22 Aralık 2009 Salı

hala motosiklet tepesindeyim...

bir tatlı su motorcusu için önemli günler yaşıyorum. hala işe motosikletle gidip geliyorum. hava soğuk, zemin genellikle ıslak, hatta bazen buzlu oluyor. buna rağmen hava durumunda yoğun yağış görünmüyorsa arabaya binmiyorum. bu kışı böyle geçirmeyi umuyorum.
arabaya binmiyorum çünkü bütün yaz 'havadar' bir biçimde işe gidip geldiğimden arabanın içinde daralıyorum, hele de trafik sıkışınca, ki istanbul'da bu çok sık oluyor, cinnet geçiriyorum. (çok önemli bir başka neden de meltem'in artık 8 aylık hamile olması ve arabaya çok ihtiyaç duyuyor olması. hangi gerekçenin daha öne çıktığını beni biraz tanıyanlar anlamıştır.)
hava soğudukça yeni malzemelere ihtiyaç oldu. (bu malzemelerle ilgili görüşlerimi en kısa zamanda yazacağım.) ayrıca artık dönüşlere çok yavaş giriyorum, çünkü zemin genellikle ıslak oluyor ve yatmaya çok elverişli olmuyor.
vesileyle hava durumunu tahmin etmeyi de öğrenmeye başladım. her ne kadar biliyor idiysem de insan bu konuda kendisini sürekli geliştirebiliyor.
ayrıca motosikletli kuryeleri artık daha çok takdir ediyorum. hayatları gerçekten çok zor.
01.01.2010 tarihinde dakar yarışı başlayacak. az kaldı benim de katılmama, yetiştiriyorum kendimi...
(fotoğraf evvelki yaz yaptığımız motosiklet turundan alınmıştır.)

23 Kasım 2009 Pazartesi

bir tatlı su gezgininin avrupalının okuma sevdası üzerine görüşleri

öğlen yemeğinde bayramı almanya'da geçirmiş bir arkadaşla beraberdik:

- almanlar, her yerde okuyordu valla. metroda bir durak öteye gidecek, otobüste ayakta kalmış... o halde bile okuyordu insanlar.

evet, ben de aynı şeyi hem amsterdam'da, hem de paris'te gözlemledim. gerçekten toplu taşıma araçlarında birçok kişinin elinde okuyacak birşeyler mutlaka bulunuyordu. amerika'ya yaptığım gezi sırasında başkaca ilginç bir gözlemim de olmuştu. beni misafir eden ailelerin evlerinin her yerinde, koridorda bile, mutlaka okuyacak birşeyler oluyordu. bir yere oturduğum zaman elimi attığım yerde ulaşabileceğim bir kitap mutlaka bulunuyordu.

ancak orada ilgimi çeken birşey olmuştu: her konsolun üzerinde kitap olmasına karşın evlerde doğru düzgün bir kütüphane yoktu. sağda solda duran kitapları karıştırdığım zaman da okunduklarına ilişkin bir belirti, örneğin kitabın bir yerinde bir ayraç görmedim. tertemizdi kitaplar. kitapların konuları da birbirlerinden çok bağımsızdı, gelişi güzel konularda kitaplar vardı. o zaman bu kitapların yalnızca birer "dekorasyon ögesi" olarak düşünüldüklerini, aslında okunmadıklarını düşünmüştüm.

şimdi de avrupalıların toplu taşıma araçlarında harıl harıl kitap okuyor olmasının aslında bir tür "kaçış" olduğunu düşünüyorum. çoğunlukla birbirlerine mesafeli davranan avrupalıların toplu olarak bulundukları taşıtlarda çoğunlukla göz göze gelmek istemedikleri için sürekli okuduklarını düşünüyorum. çünkü bir kitap insanı içinde bulunduğu gerçeklikten uzaklaştırmanın en başarılı yöntemidir. yakınlarında yabancıların bulunduğu bu ortamdan başlarını yazılara gömerek uzaklaşmaya çalışıyorlar gibi geliyor bana.

bu tezime birinci önemli kanıtım aynı avrupalıların arabalarda kitap okumamasıdır. arabada yolcu olarak bulunan avrupalıların ellerinde okunacak pek birşey görmüyorum. iyi bir kitabı elinden bırakamadığı için metroda okumayı sürdüren bir kişinin aynı kitabı arabada yolcuyken de okuması gerekmez miydi?

bir diğer kanıtım ise ortalama bir avrupalının tv başında geçirdiği süre ile bir türk ile neredeyse aynı. çok rahatlıkla iddia edebilirim ki iyi bir kitap tv izlemeye engeldir. metroda kitap okuyan kişinin eve varınca tv başına geçmesinin açıklaması nedir acaba? ortalama bir avrupalının bir türk'e göre daha fazla spor yaptığını da bildiğimize göre evde kitap okumak için kalan zaman çok sınırlı olsa gerektir.

ama bu tezimin herkes için geçerli olduğunu iddia edemiyorum. hatta kaçış olsun diye okuyan bir kişinin her seferinde bunu yaptığını da söyleyemiyorum. kaldı ki "hangi nedenle okursa okusun, yeter ki okusun." sözüne karşı diyecek birşeyim de yok. çünkü ben de böyle düşünüyorum. ama otobüse binerken hiç tanımadığı yan koltukta oturan kişiyle inene kadar komşuluk ve arkadaşlık eden yurdum halkının, az okumasına karşın, iletişim becerisinin avrupalılardan yüksek olduğunu da eklemeden edemeyeceğim.

(birinci resim muiden şehrindeki muiderslot şatosu, ikinci resim bir alışveriş merkezinde gördüğüm heykel, üçüncü resim amsterdam üzüm bağları)

1 Ekim 2009 Perşembe

...hey maşşşallahhhh!!!

...

Erkek, 36, İstanbul

Kırmızı ışıkta durduğum anda yanımdan iki motosikletli ışık hızında ve tek tekerlek üzerinde geçti. Ben ağzım açık olayı izlerken yanıma yanaşan 112 ambulansından doktor camı açtı ve bana: ''Gördün mü bizim müşterileri... Hey maşallah!'' dedi.

...

24 Eylül 2009 Perşembe

ayvalık motosiklet turu

temmuz sonunda meltem'in doktora görünmesi gerekiyordu. doktor üç aylık bebeğimizin anne karnındaki sağlığının yerinde olduğunu söyleyince sözü motosikletten açtık. doktorumuz elbette meltem'in motosiklet kullanması düşüncesinden hoşlanmadı. ama yasak da koymadı. "kendinizi yaralamayacak kadar iyi bir sürücüyseniz olabilir." dedi. bu süper haberin üzerine motosikletle ayvalık'a gitmek için hazırlıklara başladık. iki motosikleti de bakıma sokup yola hazırladık.
cuma akşam saat 18.30'da yenikapı'dan bandırma vapuruna bindik. saat 20.45'te bandırma'ya vardığımızda güneş batmıştı. meltem'in ilk gece sürüşüydü. benim de yeni motorumu şehir ışıkları dışında ilk kullanışımdı. karanlığa bir de bandırma ile susurluk arasındaki yol çalışmaları eklenince hızımız iyice düştü. çift şeritli yol birçok yerde yapım çalışmaları nedeniyle tek şeride düşürülmüştü. tozdan ve karanlıktan göz gözü görmüyordu. susurluk'a kadar bu böyle devam etti. susurluk yasa'da bir nefeslenme molası verene kadar oldukça sıkıntılı bir yolculuk yaptık.
saat oldukça geç olmasına karşın yasa hınca hınç doluydu. motorları bırakacak ve oturacak yeri zor bulduk. çiğ börek yedik. 3 liraya 4 nefis çiğ börek. daha ne isteyeceğim.
susurluk'tan sonra yolun sorunsuz geçmesini umuyorduk. ama yola çıkar çıkmaz yol yine tıkandı. neyse ki bu sefer biz avantajlıydık: yolun sağında bizim motorlarla rahatça geçebileceğimiz bir boşluk vardı. son derece yavaş giden 300 kadar arabanın sağından geçerken keyfimiz yeniden yerine gelmeye başlamıştı. bozuk yollarda son sürat gidip bize taş sıçratan arabalardan intikamımızı alıyormuşuz gibiydi. buradan sonra vukuatsız bir biçimde balıkesir'e vardık. saat 23.30'da yorgun bir biçimde yataklarımıza yıkıldık.
trafik yoğunlaşmadan yolun virajlı bölümlerini geçebilmek için ertesi sabah 06.00'da kalktık ve yarım saat içinde yola düştük. gece karanlığındaki yolculuktan sonra aydınlıkta sürüş gerçekten işimizi çok kolaylaştırdı. edremit kavşağına kadar hiç duraklamadan geldiğimizde iyice acıkmıştık. ören'deki kahvaltı yerlerine baktık. ama sabah erken saatler olduğundan açık bir yer bulamadık. en sonunda bir benzinlikte mercimek çorbasıyla konuyu hallettik.
saat 11 sularında ayvalık'a vardık. sahil yolundan badavut'a geçtik. meltem'in ailesi bizi beklemiyor olduğundan büyük bir süpriz oldu. hamile bir biçimde meltem motosikletle bu kadar yol geldiğinden biraz azar işittik ama konu çabucak tatlıya bağlandı. sorun olmadan varmıştık ne de olsa. günün kalan bölümünü badavut kumsalında geçirdik.
akşam saatlerinde uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapmaya karar verdik. akşam yemeğini yiyip güneşin batışını izlemeye "şeytan sofrası"na gitmeye karar verdik. motosiklete binmemiz artık yasak olduğundan kayınpederin arabasını aldık ama arabayla şeytan sofrasına ulaşmak mümkün olmadı. bu kadar kalabalık olmasını beklemiyorduk. arabalar yolları kapatmıştı. sanki bütün ayvalık güneşin batışı için şeytan sofrasına gelmişti. tur otobüsleri de cabasıydı. otoparkta yer olmadığı gibi yürünecek yer bile neredeyse kalmamıştı. benim son gelişimden beri burası çok değişmişti. çay, kahve içilecek yerler açılmış; masa ve sandalyeler konmuştu her yere. biz de alacakaranlıkta çaylarımızı yudumladık ve adalar manzarasını seyrettik. birkaç sene önce yanmış olan bölgelerin ağaçlandırmasının bugünkü durumuna baktık.
ertesi sabah benim için dönüş vaktiydi. kahvaltıdan sonra yola çıkmak için hazırlıklara başladım. (meltem ve CBF150'si ayvalık'ta kalıyorlar. bu sürüşü meltem doğum yapana kadar jübile olarak düşündük. ben sonra gelip alacağım CBF150'yi.) önce yönümü kuzeye çevirdim, annemi ve teyzemleri görmek için altınoluk tarafına sürdüm. kısa bir görüşmeden sonra büyük bir süratle asıl yoluma doğru yöneldim. bu gezide yeni motosikletim uzun yol sınavından yüksek bir not aldı. yollardaki bozuklukların verdiği rahatsızlığı saymazsak çok keyifli bir gezi oldu.
bandırma'ya vardığımda vapur'a daha iki saat vardı. iskelenin karşısındaki "moby dick" balık lokantasına oturdum. maç bağırışları arasında keyifli bir balık yedim. bandırma'da bir mekanın ucuz olmasını beklersiniz ama ödediğim para istanbul'da herhangi bir yerde ödeyebileceğim kadar çoktu.
bu motosiklet gezisinin en kötü olayını bana İDO yaşattı: biletimi düşürmüşüm. bileti bulamadığımdan İDO yönetimine başvurdum, bilgisayar kayıtlarında biletimi görüyor olmalarına karşın bana yeni bir bilet vermediler. beni yeni bir bilet daha almak zorunda bıraktılar. eskiden yeniden veriyorlarmış ama kötüye kullanımlar nedeniyle artık yasaklamışlar. yani her bileti teker teker incelemediklerinden beni yeniden bilet parası ödeme cezasına çarptırdılar. hala çok sinirliyim bu duruma.
bir küçük aksilik dışında keyifli bir tur oldu. 583,9 km. dile kolay...

4 Eylül 2009 Cuma

ailemize yeni bir motosiklet katıldı

size bahsetmeye hiç fırsat bulamamıştım: mart ayında ikinci motosikletimizi aldık.

CBF 150'nin yanına hangi motoru katacağımıza karar verme süreci oldukça sancılı geçti. hayatım boyunca 650 cc.lik bir enduro sahibi olmayı düşledim. her türlü yol koşulunda sürmek için tasarlanmış enduro motosikletlerin bana en uygun tür olduğunu düşünüyorum. bu yüzden bütün kış enduro motosikletlerin fiyatlarını inceledim, özelliklerini araştırdım. sonunda uzun uzun inceledikten sonra bir maxi-scooter almaya karar verdim. 'nasıl yani?' diye sormayın. öyle oldu işte. eğer 650 cc.lik bir motosiklet alsaydım bir sezonda en çok 2.500-3.000 km. yol yapabilecektim ve yalnızca hafta sonları kullanabilecektim ama ben her gün kullanmak istiyordum. takım elbise ile 650 cc.lik motosiklet kullanmak da çok zor olacaktı vs. vs. aman, sizi ikna etmek zorunda değilim, öyle karar verdim işte.

maxi-scooter almaya karar verdikten sonra sıra hangisini seçeceğime karar vermeye geldi. ikinci el alacaktım. öncelikle kendime bir fiyat limiti belirledim. "bir enduro değil de bir maxi-scooter alacaksam ödeyeceğim para en çok 4.000 TL olmalı" diye uyduruktan bir limit belirledim kendime. CBF 150 şehir içinde kullanmak için fazlasıyla yeterli bir güce sahip. bu nedenle "alacağım maxi-scooter da bu kadar bir güce sahip olsa yeterli olur" diye düşündüm. ama maxi-scooter kategorisinde türkiye'de 150 cc.lik motosiklet bulunmadığını fark ettim. daha çok 400 ve 650 cc.lik maxi-scooterlar var türkiye karayollarında, onların da fiyatları ikinci el olarak bile benim kendim için belirlediğim limitin oldukça üzerinde. sahibinden.com'da 3 tane 150 cc.lik maxi-scooter vardı ve fiyatları benim belirlediğim limite uygundu. ama onlarda da yedek parça sorunu olduğunu öğrendim. uzatmayayım, son çare olarak motosiklet mağazalarını gezmeye karar verdim. işte ilk defa o zaman başka bir problemle daha karşılaşacağımı anladım: maxi bile olsa scooterlar benim için çok küçük. direksiyon dizlerime çarpıyor. üzüntü ve muz kabuğu. ama bu durum eldeki seçenekleri çok azalttığı için seçim yapmamı kolaylaştırdı.

sonunda bir mağazada gördüğüm yamaha x-max 250'leri beğendim. ikinci el olanlarda bile fiyat limitlerimin üzerindeydi ama isteklerime en yakın olan model buydu. internette biraz araştırma ile 2008 model 11.000 km.de bir tane buldum. fiyat 6.500 TL idi ama beğenmiştim ve haftasında aldım. böylece motorlu taşıtlar vergimiz bir araba ve iki motora yükselmiş oldu.

yeni motosikletim bir kez park halinde iken kaza geçirmişti. ufak tefek hasarlar vardı. motosikleti almadan götürüp servise göstermiş ve onay almıştık. yürür aksam çok iyiydi. aldıktan hemen sonra da bakıma soktuk. frenler bitmiş, yenileriyle değiştirildi. herşeyi gözden geçirildi.

yeni motosikletimin ilk sürüşünde hemen en önemli özürünü fark ettim. bacakların arasında bir depo bulunmadığından virajları almak oldukça zor oluyor. yatmıyor bir türlü, o yüzden de dönüş çizgisini kaybetmek çok kolay oluyor. bir de gazı biraz fazla açarsan hemen arkası kaymaya başlıyor.

ama genel olarak en çok zorlandığım konu motosikletin süspansiyonlarının oldukça sert olması. bozuk türk yollarında bazen nasıl işkence olduğunu anlatamam. yalnızca bu yüzden otobanlardan gittiğim ve ara yollara girmediğim çok oluyor.

yeni motosikleti alınca hanım artık beni CBF 150'ye bindirmez oldu. geçenlerde yeniden bir bindim, vitesleri kullanmakta epey zorlandım. Ama CBF 150'nin ne kadar iyi bir motosiklet olduğunu da daha iyi anladım. çok hafif ve kullanımı çok rahat kesinlikle.

bakalım 650 cc.lik bir enduro'yu ne zaman alabileceğim...


30 Temmuz 2009 Perşembe

sessizliğin sesi gökova akyaka

yüksek lisans bittiğinde ben de bitmiştim aslında. bir hayli hırpalamıştım kendimi. vücudumdaki her bir hücre tatil için çıldırıyordu ama hanımın izin alabileceği tarihe kadar beklemek durumundaydım. onun tatili başlayana kadar üç hafta daha sabırla bekledim. sonrasında ver elini dinlence...

tatilimizi nasıl yapacağımız konusunda epey bir tartışma oldu aslında bu üç haftalık süreçte. fikirler havada uçuşuyordu. ama benim hanımın özel durumuyla uyumlu bir etkinlik yapmamız gerekiyordu ve tanıştığımızdan beri ilk defa baş başa ve yalnızca dinlenmek için tatile gidelim dedik. üç yıldır birbirimizi tanıyoruz ve iki yıldır evliyiz, hiç baş başa tatil yapmamışız. balayına bile arkadaşlarımızla gittik. (o nasıl balayı diye sormayın, sonra anlatırım.) atlas'ın yazarlarına bir söyleşi sırasında kendi tatillerinde ne yaptıklarını sormuşlar, "evde yatıyoruz" demiş hepsi. bizimkisi de biraz öyle oldu işte.

heyecanlı birşeyler yapmayacağımız kesinleşince, nerede yatacağımız sorusu gündeme geldi. hanım bodrum istedi ama ben cebren ve hile ile gökova konusunda onu ikna ettim. (çünkü bodrum benim için bir dinlenme yeri değil kesinlikle. bence bodrum istiklal caddesinin yazlık türevi.) sonra nasıl gideceğimiz netleşti. hanım onca yolu motorla gitmek istemeyince arabayı seçtik ve bir cuma akşamı düştük yola.

pendik'ten vapurla yalova'ya, oradan da balıkesir'e geçtik. cuma gecesi balıkesir'de büyükbabamın evinde kaldık. evlendiğimizden beri bayramlarda hep başka yerlerde olduğumuzdan onları çok ihmal etmiştik. cumartesi sabah yola çıktık. ivrindi'den sonra havran'dan önce 'köylü pazarı' diye bir yer var. orada yine durduk ve karadut suyu içtik. öğleden sonra ayvalık'taydık. denize girdik ve geceyi ayvalık'ta geçirdik. pazar dikili'ye hareket ettik. bademli koyu'nda denize girdik ve geceyi dikili'de geçirdik. hollanda'dan ablamlar gelmişti. onları görmeden geçmek olmazdı. pazartesi sabah ise tüm sorumluluklar bitmiş olarak, erkenden gerçek tatile doğru yola çıktık.

motosiklet kullanmaya başladığımdan beri araba kullanmak çok sıkıcı geliyor. zaten oldum olası hiç sevemedim araba kullanmayı. araba sürerken hep çevreyi sanki kafamda motosiklet kaskı varmış gibi algılıyordum. çocukken de babam arabayı kullanırken ben ellerim önde sanki motosiklet kullanıyormuşum gibi virajlarda yatarak yolculuk ederdim. aynı hayal dünyasına daldım yine yol boyunca. neredeyse ege sahilini bir baştan bir başa geçtik bir gün içinde. buralar benim çocukluğumdan beri yaşam alanım olduğundan her yerinde bir anım var, yolun en güzel yerlerini bilirim. teker teker hepsini paylaştım meltem'le.

sabah erkenden yola çıkmış olduğumuzdan öğleden sonra makul bir saatte vardık akyaka'ya. iskele mevkisi denen bir yerde bulunan club asuhan çobantur'da oda ayırtmıştık. bu tatilde yatarak zaman geçireceğimizden oteli iyi seçmeye özen gösterdik, konforlu olmalıydı mutlaka. "ekmek elden, su gölden" bu tatildeki düsturumuz oldu.

önce kaldığımız yerdeki kötü şeyleri sıralayayım: club asuhan çobantur'daki odamız biraz küçüktü. odadaki yatak da iki kişilik değildi, iki ayrı yatağın birleştirilmesinden oluşuyordu ve klima da tam yatağın üzerine vuruyordu. iskele mevkisi denen bölge akyaka'dan 1,5 km kadar ileride bir bölgenin adı. burada club asuhan dışında bir tane özel tatil sitesi var, bir de küçük bir iskele var. başka birşey yok. son olarak da deniz buz gibi. otelin kumsalının iki tarafından tatlı su kaynakları denize boşalıyor ve su çivi gibi. denize girdiğinizde bir yer sıcacık, bir yer buz gibi ise bilin ki yakında bir tatlı su kaynağı var. burada da su tam olarak böyleydi.

şimdi de güzel şeyleri sıralayayım: club asuhan çobantur dinlenmek için muhteşem. o kadar huzurlu ve sakin ki istanbul'un keşmekeşinden çıkınca insan dünya üzerinde bu kadar huzurlu yerler olduğuna inanamıyor. arka taraf yemyeşil orman, hava tertemiz. otel çok büyük olmadığından kalabalık da değil. bütün yemekler çok güzel ama özellikle kahvaltı harika. ne eksik var, ne fazla. ideal bir açık büfe kahvaltı. otel küçücük bir koyda denizle ve doğayla iç içe. otelin kumsalı ve güneşlenme iskelesine ulaşmak için toplam 100 metre yürümüyorsunuz. benim en çok sevdiğim yanı ise tüm çalışanların çok sıcak ve çok güleryüzlü olması.

ben genel olarak club asuhan çobantur'daki hizmetten memnun kaldım. ama yine akyaka'ya gitmek istesem akyaka'nın içindeki pansiyonlarda kalmayı tercih ederim. akyaka turizmi tamamen ev pansiyonculuğu üzerine kurulmuş. özgün akyaka evlerinde kalma şansınızın olması çok güzel bir fikir bence. akyaka'nın kendi kumsalı 'mavi bayraklı' olduğundan buradan denize girilebilir. ama akyaka'nın içinde kalınca da huzur kat sayısı düşmüş oluyor. bazı pansiyonların çevresi fazla hareketliydi. dedim ya biz huzur aramaya çıkmıştık.

akyaka'da bulunduğumuz sürede neler mi yaptık: nail çakırhan sokağında "gökova akyaka'yı sevenler derneği" adında bir yer var. burası aynı zamanda 1983 yılında nail çakırhan'a ağa han mimarlık ödülü'nü kazandıran ev ve koruma altında, halihazırda da kültür sanatevi olarak kullanılıyor. burayı gezmeyi çok istedik ama açık saatlerini bir türlü yakalayamadık. akşamları sahilde tai yemekleri yapan bir yer vardı. orada yemek yedik. ustası başarılıydı. öğlenleri ev yemekleri ve tandır ekmeği yapan bir yerde yemek yedik. (adını hatırlamıyorum ama mekan akyaka'nın içinde, görünce kalabalıktan anlarsınız.) ana yolun üst tarafında da "fatma ana'nın yeri"nde katmer ve gözleme yedik. yürüyüş yaptık. ve elbette azmak turuna katıldık, tekne turuna çıktık.

'azmak' benim yalnızca bu yörede duyduğum bir isim. pınar başı, kaynak gibi bir anlama geliyor. ama bu yörede daha çok dereleri anlatmak için kullanıyorlar. derelerin doğduğu yere de bu yüzden 'azmak başı' diyorlar. yörede 3 tane azmak var. ama tekne turu genellikle akyaka'ya en yakın olana yapılıyor. ben yıllar önce buraya sea kayak ile girmiştim. bu sefer hem ortada sea kayak görmediğimizden, hem de meltem'in kürek çekmesine izin olmadığından kayıkla yaptık turu. azmak'ın suyu buz gibi, ama çocuklar azmak'ın girişindeki köprüden buz gibi suya atlamayı bir eğlence haline getirmişlerdi. suyun berraklığı ve derenin altındaki yosunların güzelliğini anlatacak kelime çok zor bulunur. balıklar ve yosun ormanlarını seyrederek yapılan, 45 dakikalık, yavaş bir yolculuk azmak turu. kişi başı bizden 3 TL aldılar ve kayıkta toplam 4 kişi idik. kayığın kaptanı azmak başına kadar getirdi bizi, bir yandan da rehberlik yaptı. buraya sonradan getirilmiş tatlı su kaplumbağalarını göstermek için sazlıklara iyice yanaştı. eskiden barış manço'nun olan yazlığı gösterdi... bir akşam vakti akyaka'da yapılabilecek en güzel şey bu tur olsa gerek diye düşünüyorum.

akyaka'dan ayrılmadan önceki son gün de tekne turuna çıktık. akyaka tekneciler kooperatifi işi çok güzel düzenlemiş, tekneler arasında rekabet yok, sıra o gün kimdeyse o gidiyor. tekne turu tüm gün sürüyor. kişi başı 20 TL. öğlen yemeği veriyorlar. (misal biz köfte, tavuk ve makarna yedik öğleyin.) tekne turu beş ayrı koyda durdu. bunlardan bir iki tanesi yalnızca güzel koylardı. ama bir tanesi vardı ki çok ilginçti: sedir adası'nda antik bir tiyatro var ve bu nedenle girişi paralı. kişi başı 10 TL alıyorlar. (neyse ki tur tanıtımı yapanlar bu konuda sizi önceden uyarıyor.)

akyaka'ya ilk gelişimde hem akyaka ile hem de sea kayak ile tanışmıştım. bu sefer de kite surfçüler gördüm. bu da akyaka'nın bana bu gelişimdeki sürprizi oldu. kendim yapmadım ama sürekli esen rüzgarı ile burası kite surf, surf ya da yelken yapmaya gerçekten çok uygun. aklınızda olsun...

28 Temmuz 2009 Salı

...ve sonunda yeniden aladağlar

yüksek lisansı bitirmek için uğraştığım onca zaman boyunca hep yeniden dağlarda olmayı düşledim. bu tırmanışın tarihine de projemin bitmesinden uzun zaman önce karar verdik. eskiden birlikte tırmandığımız birçok arkadaşı bu tırmanışa çağırdık. uzun zamandır bu kadar kalabalık bir dağ etkinliği yapmamıştık. her arkadaş ayrı zirvelere gitmeyi düşlüyordu gerçi, ama en azından kamp yerinde birlikte olacaktık.

sonunda yolculuk günü geldi. geliriz deyip de gelemeyenler olmasına karşın 30 kişiden fazlaydık. cuma akşam istanbul'dan gülüş cümbüş otobüse bindik, gözlerimizi sabah aksaray'da açtık. karşımızda hasan dağı. ihtişamlı kütlesini uzun uzun seyrettik. sonra niğde ve aladağlar. türkiye'nin en güzel dağları.

kampı birlikte atarız diyorduk ama benim hanımın yük taşıyamayacak olması ve traktöre de binememesi nedeniyle ekiple daha en baştan vedalaşmak zorunda kaldık. herkes demirkazık köyü'nden traktöre binerken biz iki çift yürümeye başladık. hedef sokullu pınarı kamp yeri. (biz kampımızı oraya atacağız, diğerleriyse yüklerini orada bekleyen katırlara verip çelikbuyduran geçidindeki kamp yerine devam edecekler.) yaklaşık bir buçuk saatlik hafif tempo bir yürüyüşün ardından, öğlenden hemen sonra sokullu pınarı kamp yerine ulaştık. her zamanki gibi ben çadırı kurarken meltem de yemek yapmaya koyuldu. günün kalanı aladağların az bulunur yeşil yerlerinden birisinde, kara kıl çadırın altında muhabbet ederek, yiyip içerek geçti. iki çadır ama bol muhabbet. hafif hafif yağan yağmur bize eşlik etti...

herhangi bir zirveyi tam olarak hedeflememiştik gelirken, çünkü durumumuz biraz belirsizdi. ama teknik zorluk içermiyor olması nedeniyle emler'e (3.723 m.) gitmeye karar verdik. yalnızca yürüyüş, ne de olsa tatlı su dağcısıyız biz. bünyeyi zorlamamak lazım.

sorduk soruşturduk sokullu pınarı kamp yerinden gidiş 7 saat dönüş 6 saat sürer dediler. anlayacağınız epey uzak. aylardır sandalyeye yapışık yaşamış bünyem acaba bu durumu kaldırabilecek mi? "gece yarısı kalkalım, hava iyiyse çıkarız" dedik ve öyle de yaptık. gece yarısı kalktık, hava muhteşem. tek sorunumuz ayın olmaması. yani zifiri karanlık, hızla kahvaltı ettik, su hazırladık. saat 01.00'da tırmanışımız başladı.

hava o kadar karanlıktı ki ilk kez hayatımda kafa lambası ışığında tırmanmak zorunda kaldım. kafa lambası olmasa göz gözü görmüyor. adımımı koyduğum yeri göremiyorum, o kadar yani. lakin benim kafa lambası da çadır için, küçük birşey. pilleri de azalmış. kaldık mı zifiri karanlık gecede lambasız... neyse ki diğerlerinin lambaları zifiri karanlık gecede öyle bir aydınlatıyordu ki ben kendi önümü bile görüyordum.

önce hangi yolu takip edeceğimizi anlamakta zorlandıysak da yolu doğrultmamız fazla uzun sürmedi. karayalak vadisine vardıktan sonra da patikaları izleyerek yukarıda kamp yapan arkadaşlarımızın yanına doğru devam ettik. zifiri karanlıkta yükseldik, yükseldik. sonunda uzakta çadırlar ve kafa lambaları gördüğümüzde saat 04.00 olmuştu. ama bu kamp yeri bizim arkadaşlarımızın değil, explorer tur şirketininmiş. onlar da yarım saat sonra bizimle aynı zirveye hareket edeceklermiş, hazırlanıyorlardı. kısa bir sohbetin ardından arkadaşlarımızın olduğu kampa doğru devam ettik. çelikbuyduran kamp yerinin az aşağısındaki çanakta kamp atmışlar. oraya vardığımızda onlar da tırmanışa başlamak için son hazırlıklarını yapıyorlardı.

tırmanışa başlayan arkadaşlarımızın boşalan çadırlarında 20 dakika kadar dinlendikten sonra tekrar tırmanışa başladık. explorer ekibi bu sırada dinlenme kayasına ulaşmıştı, biz de onların ardına düştük. zirve epey bir kalabalık olacak anlaşılan.

kamptan ayrıldıktan bir saat sonra çelikbuyduran geçidine ulaştık. güneş de artık yüzünü göstermeye başlamıştı. uzun saatlerdir tırmanıyor olduğumuzdan ve iki gecedir uykusuz olduğumuzdan epey yavaş kaldık aslında. buna karşın zirveye ulaşmayı başardık. biz geldiğimizde explorer geri dönüşe geçmişti. zirvede yarım saat kadar oyalandıktan sonra biz de dönüşe geçtik. karanlıkta çıktığımız tüm yolu gerisin geri dönmemiz gerekiyordu.

biten sularımızı çelikbuyduran'da doldurup aşağı yöneldik. yorgun bedenlerimiz bizi yavaşlatıyordu ama yine de hızlı hareket etmeliydik. yoksa otobüse geç kalacaktık. hemen hiç durmadan, yavaş ama sürekli bir tempo ile inişe geçtik. arkadaşlarımızın kampında bile durmadık. altı uzun saat süren inişin sonunda yorgun argın kampımıza vardık. kamptan ayrıldığımız saatten itibaren tam on üç saat sonra yeniden kampa ulaşmıştık. 2.200 metredeki kamptan 3.723 metreye tırmanıp tekrar geri inmiştik. aydınlık olduğundan mıdır nedir, dönüş tırmanıştan daha uzun sürdü gibi geldi bize. karanlıkta polarlarla terk ettiğimiz kampa öğlen sıcağında ve sucuk gibi ter içinde geri döndük.

biraz dinlenip kampı topladıktan sonra tekrar çukurbağ köyüne doğru yoldan yürüyüşe geçtik. kestirme olsun diye sapıp yolu kaybetmemiz dışında vukuatsız bir biçimde köye ulaştık. gün sonunda toplam 15 saat yürümüştük. yeniden otobüsün koltuğuna oturduğumuzda ayaklarımıza inen kara sular artık yerlere akıyordu.

akşam yemeği ve gece yolculuğunun ardından pazartesi sabahı istanbul'a ve masama yeniden kavuşmanın sevincini yaşadım. geriye fotoğraflar ve ayaklarımın arkasındaki yaralar kaldı yadigar...

15 saat süren tırmanışı hamile olmasına karşın benden daha rahat bir biçimde gerçekleştiren sevgili eşimi çok tebrik etmek istiyorum. benim zavallı bedenim bile zor dayandı bu tırmanışa o gıkını bile çıkartmadı. dağların impalası...

araçtan indiğimiz andan araca tekrar binene kadar her adımında bize destek olan ve bizi hiç yalnız bırakmayan alper ve zeynep'e ayrıca teşekkür ederim. iyi ki varsınız... alper'in gözünden tırmanışı okumak için şuraya bakabilirsiniz. (alper'in resimlerinin en sonuncusunda boşluğa doğru bakan kişi benim. ama dikkat ederseniz zirvenin altındayım. yüksekten çok korkuyorum ben. o yüzden hep zirvenin biraz altında dolanıyorum. o çok rüzgarlı sipsivri zirvelerde ayakta duramıyorum pek. tatlı su dağcısı dediğin de böyle olur zaten.)

21 Temmuz 2009 Salı

Şile İmrenli Köyü

...ve en sonunda geri döndüm. 2009'un başından beri her boş zamanımda yüksek lisans projemi yazdım: "türk iş hukukunda asıl işveren alt işveren ilişkisi". sonunda teslim ettim ve kabul edildi. tahmin edeceğiniz üzere epey acılı bir süreç oldu. gündüzleri işte, geceleri evde bilgisayar başındaydım. bana inanacak mısınız bilmiyorum ama saçlarım ağardı bu kadar zamanda. ama sonunda bitti.

benim gibi bir adam bu kadar uzun süre eve kapatılırsa ne olacağını tahmin etmişsinizdir. aşırı gergin bir insan oldum. teslim ettikten sonra ise ilk düşündüğüm yeniden gezmeye başlamak oldu. hemen program yapmaya başladık hanımla. meltem'in kanada'ya yerleştiği için uzun süredir görmediği bir arkadaşı geliyordu. cumhuriyet köy'de 'beyaz bahçe' adlı yeşillikler içindeki bir yerde buluştuk. uzun uzun gezilerden, programlardan, yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan konuştuk. bir yandan da mangal yaptık, yedik, içtik, eğlendik.

akşam olduğunda hep birlikte şile'ye gittik. şile'de kısa bir alışveriş molasının ardından imrenli köyü'ne geçtik. sahilde güzel bir akşam yemeği yedik. muhabbet burada da devam etti. hava kararmaya başlarken oturduğumuz yerin önündeki kumsalda meşaleler, denizde ise mumlar yakılmaya başladı. çok güzel, ışıl ışıl bir manzara oluşturuldu. bir yanda yıldızlar, bir yanda meşaleler. gecenin ilerleyen saatlerinde arkadaşlarımız gitti. biz hanımla kamp malzemelerimizi arabadan çıkartıp kumsalda sakin bir köşe bulup rastgele kampımızı attık.

sabah çadırın içi ısınmaya başladığında uyandık. kampımızı bir kamp yerine atmamıştık çünkü genellikle kamp yerleri çok gürültülü oluyor. kumsala atarken de jandarma'nın izin vermeyeceği konusunda uyarıldık ama neyse ki sorunsuz bir gece geçirdik. sahildeki yerleri bırakıp yolun karşısındaki bir yerde tost yedik. yarım ekmeğe karışık tost 3 TL. daha iyisi olamaz. kahvaltıdan sonra kampımızı yeniden arabaya yükledik ve evimize yöneldik. temiz hava bizi çarpmadan ve karadeniz'in buz gibi sularında hasta olmadan kaçmaya karar verdik.

biz imrenli'de denize girmek dışında yapılabilecek pek birşey göremedik. çok güzel bir kumsalı var. yazları şezlong ve şemsiye kiralanıyor. basit ihtiyaçları karşılayacak yerler de var. bununla birlikte ağva'ya ve şile'ye çok yakın. internette imrenli hakkında yaptığım araştırmada da yalnızca bol miktarda "satılık yazlık" ilanı bulabildim.

biz bu ilk gezimizde erken bir dönüş yapıp bünyeyi fazla zorlamayalım dedik. yavaş yavaş, çarpmasın fazla temiz hava...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

az kaldı...

uzun zamandır ortalarda değildim. gezmedim, görmedim. eve kapandım, yazıyor da yazıyorum. baharın bu güzel günlerinde benim için bunun ne kadar zor ve bunaltıcı olduğunu size anlatamam. ama haziran ayı ile birlikte yeniden düşüyorum yollara...
görüşmek üzere...

16 Şubat 2009 Pazartesi

sevgililer günü milli parkı: ılgaz

19 aralık'ta erciyes'ten geldiğimizden beri etkinliklere ara vermiştik. bunun üzerimizde yarattığı 'büyük şehir sıkıntısı'nı üzerimizden atmak için sevgililer gününde kaçmaya karar verdik. ne zamandır türkiye'nin bence en güzel milli parkı olan ılgaz dağları hakkında konuşuyorduk. oraları göstermek istiyordum sevgilime. ben de en son yaklaşık on yıl önce gitmiştim, özlemiştim ben de hanidir.

yola çıkacağımız cuma gününün öğlenine kadar çadırda kalmak ve zirve tırmanışı yapmak niyetindeydik. ama cuma günü öğlende hafta sonu için yapılan hava durumu öngörülerine bakarak otellerde yer araştırmaya başladık. zirveye gitmekten filan da vazgeçtik. anlayacağınız tam bir tatlı su dağcısı olduğumuzu bir kez daha kanıtladık. hava durumu gözümüzü korkutmaya yetmişti.

cuma akşam iki araç yola çıkıldı. molalarla birlikte dokuz uykusuz saatin sonunda, sabah, kastamonu yolunun en yüksek noktasındaki karayolları tuzlama tesisine ulaştık. yolun kenarlarında yaklaşık bir buçuk metre kar vardı. milli park girişinde araçtan inip örsem'e doğru hanımla birlikte yürümeye başladık. karda zincirsiz bir biçimde yol almaya çalışan, yalpalayıp duran araçlardan kaçınmaya uğraşırken bir tanesi durup bizi otele kadar götürmeyi teklif etti. sabahın soğuğunda büyük bir minnetle kabul ettik. sürücü örsem otelin aşçıbaşısıymış, bizi doğrudan otele getirdi ve kahvaltıya yönlendirdi.

kahvaltının ardından odamıza çıkıp şehrin ve gece yolculuğunun yorgunluğunu öğlene kadar uyuyarak üzerimizden atmaya çalıştık. öğlen yemeğinden sonra burada yapılacakları gözden geçirince elimizde yalnız iki seçenek olduğunu gördük: 1- kaymak, 2- TV izlemek. her ne kadar ben TV izleyelim diye çok direttiysem de hanım bu sezon hiç kaymamış olmamızı gerekçe göstererek beni kandırdı. kayak kirası 20-25 TL civarında, telesiyej de tek biniş 5 TL, sınırsız 15 TL. oldukça uzun ve zahmetli bir hazırlığın ve otobüs kuyruğundan hallice bir kuyruğun ardından saat 15.00 sularında telesiyejde yerimizi aldık. telesiyej 17.00'de kapanacağından az bir zamanımız vardı aslında.

her zaman olduğu gibi telesiyejden inerken dengemi sağlayamayıp yere düştüm. telesiyejden inerken bir türlü ağırlığımı öne vermeyi başaramıyorum. arkamdan inenlerin yerde yuvarlanırken bana çarpmalarıyla ortaya çizgi film manzaraları çıkıyor. herkes üst üste alt alta. neyse ki telesiyejin iniş bölgesine insan yumağını yerden kaldıracak birilerini koyuyorlar.

kayak yapmayı 28 yaşımda öğrendiğim ve yılda yalnızca bir kez kayak yaptığım için takdir edersiniz ki tekniğim çok zayıf. ancak ayakta durabilecek kadar biliyorum bu işi. ilk inişimde de tek yaptığım sapan yapmayı hatırlamaya çalışmak oluyor. dizleri kır, bileklerini kırma, kayağın yanlarını sürt... bir de elbette ne yap, ne et, düşme. gerçi olmuyor, ne zaman düşmek aklıma gelse düşüyorum. o yüzden düşmeyi aklıma getirmemeye çalışıyorum. dizleri kır, ağırlığını öne ver, kayağın yanlarını kullan, düşmeyi aklının ucundan bile geçirme...

telesiyej kalabalığını yeniden çekmemek için teleskiye gidelim diye konuşmuştuk. oraya doğru gidersek hem pist daha uzun olacaktı, hem de sıra beklemekten kurtulacaktık. ama daha önce hiç teleski kullanmamıştık, nasıl kullanıldığını bilmiyorduk. girdik sıraya, görevli başladı uyarıları sıralamaya: dik durun, oturursanız düşersiniz, kayakları paralel yapın, yapmazsanız düşersiniz, batonlar sol ele, sağ elle demiri tutun, böyle yapmazsanız düşersiniz, şöyle yapmazsanız düşersiniz... uzayıp gidiyor liste. beni bir telaş aldı. iki elimle sıkı sıkı tutundum alete, o beni çekiştiriyor arkamdan, ben onu. altımdan ha kaydı, ha kayacak. bana çok ama çok uzun gelen bir sürenin sonunda yukarıya ulaştım. bir baktım yardımcı olacak kimse yok, yalnızca kocaman bir tümsek var, korkuyla ellerimi bıraktım. bırakınca alet altımdan kayıp beni serbest bıraktı. o yoluna, ben yoluma...

arkamdan hanımın da gelmesi gerekiyordu ama başkaları geldi o gelmedi. sonunda haberi geldi. yolda düşmüş. üç sefer denedi, üçünde de sonuna kadar çıkmayı başaramadı. o hep yarı yoldan kaymaya başladı. ben korkumdan alete sıkı sıkı tutunup en sona ulaşmayı başardım hep. hayır, bir biçimde yolda düşsem kaymam gereken yerler çok dik, kayamayacağım hanım gibi. düşmeyeyim diye dualar okuya okuya sonuna kadar vardım her seferinde.

ılgaz dağlarının başlangıç düzey pistleri uludağ'ın başlangıç düzeyi pistlerine göre daha dar ve daha kısa. ayrıca pistlerin dışı çok sık ormanlık. ağaçların içerisinde kaymak gibi bir seçeneğiniz hiç yok. bizim gittiğimiz hafta sonu kar yoğun bir biçimde yağıyordu ve pistte kar çok yumuşaktı. ama telesiyejde çıkarken görülen manzara kesinlikle uludağ'dan daha güzeldi.

sevgililer günü kayak etkinliğini zirve kafe'de sıcak şarapla sonlandırıp akşam yemeği için örsem'e döndük. örsem'de yemeklerin tümü açık büfe idi ve oldukça güzeldi. özellikle salata ve tatlı çeşitleri çok boldu. ankara üniversitesi'nden olmayanlar için örsem'de hafta sonu kalma ücreti kişi başı 100 TL, hafta içi ise 60 TL idi. odalar geniş, temiz ve sıcaktı. tesis 2003 yılında açılmış. lüks değil ama konforluydu. örsem'in bulunduğu yerde TSK'nin ve jandarmanın birer tesisi ile başkaca 2 otel daha vardı. telesiyeje de çok yakındı.

akşam şehrin, yolun ve kayağın yorgunluğu nedeniyle erkenden yattık. sabah da erkenden kalktık. kahvaltının ardından otelden çıkışımızı yaptırıp arkadaşlarımızın kaldığı doruk otele doğru yürümeye başladık. doruk otel karayolları tesisinin tam karşısında, örsem'in bulunduğu yamacın tam ters tarafındaydı. oraya gitmek için iki yol vardı. birinci seçenek telesiyej ile yukarı çıkıp aşağı doğru yürümek. ikinci seçenek ise yola inip yoldan yürümek. bizim yürümeye başladığımız saatte telesiyej çalışmaya başlamamıştı. ayrıca epey sis vardı. siste bilmediğimiz bir yeri aramak istemediğimiz için bildiğimiz yoldan yürümeye karar verdik. milli parkın kapısına yürüyüp kastamonu-çankırı yoluna çıktık. yolun kenarından, kıyısından karayollarına kadar yürüyüp oradan da otel yoluna saptık. bol manzaralı bu yürüyüş yaklaşık iki saat kadar sürdü. otele vardığımızda telesiyejin çalışmasını beklememiz halinde on beş dakikada doruk otele ulaşmış olacağımızı görüp kulağı tersten tuttuğumuz için biraz hayıflandık ama ılgaz ormanlarında bir yürüyüş yapabildiğimiz için mutluyduk.

arkadaşlarımızın kimisi yürüyüşte, kimisi yatakta, kimisi de kayaktaydı. zirveyi deneyenler sislerin üzerinden küçük hacettepe zirvesine ulaşmayı başarmışlardı. herkesin keyfi yerindeydi. biz de iyice dinlenmiştik. akşam saatlerinde dönüşe geçtik ve gece yarısı yeniden evdeydik.


8 Ocak 2009 Perşembe

kapıdağ’da bisikletli doğa yürüyüşü


'bisikletli doğa yürüyüşü' diye birşey olur mu? ne saçma! yürüyorsan bisiklet niye? bisikletin varsa niye yürüyorsun? karışık biraz değil mi? bunu anlamak için tatlı su bisikletçisi olmak gerekiyor. anlayanlar bizdendir, kalanlara selam olsun...

yaz başında motosiklet aldık diye, bisikletin pabucu dama atılmıştı. (pabuç atmak demişken, helal olsun muntazır el zeydi adlı gazeteciye! bush'a elinde olan herşey ile, tüm yüreğiyle saldırdı. ben de o kadar cesur olmak isterdim.) yaz boyu her hafta sonu iki teker üzerindeydik ama pedal çevirmiyorduk. arada sırada ortaya atılan bisiklet turu önerilerini 'cebren ve hile ile' motosiklet turu biçimine çevirtip pedallı iki tekerin hakkını yedik durduk. yaz bitip güz geldiğinde daha bisiklete binmemiştik. havalar iyice soğuyup da artık motor üstünde duramaz hale gelince bir bisikletimiz olduğunu anımsadık.

kurban bayramı tatili dokuz gündü, biliyorsunuz. insan bu kadar uzun zamanda neler yapmaz ki? ne serüvenler yaşanır, ne keşifler yapılır. ama bizim basiretimiz bağlandı. bir türlü seçeneklerden birisine karar veremedik. biz geç kalınca da ulaşım sorunları baş gösterdi. bayramdan önceki son hafta bütün seçenekleri ani bir kararla eleyip bir süredir rafta duran kapıdağ yarımadası bisiklet turunu gündeme taşıdık. çünkü gidiş dönüşü ayarlamak görece kolaydı: bisikletleri yenikapı'dan veriyorsun feribota iki saatte bandırma'dalar. sonra yarım saat pedal basınca kapıdağ yarımadasındasın. ama bayramda bandırma'ya feribotta yer bulmak ne mümkün. ne yapacağız? marmara adası vapuru bomboş. "önce marmara adası'na gider, oradan da bir biçimde erdek'e geçeriz." dedik. bu plana uymaya hevesli iki bisikletçi arkadaşın katılmasıyla dört kişilik grubumuz kurulmuş oldu.

gitmemize bir gün kala hanım ve ben hastalandık. ikimiz de grip olduk. diğer arkadaşlara durumu haber verdik:

- siz marmara adası'nı turlayın. bu süreçte biz de dinleniriz. sonrasında bandırma'da sizinle buluşuruz.

iki gün hasta yattıktan sonra, daha tam iyileşmeden başladık hazırlıklara. bisikletlerin bakım görmesi gerekiyordu. bütün yaz yatan bisikletlerin durumu çok kötüydü. benim bisikletin arka tekerleği yağsızlıktan dönmüyordu. neyse ki ustamız iki saatlik bir çaba sonucunda bisikletlerimizi yola çıkabilecek duruma getirdi.

yine sabahın köründe yeni bir serüven için düştük yollara. bisikletlerimizi arabayla bostancı'ya, feribotla yenikapı'ya oradan da bandırma'ya taşıdık. arkadaşlarımız bizi aşağıyapıcı köyü'nün kahvesinde bekliyorlardı. bir saatlik çabanın sonunda onlarla buluştuk. çay içip marmara adası'nda yaptıklarını dinledikten sonra hep birlikte yollara düştük.

kapıdağ yarımadası eskiden karaya yakın bir adaymış. zaman içinde ada ile anadolu karası arasındaki bölüm toprakla dolunca yarımada olmuş. bugün boyun biçimindeki bu oluşumun bir yanına bandırma ve diğer yanına erdek körfezi deniyor.

ilk hedefimiz yarımadanın ortasındaki sekiz yüz metrelik tepeyi aşıp adanın en kuzeyindeki ballıpınar köyü'ne ulaşmak. orada geceleyip tura devam edeceğiz. aşağıyapıcı'dan çıkar çıkmaz rampalara tırmanmaya başladık. önce yukarıyapıcı'ya yöneldik. sonra ormanların içine dalıp toprak yollardan yarımadanın en yüksek noktalarına kadar çıktık. ancak bu iş hiç de kolay olmadı. iki gündür bisiklet üzerinde turlayan arkadaşlar kaslarını açmışlar ama biz iki gündür hasta yatıyor olduğumuzdan başladık bisikletli doğa yürüyüşü yapmaya. tepeyi aşana kadar bisikletin yanında, yukarı doğru bisikleti itekleye itekleye yürüdük. hava soğuk olmasına karşın bu çaba bizi bir hayli terletti ve yordu. sonunda tepeye ulaşınca bisikleti taşımaktan kurtulduk ama inişin de derdi ayrı: hava soğuk, vücutlar terli, yollar toprak ve biz son süratle bisikletlerle yokuş aşağı kayıyoruz. önce parmaklarımız dondu, sonra rüzgar içimize işledi, yavaş yavaş... yine de her çıkışın bir inişinin olması güzeldi...

manastıra giden yolda bir ara üç toprak yoldan oluşan bir kavşağa geldik. hepimiz gideceğimiz yolun en zorlu ve en dik olan yol olacağından emindik. kuzeye doğru giden bu yolu izleyerek manastıra ulaştık. cumhuriyetin kuruluşuyla bölgedeki rumlar "mübadele" edilince manastır sahipsiz kalmış. kullanıldığı dönemde 360 odası varmış. ama şimdi birkaç duvarı bulunan bir yıkıntı durumunda. duyduğumuza göre yıkılmasına da askerlerin çatıdaki kiremitleri söküp kendi ihtiyaçlarına kullanması neden olmuş. biz oradayken birkaç yeni 'hazine arama' çukuru da gördük. anlayacağınız manastırın durumu kötü.

manastırın yakınlarında dolaşan atları biraz sevdikten sonra güneş kararmadan geceleyecek uygun bir yer bulmak için yeniden yola çıktık. kısa bir süre sonra da ballıpınar köyüne geldik. burası yaklaşık iki yüz haneden oluşan görece büyük bir köy. onlar da mübadelede buradan gidenlerin yerine bulgaristan'dan gelmişler. pomaklarmış, kendi aralarında "pomakça" denilen bizim ilk kez duyduğumuz bir dil konuşuyorlardı. kahvehaneye girdik, 'rumeli tv' izliyorlardı. köyün bakkalı kapalıydı. kalacak yer de yoktu. yiyecek bir şey ve yatacak bir yer bulamadığımızdan yönümüzü ormanlı köyüne çevirmek durumunda kaldık. orada da kalacak yer olduğundan emin değildik. ama denemek zorundaydık.

akşamın alacakaranlığında on kilometrelik yolu geçmek üzere yola düştük. yarımadanın kuzeyi boyunca uzanan inişli çıkışlı yolda, bazen bisikletler bizi taşıdı, bazen de biz bisikletleri taşıdık ve hava karardıktan hemen sonra ormanlı köyü'ne vardık. karanlıkta köye gelen, dört yorgun, kask takan yabancıyı ormanlı köyü'nün kahvesindekiler oldukça güleryüzlü karşıladılar. yazın pansiyon olarak işletilen ama bu mevsimde kapalı bir adresi gösterdiler bize.

köye girişte güçlü bir ışıldak gözümü almıştı. baktım, mezarlığın yanındayız, ışık da büyük bir mezarı aydınlatıyor.

nihat amca ve ailesi pansiyonlarında kalmamıza izin verdiler. bize sunabilecekleri temiz örtü dışında bir lüksleri yoktu ama bize yeterdi. yorgun yolcularına ikram edecekleri sıcak çorba dışında bir şey de yoktu. ama bunu da sorun etmedik. aramızda konuşup iki gün burada kalmaya karar verdik.

akşam ısınmak için kahvehaneye gidip biraz avcı kanalını seyrettik. yarım saatliğine açılan ve pek de birşey bulunmayan bakkaldan bisküvi aldık. akşam saat sekiz sularında yeterince oturduğumuza kanaat getirip soğuk yataklarımıza uzandık.

ikinci gün için planımız köyün etrafındaki toprak yollarda gezinmekti. köyün güneyinde üç tane sekiz yüz metrelik tepe var. bu tepeler baştan başa ormanlarla kaplı ve toprak yollarla örülmüş durumda. biz de bu günümüzü ormanların içinde sonbaharı yaşamaya ayırdık. kahvaltıdan sonra köyün bulunduğu koyun tam ortasından güney'e giden yola saptık. önce köy halkının bahçelerinin ve tarlalarının yanından geçtik. sonra yükselmeye başladık. biraz yükseldikten sonra köylülerin yaptığı bir yaban domuzu çitini geçtik. o noktadan sonra her yan ormanlar ve sonbaharın renkleri ile kaplandı. bu sonbahar ormanlarda, dökülmüş kiremit rengi yaprakların üzerinde zaman geçirecek fırsat bulamamıştık. bacaklarımızın çekmediği noktalarda yaprakların üzerinde epey keyifli yürüyüşler yaptık, yanımızda da bisiklet.

deniz seviyesinden kapıdağ yarımadasının en yüksek noktalarına kadar kan ter içinde pedal çevirmenin en kötü yanı neydi biliyor musunuz? sonunda inişe geçtiğimizde ve artık hiç güç harcamadan yol almaya başladığımızda donmaya başlıyorduk. hava epey soğuktu, hastalıktan yeni kalkmış terli bedenlerimizle buz gibi rüzgarda yol almak biraz eziyet oldu. ama biz, dört kafadarın keyfi, tüm soğuğa karşın, yağmur yağmadığı için çok yerindeydi.

toprak yollarda hızla ilerledik ve güneşin batmasına yakın saatlerde yeniden köyü yukarıdan gören tepeye ulaştık. buradan güneşin batışını seyrederken köyden gelen davul seslerini dinledik. biz köyde düğün olduğunu düşünmüştük. ama asker uğurlamasıymış. köy kahvesinin önüne kurulan masalarda erkekler eğleniyorlardı. gün içinde köydeki tüm evleri davul eşliğinde gezip para toplamışlar. bu saatlerde de yemek yiyip şarkılar söylüyorlardı. biz ise bir yandan onları izlerken, bir yandan da kahvehanede ısınmaya çalışıyorduk. içinde fazla birşey olmayan bakkalın açılmasıyla ihtiyaçlarımızı karşıladık ve yatmaya gittik. bizim ayrıldığımız saatlerde eğlence sürüyordu.

üçüncü gün kahvaltıda kaldığımız yerin sahibi nihat amca'yla önceki gece yapılan asker uğurlamasını konuşuyorduk:

- sizin çocuklarınız var mı?

- bir kızım var. bir de oğlum vardı. 95'te şehit düştü.

- ...

başka birşey soramadık nihat amca'ya. kahvaltımızı edip vedalaştık. köye geldiğimiz gün, mezarlığın yanından geçerken gözümü alan ışıldak köyden ayrılırken aklıma geldi. dönüp ışıldağın aydınlattığı büyük mezardaki isme baktım. nihat amca'nın oğluydu. onunla gurur duyuyor olmalıydılar.

bugün için amacımız kapıdağ yarımadası'nın doğu taraflarını gezmek. ilk hedefimiz ise yine ballıpınar köyü'ne gitmek. kapıdağ yarımadası'nın kuzeyi boyunca uzanan bu yolu geçen sefer karanlıkta ve epey endişeli geçtiğimizden güzelliğini pek de anlamamıştık. şimdi güneşli bir günde yol bize bambaşka ve kesinlikle çok güzel göründü. denize paralel uzanan toprak yol yarımadanın doğa şekillerine uygun olarak bir yükselip bir deniz seviyesine iniyor. tüm tur boyunca olduğu gibi burada da yokuşlarda bisikletli doğa yürüyüşü yaptık ve yeniden deniz kıyısına indiğimizde dinlendik.

öğlen saatlerinde yine ballıpınar köyünün kahvesindeydik, yine "rumeli tv" izliyorlardı. duvarlardaki atatürk resimlerini gösterdiğimizde köyün CHP destekçisi olduğunu söylediler:

- biz bulgaristan göçmeniyiz. mübadelede yerleştik buraya. bizi gavur zulmünden kurtaran kişiyi asla unutmayacağız.

- bazıları geçmişlerini unutabilir ama biz çekilen acıları ve bizi bu acılardan kurtaranı unutmayacağız.

- neden bu köye asfalt yol gelmedi sanıyorsunuz. AKP'yi destekleyen tüm köyler kalkındırıldı. AKP'yi destekleyen son köyden buraya kadar asfalt yol gelmez miydi? gelirdi elbet. ama bize bunu uygun gördüler.

kahvede birkaç çay ve bisküvi eşliğinde sohbet ettikten sonra yolu öğrenip yeniden düştük yola. amacımız yarımadanın kuzeydoğusundaki karşıyaka'ya kadar sahilden yol almaktı. ancak orada kalacak yer bulunmadığı söylendi bize. buna karşın ilk geldiğimiz gün gördüğümüz otel tabelalarına güvenerek karşıyaka'nın biraz daha güneyine, tatlısu tarafına doğru ilerlememiz durumunda, açık otel bulabileceğimizi düşündük. yolun çevresi ve yolun kalitesinde bir süre sonra çok belirgin bir değişim oldu. önce yol asfalta döndü. sonra çevrede tavuk çiftlikleri ve yazlık evler artmaya başladı. kuzey tarafının el değmemiş bölgelerinden oldukça farklıydı buralar. yeşillikler azaldı, binalar ve arabalar arttı.

öğlen saatlerinde çayağzı'na geldik. limandaki "alamet balık restoranı"nın ününü bandırma vapurunda duymuştuk. kapıdağ yarımadasının belki de en ünlü yerinde balık yedik, işletmenin sahibiyle sohbet ettik. neredeyse bomboştu. ama balıklar taze, köfteler lezzetliydi. ününü kesinlikle hak ediyordu.

artan trafiğe karşın, dikkatli ve hızlı bir biçimde hava kararmadan tatlısu'ya vardık. yol üzerinde gördüğümüz oteller hep kapalıydı. en son burada bir otele bakacak, o da olmazsa bandırma'ya yönelecektik. neyse ki hava kararmadan hemen önce ulaştığımız tatlısu'daki "mete otel" açıktı ve bize verebilecek odası vardı. yola çıktığımızdan beri ilk defa yıkanacak bir yer bulabilmiştim. ılık suyla kısa bir duş aldım. akşamın kalan bölümünü şömine başında çay içerek ve otelin diğer birkaç ziyaretçisi ile sohbet ederek geçirdik.

son gün gidilecek yol oldukça kısaydı. bu yüzden rahat bir kahvaltı yaptık, otelin sahibiyle vedalaşıp yola çıktık. yoğun trafikte iki saat kadar pedal çevirdikten sonra bandırma'ya ulaştık. benim isteğim bandırma etnoğrafya müzesini gezmekti. ancak buradan istanbul'a gitmek düşündüğümüz kadar kolay olmadı. yaklaşık üç saat kadar bandırma limanında istanbul'a iade bilet gelmesini bekledik. herkese bilet bulduktan sonra geriye ancak yemek yiyebilecek kadar bir zaman kalmıştı. limanın yakınındaki meydanda öğlen yemeklerini yedikten sonra feribotla istanbul'a geri döndük.

dönüş yolunda 2009 mayıs'ında yarımadanın kuzeyindeki ormanları yeniden bisikletle gezme planlarını hazırlamıştık bile. ama dönüş yolunda en çok konuştuğumuz konu şehitler, şehitleri göre göre neşe içinde askere giden gençler, kendilerine oy veren köyleri kalkındırırken oy vermeyen köyler sanki bu vatanın çocuğu değilmişçesine davranan politikacılar idi...