inanır mısınız, hiçbir yer bana tanıdık gelmedi, yollar bile. neyse ki o geziyi defterime yazmıştım. antakya etnoğrafya müzesi'ni, habibineccar camisi'ni, st. pierre kilisesi'ni ve samandağ titus tüneli'ni gezmiştik. sokaklarda dolaşmış, hatta üniversite'den bir arkadaşımla akşam yemeği bile yemiştik. ama bu gidişim sanki antakya'ya ilk gidişim gibiydi. bir tek "arsuz" adı bana biraz tanıdık geldi. arsuz sahilinde kumsalda biraz zaman geçirmiştik.

sabah 07.30'da istanbul sabiha gökçen havaalanı'ndan kalkan uçakla adana'ya oradan da arabayla iskenderun'a geçtik. iskenderun'da kısa bir duraktan sonra antakya'ya hareket ettik yeniden. kırk beş dakikalık bir yolculuğun ardından öğlen on iki sularında antakya'ya vardık. istanbul'un ürperten sabah soğuğundan sonra güneyin sıcağı bana çok iyi geldi. yol boyu bize eşlik eden amik ovası ve amanos dağları bile tanıdık gelmedi. amanos dağları'nın doruklarının nefes kesici görüntüsünü nasıl hatırlayamıyorum, kendime şaşıyorum. antakya'ya vardığımızda hep tanıdık bildik birşeyler, hafızamı canlandırmama yardımcı olacak birşeyler aradı gözlerim. defterime bakınca gezinin son kısmında hastalandığımı hatırladım. belki de o yüzden hatırlayamıyorumdur. (bahanem de hazır.)

yemek yenecek iyi bir yer sorduk. "muhtar'ın yeri" yanıtını aldık. çalışanlar güleryüzlü ve ilgili, ortalık temizdi. mezelerden tatmanızı kesin olarak öneririm. ortaya karışık meze tabağı önerdiler, hepsine ama özellikle taratorlarına bayıldım.

antakya'da yemeğimizi yedikten sonra yeniden iskenderun'a döndük. belediye ve tapudaki işlerimi hallettikten sonra belediyenin tam karşısındaki petek pastanesine oturduk. antakya'nın en ünlü künefesi burada yapılıyormuş. dondurmalı künefe söyledik. tuzsuz künefe peynirinden yapılmış gerçek künefe yedik. ama porsiyonu çok büyüktü, bana biraz ağır geldi. istanbul'da yediğimiz künefelere o kadar alışmışım ki bu farklı tadı yadırgadım. (beğenmedim dememek için kırk takla atıyorum burada)

tatlımızı da yedikten sonra dönüş zamanı geldi. aracımıza atlayıp yeniden adana'ya ve oradan da uçakla istanbul'a döndük. bu ye-kaç harekatı bana "unutkanlık, insan belleğinin özrüdür" (hafıza-i beşer nisyan ile malûldür) dedirtti.

(birinci resim etnoğrafya müzesindeki "antakya lahdi", ikincisi st. pierre kilisesi, üçüncüsü arsuz sahili)


13 Kasım 2008 Perşembe

hacıllı dikenli arasını yürüdük, bana mısın demedik

hanımla ikimiz büyük bir projenin niyetine girdik: ağrı dağı'nda kış geçişi. çok zor bir etkinlik olacak. türkiye'nin en yüksek dağı. en yüksek dağının kuzey yüzünün tırmanışı. kuzey yüzünün kış tırmanışı. kuzey yüzünün kış tırmanışı boyunca kamp yükünün taşınması ve güney yüzünden aşağı inilmesi. öyle böyle değil, çok sağlam bir uğraşı gerektirecek.

ama biz tatlı su dağcılarının işi belli olmaz. son dakikaya kadar her an cayabiliriz. insan tatlı su dağcısı olunca caymak için aklına bir sürü bahane geliyor: çadırımın fermuarı koptu, kafa lambamın pili bitti, ayakkabımın bağcığı çözüldü...

yine de cayacağımız güne kadar hazırlıkları sürdüreceğiz. spor salonuna yazıldık, etkinlik toplantısında hazırlık tırmanışlarını belirledik, yapacağımız diğer hazırlıkları gözden geçirdik, saatleri ayarladık filan.

22-23 kasım hafta sonu, aladağlar'da yapacağımız hazırlık tırmanışına hazırlanmak için yapacağımız yürüyüşe hazırlanmak için iki gün salonda terledik. sonra hazırlık tırmanışına hazırlık yürüyüşü hazırlıkları yaptık: ekip, rota, yiyecek ve içecekler...

biz en büyük zorluğu genellikle rota seçiminde yaşarız. insan pazar günü keyifli keyifli yürümek istiyor. bildiğimiz, kolay ve ucuz ulaşabileceğimiz bir yer olmalı. uzun saatler araç içinde yolculuk yapıp sonrasında kısa bir yürüyüş yapmak ya da kaybolup pazartesi sabahına kadar yürümek ve yine de bir yere ulaşamamış olmak istemiyoruz. kaybolmaktan korktuğumuz yok ama kaybolmak da istemiyor insan işte. neyse ki pazar günü için seçtiğimiz hacıllı ve delikli köyleri arasındaki bölgede bize yol gösterecek arkadaşlarım, daha önce burada dillere destan bir biçimde kaybolmuştu ve yolu yeniden bulana kadar geçen süreçte yöreyi iyice öğrenmişlerdi. yani öyle olmasını umuyorduk hepimiz.

hazırlıklar başladı. tüm ekip ulaşım için motosiklet kullanacak, kahvaltıyı da yolda birlikte yapacağız. yönümüz şile. yol üzerindeki gözlemecilerde buluşma kararı aldık. benim hanımın rahatsızlığı on gündür geçmediği için biz son anda motorla gitmekten vazgeçtik. yürüyüş sonrası terli olur ve motosiklete binersek iyice kötüleşir diye düşündük. sağlık durumumuzu hazırlık tırmanışı öncesi riske edemezdik. ama pazar günü hava insanı üşütmeyecek kadar güzeldi. arabanın içinden, yata yata gözlemecilere doğru yol alan motosikletleri gördükçe içim gitti.

hanımla biz şile yolu üzerinde hep aynı gözlemecide duruyoruz: büşra gözlemecisi. orada bahar adında, ilköğretim okulu çağlarında bir kız var. gördüğüm en şirin çalışanlardan biri. sekiz kişi sipariş verdik, hepsini aklında tuttu ve doğru olarak getirdi. aklını karıştırmak için yaptığımız küçük şakalara gülüp geçti, 'nasıl olsa başaramayacaksınız' edaları fırlattı bize.

kahvaltı sonrası yine düşüldü yola. ovacık- osmanköy kavşağına kadar şile yolu, sonrasında virajlı köy yolları, teke ve hacıllı. bu köy yollarında motosiklet kullanmanın keyfini size sonra anlatacağım. ama ben araba içinde her virajda yavaşlayıp ıkına sıkına ilerlemeye çalışırken motorcu arkadaşların virajlarda yatarak nasıl ilerlediğini görmenizi isterdim. epey bir fark attılar bizim arabaya. köyün girişindeki gevşek mıcırda da onlar epey terlemişler, biz çok rahattık.

köy kahvehanesinde içilen demli çaylardan sonra yürüyüşümüz başladı. yolu bilenler 'dikenli köyüne üç saatte gider, bir çay içer, üç saatte de döneriz' diye öngörmüşlerdi. hava kararmadan dönüşe geçmek için bu plan uygundu. buna karşılık hesapta bir hata vardı: yürüyüşte bulunan herkes düzenli spor yapan kişiler olduğundan tempo oldukça yüksekti. fazla engebeli olmayan yörede hızla ilerleyen grubumuz iki saat bile olmadan dikenli köyüne ulaştı. her zamanki gibi en arkadan ben ulaştım. grupta ayağı yeni alçıdan çıkmış bir bayan arkadaşımız vardı, o bile benden önce vardı. yürüyüş sırasında da ayağının durumuna karşın iki lakırdı edelim falan diye yanıma geliyordu ama ne mümkün. nefesimi ayarlayamıyorum ki. iki kelam edip susuyorum. inşallah onunla konuşmak istemediğimi, konuyu kapatmaya çalıştığımı düşünmemiştir. nereden bilsin benim tıknefes olduğumu...

bu yürüyüşlerin en sevdiğim yanı spor yapıp enerji harcamış olmanın verdiği huzurla kalori hesabına girmeden yemek yemek. tıka basa yiyorum tahmin edeceğiniz üzere. köy kahvesine yaklaştıkça yiyeceklerimi düşlemek bile heyecanlandırıyordu beni, hızlanmama yardımcı oluyordu. ama hanımla yiyeceklerimiz hakkında konuşurken, aldıklarımızın tümünü arabada bıraktığımız ortaya çıktı. ben hanımın yiyecekleri çantaya yerleştirdiğini düşünüyordum. o da benim yerleştirdiğimi sanmış. üzüntü ve muz kabuğu... neyse ki yanımızda dostlarımız var, bir de bisküvi.

dikenli köy kahvesinde soba başında, taze demlenmiş çaylarla elde olanları katık ettik. yapılabilecek yeni etkinlikler, planlar ve programlar üzerine yol boyu yaptığımız konuşmalar çay eşliğinde sürüp gitti.

hızlı yol alıyor olmamıza karşın çok da oyalanmadan dönüş yoluna geçtik. yemyeşil vadilere girdik yeniden. gelirken çokça kullandığımız traktör yollarından uzaklaşıp fundalık ve ağaçların arasından dereye doğru yöneldik. bazı kısımlarda göz temasını kaybettiysek de dağılmadan ve kaybolmadan dereye ulaştık, oradan da derme çatma köprüyü geçip tekrar hacıllı'ya döndük. birkaç kişi yörede kaya tırmanışı çalışan arkadaşları görmek için ayrılırken biz hacıllı köy kahvehanesine yorgunluk çaylarımızı içmeye gittik.

varır varmaz ilk yaptığımız terli giysileri arabanın içinde değiştirmek oldu. arabanın içi motosiklet koruması, kask ve giysi doluydu. herkes dönüş için motorlarına binmeye başladığında doktorumuz hala bir yandan ceplerini karıştırıyor, bir yandan da söyleniyordu. motorunun anahtarlarını bulamıyormuş, yürüyüş sırasında cebindeymiş, dikenli köy kahvesinde de bir ara eline alıp oynamışmış. dönüş yolunda düşürdüyse yandı. bulamazsa motoru yürütmeye olanak yok. doktoru alıp arabayla götürsek bile motoru almak için yine buraya gelmesi gerekecek. bir sürü uğraşı. güzel bir pazar gününü kabusa çevirecek olaylar listesinde ilk sıralarda yer almaya aday bir olay yaşanıyor, anlayacağınız. anahtar kaybetme konusunda epey tahsilli olduğumdan kendi yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.

doktor tüm ceplerini üçüncü ve çantasını da ikinci kez aramaya giriştiği sırada benim hanımın aklına dikenli köy kahvesini aramak geldi. en son orada görülmüştü anahtarlar, orada kalmış olabilirdi. hacıllı köyü'nün muhtarından dikenli köyü muhtarının telefonunu bulduk, derdimizi anlattık. muhtar kahveye gidip bize durumu haber edene kadar zaman akmak bilmedi. neyse ki haberler iyiydi, anahtarlar kahvehanecideydi. masanın üzerindeki tepsinin altında kalmış anahtarlar, kalkarken görmemişiz.

yaptığımız rahat yürüyüşte enerjilerini tüketememiş ve daha fazla adrenalin arayıp duran üç motorcu arkadaş hemen motosikletlerine atlayıp alacakaranlıkta dikenli köyü'ne doğru sürdüler demir atlarını... biz mi? biz tatlı su motorcusu olduğumuzdan kahvede sobanın yanına oturup muhabbet ettik, gelsin çaylar, gitsin bisküviler. motosikletli arkadaşların dikenli'ye ulaşmak için kullanmak zorunda oldukları yolu haritada görmenizi isterdim. bizim toplamda üç saatte yürüyerek gidip döndüğümüz, nereden baksanız on kilometre kadar olan yolu arkadaşlar bir buçuk saatte ancak alabildiler. döndüklerinde yetmiş kilometre yol yapmışlardı. ne macera... gündüz yürüdüğümüz yolu yeniden yürüsek daha mı iyiydi ne? anahtarları getiren arkadaşlara kahvede ısınmaları için çay ısmarladıktan sonra dönüşe geçtik.

bahardan kalma, güzel bir gündü. hazırlık tırmanışına hazırlık için güzel bir yürüyüş yaptık. dönüş yolunda motosikletliler karanlıkla gelen soğuktan donarken biz arabanın klimasını çalıştırıp radyomuzu açtık. bir yandan fenerbahçe'nin galatasaray'ı 4-1 yendiği maç hakkında konuşurken bir yandan da doktorun bu gece nasıl uyuyacağını konuştuk: acaba anahtarları bulduğu için rahat mı uyurdu, yoksa dağınıklığı nedeniyle kendisine kızıp huzursuz bir uyku mu uyurdu. umarım huzurlu uyumuştur çünkü herkes çok güzel bir gün geçirdiği için keyifliydi dönüş yolunda.

ama benim kafamda hala soru işaretleri var. acaba hazırlık tırmanışına hazır mıyım?

(fotoğraflar için çekenlere teşekkür ederim. makinem olmadığından yine görüntü alamadım.)

11 Kasım 2008 Salı

paris’in en yüksek yerinden bakış: sacre coeur

"füniküler" sözcüğü sanıyorum türkçe'de kullanılan en tuhaf sözcüktür. ne zaman taksim-kabataş arasında yer altında, eğik düzlemde giden metro hattı inşa edildi, o zaman bu garip sözcük yaşamımızın bir parçası oldu. teşekkürler, istanbul'un muhafazakar belediye başkanı kadir topbaş!

bir kere "füniküler" sözcüğünü söylemek çok zor. varsayalım ki dilimiz döndü söyledik, karşımızdakinin –özellikle de istanbullu değilse- anlaması çok zor.

paris'te sacre coeur'a çıkan bir tane "funiculaire" olduğunu gördüğümde kafamda sürüp giden sözcüğün kökenine ilişkin tartışma sona erdi. ama neden türkçe'ye bu sözcüğün sokulduğuna ilişkin tartışma kafamda sürüp gidiyor. istanbul'da eğik düzlemde ilerleyen, tarihi bir metro zaten vardı: "tünel". buna da "taksim tüneli" diyebilirdik... bu fransız özentisi muhafazakarlar (!) ne demeye bu sözcüğü kullanıma soktular anlamıyorum. kızdım yine.

'islamlık kolaylıklar dini' diye boşuna demiyorlar. bakın bizim camilere, hep en kolay ulaşılabilecek yerlere kuruluyor. oysa kiliseler öyle mi? ilk çağlardan beri hep en ulaşılamaz yerlere kurulmuş kiliseler. acaba hristiyanlığın ilk zamanlarında isa'ya inananların ağır saldırı altında kalmış ve saklanmış olmasının bunda bir etkisi var mı?

bildiğim bir şey varsa o da rahiplerin cinsel ilişkiye girmeme konusunda ettikleri yemini tutabilmeleri, kesinlikle fransız kadınlarından uzak bir yaşam sürmelerine bağlıdır. düşünsenize tam tanrıyı ve öğretisini düşünerek ibadet ederken önünüzden tüm çekiciliği ile bir fransız kadını geçiyor. ortada ne ibadet kalır, ne yemin. bu konuda victor hugo'nun yazdığı "notre dame'ın kamburu" (ya da tam çevirisiyle "paris'in notre dame'ı") kitabını sizlere delil olarak sunmak istiyorum. notre dame katedrali şehrin ortasındadır ve başrahip bir çingeneye aşıktır. oysa sacre coeur bazilikası'nın rahiplerinin adı tarihte herhangi bir söylentiye karışmış mıdır? hayır. niye? çünkü bazilika paris'teki tek tepenin üzerindedir.

bu yüzden de basilica de sacre coeur'e bir funiculaire ile çıkılıyor. ama akılsız başın cezasını ayaklar çekiyor işte. doğru düzgün araştırma yapmadığımız için biz giderken orada bir funiculaire olduğunu bilmiyorduk, ne yazık ki. el yordamıyla gezmeye kendimizi adamış insanlar olduğumuzdan bütün gün yürüyüp yorulmuş bedenimizi bir de bazilikanın bulunduğu tepeye tırmandırdık. oraya varıp da teleferik dikliğindeki funiculaire'i görünce ne kadar şaşırdığımızı ve hayıflandığımızı artık siz düşünün.

ancak yürümek bize sacre coeur'ün orada bulunan sanatçılar sokağını gezme ve eserleri kısa da olsa inceleme fırsatı verdi. bir dönem salvador dali de burada yaşamış ve yaşadığı ev şu anda müze olarak gezilebiliyor.

sacre coeur bazilikası'nın mimarisi notre dame katedrali'nin mimarisinden çok farklı. yine yüksek bir yapı ve gotik etkiler var ancak notre dame'ın tersine yumuşak, yuvarlak hatlar dış görünümde ağır basıyor. biraz amerikan başkanlık konutu beyaz saray'a benziyor. bazilika sözcüğü ise kilisenin mimari biçimini anlatan bir sözcük. bir zamanlar bergama'da roma imparatoru hadrianus tarafından milattan sonra ikinci yüzyılda yapılmış bazilika'yı gezmiştim. o yıkık bazilikanın görkemi ve etkileyiciliği sacre coeur bazilikasında da hissediliyor biraz.

ama paris manzarası olmasa sacre coeur bazilikası'nın bu kadar çok turist çeken bir yer olacağından emin değilim ben. bazilikanın bulunduğu tepe beşiktaş'ın "beleş tepe"si ile benzeşiyor biraz. eiffel kulesi'ne çıkmayan ya da çıkamayan insanlara ücretsiz paris manzarası sunuyor. bu manzaradan etkilenmeye gelen sanatçılar da burasını paris'in görülesi yerlerinden birisi yapıyor.

funiculaireden indiğinizde herkesin dilinden düşüremediği, paris'in simgelerinden olmuş "moulin rouge" tavernasına yürüyüş mesafesinde oluyorsunuz. o sokaklarda biraz istanbul eminönü ya da izmir kemeraltı havası sezilebiliyor. bu havayı biraz koklamak ve tavernanın önündeki yel değirmeninin altında fotoğraf çektirmek isterseniz yürüyün derim. ama içeri girmeyecek olduktan sonra önünde fotoğraf çektirmek niye?


3 Kasım 2008 Pazartesi

kol gücüyle boğaz turu

kasım ayı gelmiş olmasına karşın istanbul'da hava yaz gibi. pastırma yazını değerlendirmek için cumartesi günü denize inmeye karar verdik. türlü aksilik ve zamansızlık nedeniyle eylül ortasından beri kürek çekmemiştim.

öte yandan motosiklete de en son iki ay önce binmiştim. epey sabırsızca cumartesi sabah erkenden kalkıp hazırlandım. deniz malzemelerini çantaya koyup motosiklet korumalarını üzerime giydikten sonra kavacık üzerinden paşabahçe'ye yollandım.


bodeka kayıkhanesinde buluştuk. deniz pürüzsüzdü. hava, rüzgar esmesini isteyeceğimiz kadar sıcaktı. bir kasım gününde yanacağım aklıma gelmediğinden yanıma şapka, güneş kremi gibi koruyucular almamıştım. ama akşam olana kadar öyle bir yandım ki hayretler içinde kaldım. işi bilenler sonbaharda deniz kayağı yapmanın yazın yapmaktan daha güzel olduğunu söylerlerdi ama onların bile bu havaya şaşırdıklarına eminim. denizde hiç dalga yoktu.

kısacık deniz kayağı kariyerimde hep paşabahçe'den karadeniz'e doğru kürek çekmiştim. anadolu kavağı, keçilik koyu ve poyraz'a gitmişliğim vardı. bu sefer rota marmara denizi'ne doğru çizildi. kayaklar hazırlandı, denize çıkıldı. bu yaz, zaman bulup da boğaz turu yapamadım. işte benim köprünün altından geçme fırsatım!

ilk günlerde deniz kayağının fazla dengesiz olduğunu düşünüyordum. çünkü eğitim alırken kullandığım kayak alabora olmuştu. inanın bana suda başaşağı durmak son derece keyifsiz oluyor. bu deneyim nedeniyle ilk denize çıkışlarımda hiç rahat değildim. ama bu sefer sanıyorum ilk kez denize çok rahat çıktım. buna karşın hala teknenin üzerindeyken fotoğraf çekecek kadar rahat değilim. denizdeyken yalnız denizle ilgileniyorum, fotoğraf makinemi ıslatma olasılığını göze alamıyorum.

karadeniz'e doğru seyrederken, bana göre, en tehlikeli durum motorlu deniz taşıtlarının yanımızdan geçerken deniz kayağını devirebilecek boyutta dalgalar yaratmasıydı. özellikle dev tankerlerin yarattığı dalga on dakika sonra ulaştığından tetikte olmakta yarar var. ama dev tanker dalgalarından daha kötüsü de var: yanınızdan hızla geçen sürat teknelerinin oluşturduğu dalgalar. bir de el sallamak için iyice yaklaşıyorlar tehlike katmerleniyor.

üsküdar'a seyrederken bu motorlu tekne tehlikesine bir de olta balıkçılarının gönderdiği kurşunlar eklendi. sıra sıra dizilen olta balıkçılarının fırlattığı kurşun ağırlıklar kaç sefer kayağımın sağına soluna düştü. kayağa çarpması sertleştirilmiş plastiğe büyük olasılıkla bir zarar vermeyecektir ama bana çarpmasının korkunç bir zarar vereceğine eminim. çünkü iğneyi elli metre uzağa fırlatabilmek için bir hayli büyük ağırlıklar kullanıyorlar. bir ara ortam savaş filmi sahnesi gibiydi: kayağın sağına soluna sürekli kurşun ağırlıklar "cup, cup!" diye düşüyordu. tehlike nedeniyle boğazın ortasına doğru daha da açılmak zorunda kaldık.

seyir sırasında denizde başka bir grup kürekçi ile karşılaştık. kendilerine "team tuareg turk" diyen bu macera yarışı takımı yurt dışında katılacakları yarış için hazırlık yapıyordu ve bizim gittiğimiz yönün tersine, karadeniz'e doğru kürek çektiler. selamlaşıp yolumuza devam ettik.

köprünün altından geçmenin neye benzediğini tamamen unutmuşum. kürek çekerek geçtiğimden midir nedir, köprü bana daha bir görkemli, daha bir büyüleyici göründü. önce köprünün altından sonra kuleli askeri lisesi'nin yanından geçtik. en son beylerbeyi balıkçı barınağına yakın bir yerde bir konağın önünde durduk. akıntıyla sürüklenmemek için bir şamandıraya tutunarak öğlen yemeğini kayakların içinde yedikten sonra dönüşe geçtik. öğlen yemeğini de kayakların içinde yiyince ilk kez bir etkinliğin başından sonuna kadar kayaktan hiç inmemiş oldum. inerken bacaklarımdaki ağrıyı tahmin edersiniz.

cumhuriyet bayramı tatilini yatakta hasta olarak geçirmiştim. kendimi daha yeni toparlıyordum. o yüzden dönüşte akıntıya karşı kürek çekmek, dalgalarla uğraşmak, kurşunlardan sakınmaya çalışmak beni epey yordu. kayıkhaneye varana kadar hastalık bitkinliğini henüz tam atamamış bedenimin tüm enerjisini sonuna kadar kullandım. sabah kürek çekmek için sabırsızlanan ben şimdi eve dönüp dinlenmek için sabırsızlanıyordum. ekipmanı yıkayıp soğuk suyla duş aldım. motosiklet korumalarımı hızlıca kuşanıp geldiğim yolda keyifli bir sürüşle eve döndüm...

(bu hafta sonu yanımda fotoğraf makinesi ne yazık ki yoktu. bu fotoğraflar paşabahçe keçilik arasında kürek çektiğimiz başka bir etkinlikten alınmıştır. o etkinliği yazmak kısmet olmamıştı. bari fotoğraflarını kullanayım dedim.)