26 Haziran 2012 Salı

bahtsız bedevi...

bu yıl tırmanıştan yana şanssız başlamıştım, şanssız bir biçimde devam ediyorum. her fırsatta dağa gidiyorum, ama hep bir aksilik oluyor.

zirve dağcılık'ın haziran ayı dağ otobüsü ile aladağlar'a gitmeye karar vermiştim. zirve dağcılık, alaca'yı deneyecekti. daha önceden bir kez yine zirve'den arkadaşlarımla denediğimiz ama zirveye yaklaşık bir saatlik mesafede, meltem ile birlikte dönüş kararı aldığımız alaca'yı bir kez daha denemek istiyordum.

15 haziran cuma akşamı, kadıköy'de kendimizi uzun bir bekleyişe hazırlamış künefe yiyorduk. bu sefer araç (ilk defa) tam saatinde geldi. bu iyi bir başlangıç diye umutlanmıştım.

sevincim kısa sürdü. daha yeni yeni uyuklamaya başlamıştım ki gebze çıkışında aracımız durdu, sonra uyumuşum. bir ara uyandım, baktım araç duruyor. yine uyudum, uyandım yine aynı yerde duruyoruz. ne olduğunu anlamaya çalışırken beş aracın birbirine girdiği büyük bir kaza yüzünden yolun tamamen tıkandığını öğrendim. araçlardan ikisi yanmıştı ve tümü büyük araçlardı. tek bir şerit dahi ilerlemiyordu, insanlar araçlarından inmiş yol kenarında yürüyor, sigara içiyordu. uyumaktan başka yapacak birşey yoktu. aracımız tam dört buçuk saat aynı noktada bekledi. sabaha karşı yeniden uyandığımda neyse ki hareket etmiştik.

planlarımın böyle aksaması beni huzursuz eder. kendi kendime, 'öğlen güneşi altında yürümek zorunda kalmayacağımı' hatırlatarak sakinleşmeye çalıştım.

bu sefer araç ankara çevre yolunda ani bir dönüş yapıp şehir merkezine giren bir girişe yöneldi. daha ne olduğunu anlamadan cumartesi sabahının işe gidiş trafiği içinde kilitlenip kaldık. ankara'yı çok iyi bilen bir arkadaşın yardımı ile yolu yeniden doğrulttuk ama bu haliyle bile bir saatimiz heba oldu. sonradan öğrendik ki arkadaşlar aracın sürücüsünün yanlış yola saptığını düşünmüş ve buradan girip yolu kısaltmak istemişler. ama trafiği hesaba katmamışlar.

bu badireyi de atlatıp konya - adana yoluna çıktığımızda artık sorun olmaz diye düşünüyordum ama iki sefer mola vermemiz gerekti, biri yemek, diğeri alışveriş molasıydı. yaklaşık 40 dakika da böyle gitti.

sonra zirve dağcılık'ın niğde'ye giderken kestirme olması için kullandığı bor yolunun girişini sürücüye yanlış göstermiş olmaları nedeniyle yaklaşık 15 dakika kaybettik.

bütün bunlar olurken ben de sakin kalmaya çalışıyordum. sonuçta bu benim için bir antrenman tırmanışıydı. ağaçlı tesislerinde yediğim pek de kayda değer olmayan köfte yemeğine, bağdat caddesi'nde lüks bir restorantta ödeyeceğim bir fiyatı vermiş olmayı dahi içime sindirmeye çalıştım (ama pek sindiremedim, bir daha ağaçlı'da birşey yemem). önemli olan tek şeyin dağda olmak, verimli bir antrenman yapmak ve şanslıysam zirveye ulaşmak olduğunu kendime hatırlatıp durdum.

en sonunda öğlenden sonra 14.30 sularında (sevgili dostum uğur'un deyişiyle "türkiye'nin chamonix'si") çukurbağ'a vardık. son hazırlıkları yaptığımız sırada dağın üzerinde hava kapalıydı, yağmur bulutları vardı. hava raporları yağmur vermediği için çok önemsememeye çalıştım ancak bizim traktörlere bindiğimiz saatlerde çukurbağ'a da ilk damlalar düşmeye başlamıştı. traktörde ıslanmayalım diye bize kalın bir naylon verdiler, yağış biraz hızlanınca bu toz toprak içindeki torbanın altına saklandık. (acaba bu torbayı diğer zamanlarda hangi iş için kullanıyorlardı???) içinde bulunduğumuz durumu mutlu bir tek espri ile özetledi: "bir de ormanın sonunda bizi bir kutup ayısı bekliyorsa tamam olacak. çünkü bir tek o eksik kaldı."

istanbul'dan yola çıktığımızdan beri 19 saat geçmişti ve biz çantaları sırtlayıp yürüyecek duruma ancak gelebilmiştik. yorgunluktan ve oturmaktan mahvolmuş bir halde yürüyüşe başladık. neyse ki yağmur yağışı sürmedi ve yürümeye başlamış olmak da epey iyi geldi.

saat 18.30'da kocadölek kamp yerine ulaşmış ve çadırlarımızı kurmuştuk. kocadölek'te su yoktu. su için akşampınarı'na çıkmak gerekiyordu. ama yorgunluk nedeniyle hale'yle bir durum değerlendirmesi yapıp elde olan suyla yemek yapmaya karar verdik. geriye de birer litre kadar suyumuz kalıyordu. "tırmanış sırasında yanından geçeceğimiz akşampınarı'ndan suyumuzu alırız" diye düşündük.

yemeğimizi yediğimiz sırada günün son ışıkları ufukta yitiyordu, saat 20.00 olmuştu. ömer tırmanışın 00.30'da başlayacağını duyurdu. bir saat de hazırlıklar için erken kalksak geriye uyuyup dinlenmek için yaklaşık üç saatimiz kalıyordu. bu sürenin bu kadar uzun bir otobüs yolculuğunun ardından dinlenmek için yetersiz olduğunu bile bile uykuya daldım.

gece 23.30'da saatim çaldığında tam üç saat deliksiz uyumuştum. hale'yle hazırlandık. kendimi iyi hissediyordum. yatarak uyumak iyi gelmişti, görece dinlenmiştim. ancak gökte ay yoktu ve etraf çok karanlıktı. o karanlıkta akşampınarı'nı ve su kaynağını bulamadım. çok az suyumuz vardı ve hale dönmeye karar verdi. büyük ihtimalle pek dinlenemediği için devam etmek istemedi. bense şansımı avcıbeli geçidine kadar zorlamak istiyordum ve devam ettim. gerçekten de şansım bu konuda yaver gitti. bir saat sonra bir su kaynağına denk geldik ve çantamdaki suyun tamamını içip yeniden bir buçuk litre kadar su doldurdum.

su stresini aşmış olmanın sevinci ile saat 04.00'e kadar tempolu yürüdüm. ancak ekip oldukça uyumsuzdu. önde beş kişilik bir grup görece hızlı tırmanıyor, artçı ve onun önündeki 3 kişi ise epey geriden geliyordu. ekibi ikiye bölmek gerekiyordu. ama ömer bunu tercih etmedi, arkadan gelenleri bekleye bekleye avcıbeli geçidine doğru yükselmeyi sürdürdü.

bir noktada ömer patikayı kaçırdı. yaklaşık 50 metre aşağı inip oradan tekrar yükselinmesi gerektiğini düşünüyordu. çünkü yürüdüğü yönde etap dikleşmişti. yukarıdan geçebilir miyiz diye benim bakmamı rica etti, ben de yaklaşık bir 100 metre kadar yükselip yola baktım. her ne kadar taş babalar ve krampon izleri görüyorduysam da burası ekip için uygun bir geçiş yeri değildi ve onlara aşağıdan geçmelerini söyleyip kendim uzun bir yan geçişle avcıbeli geçidine bağlanmaya karar verdim.

bu kararla devam edince kara girmekten başka çarem kalmamıştı. böylece kazmamı çıkarıp batonlarımı çantama taktım. kramponları da taksam mı diye düşündüm ama kar çok sert olmadığı için kramponsuz geçmeye karar verdim. böylece yaklaşık 350 metre kadar iz aça aça yan geçiş yaptım. erciyes'te karda yaşadığım düşüş nedeniyle son derece dikkatli bir biçimde ve elde kazma ile, bildiğim bütün yürüyüş tekniklerini teker teker kullana kullana yan geçip yaklaşık bir saatlik bir ayrılıktan sonra yeniden ekip ile birleştim. ama irtifa kaybetmemek uğruna yaptığım bu yan geçiş, hem mental anlamda, hem de fiziken beni çok yordu. kimi yerlerde rastladığım bir iki adımlık buzlu bölümler kramponsuz geçme kararım nedeniyle kendime epey bir saydırmama neden oldu. bu yan geçişi çok daha az bir enerji harcayarak ve çok daha güvenli bir biçimde ayağımda kramponlarla geçebilirdim...

ekip ile buluştuğumda saat 05.40 olmuştu, tan yeri ağarmaya başlamıştı. daha avcıbeli geçidine bile varamamıştık. gerçi 15 dakikalık bir çaba ile kapıya çıkmış olacaktık ama ben artık yorulmuştum. daha da en az 3 saatlik yolumuz vardı. yorgunluğun ve ekibin uyumsuzluğunun benim tırmanışımı riskli hale getirdiğini düşünmeye başlamıştım. dönme kararı aldım. zaten azalmış olan suyum da güneşin yakıcı etkisi altında dönüşü çıkarmaya yetmeyecekti. en iyisi hala kendimi tüketmemişken dönmekti, son erciyes tırmanışındaki gibi olmak istemiyordum.

kramponları ayakkabısına uygun olmayan ve bu nedenle devam etmesine ömer'in izin vermediği alev ile birlikte hızla aşağı yöneldik. alev'in "daha çok var mı?" "ayaklarım çok acıyor" "kayıp mı olduk?" sızlanmaları arasında iki buçuk saatlik inişimizi tamamlayıp kampa salimen vardık. hava çok sıcaktı, çadırların içi kavruluyordu ve kampta kimse yoktu. ama yorgunluğum çok ağır bastığından çadırın her iki kapısını da sonuna kadar açıp biraz uyumaya çalıştım. ama okşar tırmanışından erkenden dönmüş, çevre gezileri yapmaktan sıkılmış sevgili dostum mutlu tam muhabbet havasındaydı. bir kayanın gölgesinde dedikodu, geyik ve muhabbetle zirveye giden ekibin dönüşünü bekledik.

saat 14.00 sularında zirve ekibinin ilk pes edenleri gelmeye başladı. yalnızca iki kişi zirve yapmış, diğerleri sırt hattına çıkmadan hemen önce tırmanışı bırakmışlardı. saat 14.30'a kadar aralıklarla tüm ekip kampa ulaştı. ancak inişe ilk geçmiş olan ve herkesten daha hızlı iniş yapmakta olan emir ortalarda yoktu. ilk gelenler emir'in en önde olduğunu söylüyorlardı ama onu en son avcıbeli geçidinden aşağı indikten sonra görmüşlerdi. herkes kampa ulaşmış ama hiç kimse emir'i görmemişti.

mutlu ve hüseyin hızla hazırlanıp yukarı hareket ettiler ama bir süre sonra eli boş döndüler. yukarıda gördükleri UDK ekibinin sağladığı iletişim desteği ile durumdan jandarmaya haber verildi. bu arada telefonun çektiği vali konağı'nda kamp atmış olan UDK ekibi telefon ile emir'i aradı ve emir'in kampı görmeden emli ormanından aşağı gittiğini öğrendik. hepimiz çok rahatlamıştık, ama bu olay da bize fazladan iki saat kaybettirmişti. saat 18.00'de önce traktör ile sonra da emir ile buluşup çukurbağ'a geri döndük.

neyse ki dönüş yolculuğunda başkaca bahtsız bir olay olmadı... sanıyorum katılan herkes için unutulmaz bir etkinlik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır... tam bir bahtsız bedevi etkinliği...

13 Haziran 2012 Çarşamba

10.06.2012 dünya çevre günü...

sevgili dostum balaban bir tarihlerde "bir süre motora bindikten sonra bisiklete binince rampalarda gaz veresim geliyor" demişti. bendeyse tam tersi oluyor, bisiklete binip motora binince aynı kıvraklıkla kullanabileceğimi sanıyorum.

pazar günü "dünya çevre günü kıtalararası bisiklet gezisi" vardı. ılgaz iptal olunca cumartesi yürüdük, pazar da yine bisikletle köprüden geçelim dedik. köprüden geçmek her zaman olduğu gibi çok eğlenceliydi ama öncekinden çok farklı bir organizasyon vardı.

öncelikle buluşma yeri taksim meydanıydı ve müthiş bir trafik vardı. gerçi bizim için iyi oldu, cumartesi gününün yorgunluğuyla biraz geç uyandık ve taksim'e kadar arabayla geldik ama bir hayli gürültülü ve kalabalıktı. avrasya boğaz geçişimizden çok daha kalabalık bir etkinlikti. avrasya'da yıldız parkında çimenlere yayılmış keyifli keyifli organizasyon saatini beklemiştik. burada elif'i oyalamak epey zor oldu.

katılımcı profili de çok farklıydı. avrasya'ya katılanlar biraz daha yarışçı havasında, biraz daha iddialıydı. burada ise daha bir halk organizasyonu havası vardı, daha bir geziye benzer bir ortam vardı... avrasya'da bizim gibi çocuğuyla gelmiş bir-iki kişi vardı. buradaysa sarıhan ailesi dahil birçok aile bizim gibi çocuklarıyla gelmişti. etkinliğe başlamadan elif'le birçoğuna gidip 'merhaba' deme şansımız oldu...

taksim meydanı
ancak en büyük sıkıntıyı sanıyorum bitiş yeri olan harem'de çektik. yüzlerce bisikletli sıcağın altında, bir otoparka sıkışmış halde, pek de anlaşılmayan konuşmalar dinledi ve çekiliş bekledi. oysa avrasya'da caddebostan sahilinde bitmişti etkinlik ve yine çimenlerin üzerine yayılmış, organizasyon komitesinin verdiği su ve sandviç eşliğinde dinlenmiştik.

parkur bisikletçilerin yıldız yokuşunu çıkmaması için mecidiyeköy'den geçirilmişti. yolu uzatan bu farklılık beni çok rahatsız etmedi ama yıldız yokuşunu da rahatlıkla çıkardım, sorun etmezdim.

özetle bence avrasya'nın organizasyonu daha iyiydi.

bisikletçiler ise muhteşemdi, ikinci defadır tüm istanbul'a bisikletlere yer açılmasını istediklerini haykırdılar her fırsatta. bu sırada trafiğe kapatılmış yollarda geçmemizi bekleyen istanbullular bize ne kadar hak verdiler bilemiyoruz ama biz talebimizi ortaya koyduk...

bu sefer elif'in uyumasına izin vermedik ve bu sefer köprüde bol bol fotoğraf da çektirdik. gerçi elif sürekli boğazı seyrettiği için köprüdeyken yüzünü çekmek çok zor oldu ama birkaç fotoda zoru başardık...

her ne kadar ben bisikletlere trafikte yer açılmasını ve tüm modern şehirlerde olduğu gibi şehir içinde bisiklete binmeyi çok istiyorsam da istanbul'un pis havasında ve saygısız sürücülerinin arasında bisiklete binmek uzun süre bir hayal diye düşünmeden edemiyorum....

boğaz köprüsü hatırası...


11 Haziran 2012 Pazartesi

ılgaz iptal...

383 rakımlı tepe (arabanın yanından)
daha erciyes'e bile gitmeden önce bu hafta sonu aladağlar'a gitmeyi planlamıştım. erciyes dönüşü meltem, mimar sinan'dan arkadaşlarının ılgaz'a gidiyor olduğunu, kendisinin de gitmek istediğini söyledi. çok hasta olduğum için fazla zorlanmayacağım bir yere gitmek bana da iyi gelecekti, kabul ettim. cuma öğlen etkinlik iptal oldu...

kaldım mı öyle ortada!? yola çıkmaya birkaç saat kala iptal geldiğinde insan neye uğradığını şaşırıyor, ne yapacağını bilemiyor. hastalığın halsizliğini tam atamamış, öksürmem tam olarak geçmemiş olmasına karşın ne çok istiyordum ılgaz'a gitmeyi... ne güzeldir ılgaz dağları'nın baharı, yazı... kısmet değilmiş. ama kendimi de öyle bir hazırlamışım ki bu enerjiyi harcamam lazım... hemen alternatif iki günlük planlar üretmeye başladım kafamda: ağva'da kamp ve yürüyüş; geyve'de kamp ve tırmanış; uludağ zirve tırmanışı ve zirve kampı... hiçbirisine meltem'i ikna edemeyince cumartesi yürüyüp pazar da bisiklete bindik.

383 rakımlı tepenin üzerinden gideceğimiz göl (elif uyuyor)
bizim eve arabayla 10 dakikalık mesafede paşaköy'de yürüyoruz bir süredir. başlangıçta zirvesi 383 metre olan bir tepeyi tırmanmak gerekiyor, sonrasında da iki saatlik bir iniş ile 55 metre yükseklikteki ömerli baraj gölünün bir koluna ulaşıyoruz. burayı meltem'le bir kez denemiş ancak yolu bulamamıştık. üstüne üstlük o etkinlikte yağmur bizi epey hırpalamıştı... neyse ki aradan geçen zamanda meltem yolu öğrenmişti.

sabah uzun bir kahvaltıdan sonra yola düştük. 11.30'da yürüyüşe başlamıştık. sıcakta ilk tepeyi tırmanmak benim hastalıktan yeni kalkmış ve 3 haftadır antrenmansız kalmış bedenim için çok zor oldu. sonlara doğru bir yerde neredeyse bırakıp geri dönüyordum ama pes etmedim. sonrasında sürekli iniş olduğunu biliyordum ama bu işin bir de geri dönüşü vardı ve geri dönüş için tek yol yine aynı tepeyi aşmaktı. arabadan indikten sonraki 10 dakika içinde elif uyudu ve bir daha uyandığında neredeyse göle varmıştık. elif sırtımda uyurken biz de meltem ile kazbek planlarımızdan konuştuk...

piknik
ömerli baraj gölünün kenarına ulaştığımızda saat 13.45 gibiydi ve suyumuzun hemen tümünü tüketmiştik. etrafta içilebilir su kaynağı da ne yazık ki yokmuş... güneşin feri kırılıncaya ve elif yeterince eğleninceye kadar göl kenarında bir ağaç gölgesinde oturduk. 15.00'te uzun molamızı bitirip geri dönüş yolunu tuttuk.

dönüşte dik çıkışlar gelişe göre daha kısa ve daha azdı. eğimler biraz daha kaldırılabilirdi. bu arada benim nefesim de biraz olsun açılmıştı. dönüşte (gelişte olduğu gibi ruhumu teslim edeyazmadan) 383 metrelik zirveyi, elif'le birlikte aşıp arabaya ulaştığımızda saat 17.30'du ama hava hala çok sıcaktı ve biz çok yanmıştık... eve geldiğimizde elif yakalamaca oynamak istiyordu, bense yatmaktan başka birşey düşünmüyordum.



5 Haziran 2012 Salı

x-max 250'yi neden sattım...

başlığı yazarken kararsız kaldım. başlık olarak "neden bir daha yamaha almayacağım" da yazabilirdim zira. her ne kadar yamaha motosikletlerin tasarımlarını ve tarzını çok beğeniyorsam da tövbe ettim, bir daha yamaha motosiklet kullanmayacağım. nedenini size anlatayım:

blogumun takipçileri bilir, iki sene boyunca yaz-kış her gün yamaha x-max 250 kullandım, çok da memnundum motorumdan. benim ihtiyacıma ve özel koşullarıma çok uygundu.

gelin görün ki yamaha türkiye'nin satış sonrası hizmetlerinden çok muzdarip oldum. benim yamaha kullanıcısı olduğum dönemde yamaha türkiye "beldeyama" olarak geçiyordu ve koç grubunun şirketlerinden beldesan ile yamaha ortaklığı ile satış sonrası hizmetler yürütülüyordu. x-max'i sattığım mart 2011 civarlarında bu ortaklık bozuldu ve yamaha, türkiye operasyonunu kendisi yapmaya karar verdi. beldeyama döneminde çok kötü olan satış sonrası hizmetler bu geçiş döneminde hepten berbat bir hal aldı.

birincisi yamaha'nın genel olarak türkiye'de, özelde de istanbul'da servis sayısı yetersiz, ben motosikletlerimi yetkili servis harici kimseye elletmediğim için iyi bir servis bulmak benim açımdan çok kritik. bu amaçla önce evime en yakın yetkili servisi kullanmaya başladım: yıldız ticaret - ümraniye serviste bir usta ve bir kalfa çalışıyor.  motoru alırken muayene için de buraya götürmüştüm ve motorumun benden önceki sahibi bu servisi rahatlıkla önerebileceğini söylemişti. bir süre sonra herhangi bir sorun yokken bakım için servise gittim. bütün bakımları yapıldı, tertemiz teslim aldım. servis hizmeti sırasında motorumun başındaydım. her zaman olduğu gibi neler yaptıklarını ve neden yaptıklarını dikkatle sormuş ve takip etmiştim. ilk seferde servisten memnun kalmıştım.

ikinci sefer gittiğimde servisin yeri değişmişti ve artık motorun sahibinin servise girmesine izin vermiyorlardı. zaten de atölyeye girmek ancak bir asansör ile mümkündü ve içeride pek yer de yoktu. bu yüzden ben de girmeyi pek istememiş, servis sırasında motorumun başında durma kuralımı ihlal etmiştim. ama ilk seferden bir miktar güven oluşmuştu. servis hizmetini aldım, parasını ödedim. motoruma atladım, daha 5 km gitmemiştim ki motorumun ön tarafında bulunan üçgen şekilli grenaj parçası düştü. tam önde duran bu parça düşünce motorla üzerinden geçtim ve plastik parça kırıldı (neyse ki daha büyük bir kaza olmadı). normal koşullarda düşmesi olanaksız bu parça, büyük olasılıkla far kontrolü için açıldı ve sonra yerine takıldı ama vidalarının takılması unutuldu. başka türlü beş yerden vidalı bu parçanın düşmesi mümkün değil.

şirkete varınca arayıp durumu aktardım. akşam iş çıkışı geleceğimi ve onların da bakmasını istediğimi söyledim. amacım hasarımı tazmin etmeleriydi elbette. ancak akşam iş çıkışı gittiğimde (ramazan ayı olması nedeniyle) usta gitmişti. orada bulunan kalfaya ve satışta duran kişiye durumu anlattım. orucun verdiği gerginlik ile olayı büyüttüler. satışta duran adam motoruma tekme attı, bağırıp çağırıp küfürler etmeye, tehdit ve hakaretlere başladı. ben de onlara polis çağıracağımı söyledim. olaylar iyice kötüleştiği bir sırada usta geldi ve 'benim servisten çıktıktan sonra başka bir servise gidip diğer serviste oluşan hasarı da onlara mal etmeye çalıştığımı' ya da 'vidaları çalıp suçu onlara atmaya çalışıyor olabileceğimi' savundu, açıkça zararımı karşılamayacaklarını söyledi. artık söyleyecek birşey kalmamıştı, oradan ayrıldım.

oradan ayrılırken çok sinirliydim, savcılığa başvurmayı düşünüyordum. ama sonra araya başka işler girdi, zaman olmadı. en azından yamaha'ya bildireyim dedim ve tüm koç, beldeyama ve yamaha yetkili adreslerine e-postalar gönderdim. olayı, yaşadığım mağduriyeti ve bana reva görülen muameleyi anlattım. hiçbir e-postama yanıt dahi gelmedi.

geriye yapacak birşey kalmayınca eli mahkum yeni bir servis arayışına girdim. bu sefer bakım için iş yerime yakın olan kızıltoprak'a gitmeye karar verdim. beldeyama'nın sayfasında kızıltoprak'ta da yetkili satıcı ve servis görünüyordu.

adrese gittim. servisten sorumlu bayan ustalarının bir süre önce işten ayrıldığını ama motorumda herhangi bir arıza yoksa kalfanın bakabileceğini söyledi. ben de rutin bakım olduğu için kabul ettim (yine benim hatam işte). motorun tüm bakımları yapıldı, herşey yerli yerine takıldı, kalfa sürüş öncesi son testleri yapıyordu. bu arada motorun hararetini kontrol etmek istedi, ben fanda sorun olabileceği konusunda uyarmış olmama karşın "fan şimdi devreye girer, şimdi devreye girer" diyerek sürekli harareti yükseltti ve sonunda motorun contaları fan devreye girmediği için yandı. meğersem fanın motoru yanmışmış ve fan uzun zamandır çalışmıyormuş. oldu mu sana hasar birken iki.

aslında bu da servisin hatası olmasına karşın sorun etmedim ve hemen yapılmasını istedim. parayı da peşin ödedim. ancak işler öyle kolay değil. yanan contanın yerine yenilerinin gelmesi tam 2 ay ve 10 gün sürdü. lojistiğin bu kadar ilerlediği, bir kargonun en çok iki günde amerika'ya bile ulaştırılabildiği bir ortamda hollanda'dan istediğim parçalar iki ay ve on günde geldi. bu arada motorum serviste yattı. bu kadar uzun bir sürede servis bir usta ile anlaşıp düzenli çalışma ilişkisi kuramadığı için benim motorumu yapması için eski ustasıyla geçici bir anlaşma yaptı, usta benim motoru söküp yeniden topladı.

iki ay on gün motorumun serviste yatmış olması yetmiyormuş gibi bu işlem bana 700 TL'ye mal oldu. kanımca sorun tamamen yamaha'nın ve yetkili servisinin hatasıydı ama cezayı ben çekiyor, kendi param ile yamaha'nın satış sonrası hizmetlerinde rezil oluyordum.

yine de bunca zaman sonra motoruma kavuşmuş olduğum için sevinçliydim. bir yıl kadar motorumu yine sorunsuz kullandım. sonunda motorumun muayene günü yaklaşınca mecbur yine bakımın yolunu tuttum. bu arada contalarımın yanmasına neden olan servis yamaha ile anlaşmasını bitirmiş ve servisi çoktan kapatmıştı. zaten açık olsa da oraya gitmeyecektim ama elimdeki seçenekler de birer birer azalıyordu. neyse ki delta bisiklet kızıltoprak'taki mağazasının arkasında bir yamaha yetkili servisi açmıştı. bu yeni yerde başıma gelecek yeni şeylerin korkusu ile bu servisin yolunu tuttum.

önceden telefonla aramış ve randevu istemiş olmama karşın yerim başkasına verilmişti. sorun etmedim, bekledim. tek usta çalışıyordu, saygı gösterdim. neyse ki epey bir bekledikten sonra sıra bana geldi. motorumu rampaya çıkartıp yükseltmeye başladı, yeni aldığım yükseltilmiş ön camım neredeyse tavana çarpıyordu, yüreğim ağzıma geldi, milimetreler kala durdu. her an birşeylerin ters gideceğini ve motoruma bir hasar geleceğini düşünüyordum.

sonra ustanın yaptıklarını izlemeye ve sorular sormaya başladım. sorular sordukça ustanın güvenilirliği ve iş bilirliği konusunda ikna oldum. yamahaları yeni öğreniyordu ama motosikletlerden çok iyi anlıyordu. motorumun her yerini kontrol etti. bazılarını unuttu, onları da ben hatırlattım. servislerde yaşadığım sorunlardan, bir türlü gelmeyen yedek parçalardan konuştuk. bana söylediği en önemli söz "yamaha'nın muhteşem motorlar üretiyor olduğu ama satış sonrası hizmetleri tüm türkiye'de honda'nın daha iyi çözmüş olduğu" oldu. burada da arka freni değiştirtemedim mesela parça yokluğundan...

önceki serviste motorumun açıldığını şıp diye anladı. önceki bakımda yalnız contalar yanmamıştı, artık motorum yağ yakmaya da başlamış ve yataklar da hasar görmüştü. yağ filtresini değiştirirken içinde bir sürü minik metal parçaları buldu.

o haliyle ertesi gün motorum muayeneden geçti. ama aynı gün motoru yok pahasına sattım. artık yamaha bana fazlasıyla yetmişti... sanıyorum bir daha neden yamaha almayacağımı şimdi anlamışsınızdır... şimdi artık bir tek esengül kardeşler honda ile çalışıyorum ve çok mutluyum...

erciyes'in güneyi

temmuz sonunda kazbek'e gitme planı yaptık. bu yüzden düzenli dağa gitmeye çalışıyorum. zirve'nin erciyes'e gideceğini duyunca antrenman için çok uygun olduğuna karar verip niyetine girdim.

gitmeden iki gün önce yani perşembe sabah gideceğim kesinleşti. perşembe öğlen burnum akmaya ve boğazım ağrımaya başladı. akşamında ise öksürük ve ateş başladı. gidip gitmeme konusuna cuma karar vereyim dedim, cuma uyandığımda durumum aynı idi. güçten düşmemiştim ama hastalıkta da bir gelişme yoktu. cuma akşamında hala kararsızdım ama partnerim hale'yi yalnız bırakmak istemediğimden ve plan bozmaktan nefret ettiğimden gitmeye karar verdim.

cumartesi öğlene doğru tekir yaylası'na varmıştık. erciyes'i güneyinden en son 2000 senesinde çıkmıştım. yeni yapılan birkaç çirkin yapı, yeni eklenen bir iki teleferik hattı ve 3 katlı, iki minareli dev bir cami dışında hiç değişmemişti. zirve dağcılık ekibi, teleferik ile yukarı çıkıp şeytan kulvarını kullanarak zirveye gitme planı yapıyordu. biz ise antrenman için geldiğimizden teleferik ile çıkmadık, tıpkı 2000 senesinde yapmış olduğum gibi teleferik hattını yürüyüp sırt hattının başına kamp atacak oradan da sırt hattını takip ederek zirveye ulaşacaktık. oldukça uzun ama son derece güvenli ve rahat bir tırmanış normalde ama aradan geçen 12 senede bende değişen çok şey var...

çantalarımızı sırtlandığımızda saat 12.00 idi. teleferik hattının birinci etabını (öksürerek de olsa) kolay yürüdüm. ne gecenin yorgunluğu, ne de hastalık çok etkilememişti, yalnızca hızım biraz kesilmişti. burada biraz mola verip ikinci etabı da yürüdük. 2740 metre olarak gösterilen yere ulaştığımızda hala durumum iyiydi. buradaki kamp yerinden asıl kamp atmayı düşündüğüm yer görünüyordu, en çok bir saatte oraya varacaktık. aldığımız alacağımız irtifa da 100 metre kadardı ama hayatımın en zor yürüyüşlerinden birisi oldu.

son bölümde o kadar zorlandım ki kamp yerine neredeyse sürünerek vardım. sürekli olarak 2700 metreye bu kadar kolay gelmişken 2800 metreye neden bu kadar zor ulaştığımı kendime sorup duruyordum (hala da anlayamıyorum).

kamp yeri olarak hazırlanmış yerler eriyen kar sularının altında kalmış, göle dönmüştü. ya kar üzerinde kamp atacak, ya da kendimize bir kamp yeri hazırlayacaktık. bu bir antrenman tırmanışı olduğundan kamp yeri hazırlamayı tercih ettik, sonraki 1,5 saat boyunca taş temizledik, taş taşıdık ve küçücük bir çadır yeri açabildik sonunda. bu kadar nefes nefese kalmış olmamıza ikimiz de çok hayret ediyorduk.


çadırı kurup girdiğimizde ikimiz de tükenmiştik. saat 18.00'di. yemek yiyecek mecalimiz kalmamıştı. hemen yarım saat uyuduk. sonra biraz atıştırdık, sıcak su yaptık ve yine uyuduk. gece kimi zaman konuşarak, kimi zaman uyuyarak, kimi zaman uykusuz geçti. 12 saat kadar yatar pozisyonda kaldık, sabah olduğunda anca dinlenmiştik ama kendimizi daha tam toparlayamamıştık. bu halde devam etmek, zirve yapmak ve araca yetişmek hayaldi. ama hava güzeldi, çadırın önünde nerede hata yaptığımızı konuşarak kahvaltı ettik. hala epey iştahsızdık ama zorla birşeyler atıştırdık.

ikimiz de teleferik hattının sonunda kamp atmış olsaydık, en azından zirveyi deneyecek gücümüzün kalmış olacağında hemfikirdik. oysa 2000 senesinde (yani 23 yaşındayken) bu planı ne kolay uyguladımdı...

kahvaltıdan sonra inişe geçtik. şeytan'dan giden zirve ekibini görebiliyorduk. zirve hırsım yoktur gerçi ve zirve yapmayı da hedeflememiştim ama zirveyi yapabileceğimden de çok emindim...

pazartesi günü doktora gittim. bana hemen iki gün rapor ve bir yığın ilaç yazdı. kendimi tamamen tüketmişim... iki gün neredeyse hiç yerimden kalkamadım, sonrasında bile işe sürünerek gittim. hafta sonu da dinlenmiş olmama karşın hala tam olarak gücümü toplayabilmiş değilim. oysa eskiden böyle miydi? dağa gittiğimde iyileşir dönerdim...