25 Ekim 2011 Salı

'tekaüt'* dağcılar yine bir arada...

kaldı zirvesi doğu yüzü
bundan bir ay kadar önce istanbul zirve dağcılığın genel kurulu yapıldı. genel kurula hala zirve üyesi olan, olmayan birçok eskiden birlikte tırmandığımız arkadaş geldi. birbirimizi çok özlemiş olduğumuzdan yeniden birlikte dağa gitme önerisi ortaya atıldı. internetten koordine olduk ve geçen hafta sonu bu etkinliği yaptık.
gidilecek dağ, etkinliğin zamanı ve katılımcılar borsa endeksi gibi kararsız bir seyir gösterdiyse de geçen hafta sonu bir bölümümüz aladağlara doğru yola çıktık. biz meltem'le iki yıldan biraz daha uzun bir süredir aladağları görmemiştik (en son meltem iki aylık hamileyken emler'e tırmanmıştık. şimdi elif 20 aylık). bu mevsimdeki bir etkinliğe elif'in götürülmesi tartışma konusu bile olamayacağı için elif anneannesine yollandı. biz de cumartesi sabahında sabiha gökçen'e yollandık...
daha önce aladağlar'a hiç uçakla gitmemiştim. bu ilk oldu. kayseri'ye uçtuk, "ananın yeri"nde kahvaltı keyfinin ardından, mercedes marka bir minibüsle aladağlara geçtik. martı mahallesi'nde traktöre binene kadar herşey süper lükstü. ama dağa geldiğimi de ancak o traktörde anladım. eski dostlarla, eski traktörde yine emli vadisi'ne...
traktörün bizi bıraktığı ormandan 45 dakikalık kısa bir yürüyüşle akşam pınarı'na geldik ve tüm öğleden sonrayı eski dostlarla sohbet ederek geçirdik. kimi yeni evlendiğinden, kimi yeni bebeği olduğunda, kimi yeni ev aldığından dağlardan uzak düşmüştü. arayı kapatmak için bol bol muhabbet ettik. otobüsle gelenlerle birlikte yaklaşık 45 kişilik bir kamp köyümüz vardı. elbette bunların hepsi 'tekaüt' değildi. yeni başlayan ve eğitim için burada olanlar da vardı köyümüzde. hava resmen yazdan kalmaydı, dağda doğru düzgün kar bile yoktu. hava raporlarında 'pastırma yazı' olacağı duyurulmuştu ama bir hafta önce istanbul'da kar soğuğu olduğundan dağda havanın bu kadar güzel olacağına pek de inanasım gelmemişti. hava tahmincilerinin tutturduğunu görmek sevindirici oldu.
cumartesi gününün en önemli konuşma konusu nereye tırmanacağımızdı. ekiplerin nereye gidecekleri üç aşağı, beş yukarı biçimlenmeye başlamıştı ama biz meltem'le kararsızdık. yeni başlayanlar okşar'a çıkacaktı. tekaüt grubunun çoğunluğu alaca'ya gitmeyi düşünüyordu, azınlık ise (daha önce alaca'yı çıkmış olduklarından) lahitkaya'ya gitmekten dem vuruyordu.
yat saatine yakın saatlere kadar (ki bu dağda akşam 18.00 civarı oluyor) bizim nereye gideceğimiz belirsizdi. ama ben bir tatlı su dağcısı olduğum için "lahitkaya bir trekking rotası. oraya gitmeye gerek yok. çok keyifsiz." diyerek beni alaca'ya gelmeye ikna edebileceğini düşünen arkadaşlarımı yüz üstü bırakıp lahitkaya'ya yöneldim. zira aylardır yoğun çalışmanın verdiği yorgunluk ve antrenmansızlık yüzünden bir trekking rotasına ihtiyacım vardı. meltem alaca'yı çok istiyorduysa da uzun zamandır birlikte yaptığımız ilk aladağ etkinliğinde benden ayrı bir rotaya gitmeye gönlü razı olmadı.
meltem
yenilerin bulunduğu her etkinlikte en büyük sorun olan gürültü bizim kamp köyümüzü de tüm gece dövdü durdu. akşam gürültüden uyunmadığı gibi gece de 01.00'de, 02.00'de ve 03.00'da çıkış yapmaya karar veren tüm ekipler mecburen 00.00'da uyandı. zira öyle bir gürültü vardı ki diğer ekiplerin uyuması olanaksızdı.
güzel bir kahvaltının ardından dört saatlik uyku ile 03.10'da kamptan vali konağı yönünde yürüyüşe başladık. hava saat 06.15'te aydınlanasıya kadar muhteşem, berrak bir gökyüzü, bol yıldız ve ayın cılız ışığı altında yürüdük. güzeller çanağına ulaştığımızda hava yeni aydınlanıyordu. çıkışımız hemen hemen hiç mola vermeden oldu, zira hava ne kadar güzel olursa olsun durduğumuz anda rüzgar buz gibi içimize işliyordu.
altı kişilik ekibimizde lahitkaya'ya daha önce gelen tek kişi meltemdi. o da çok uzun yıllar önce gelmişti ve pek hatırlamıyordu. diğerleri de biraz çıkanlardan dinlemişler, biraz da başka bir etkinlikte güzeller zirvesinden lahitkaya'ya giden bir ekibi seyretmişlerdi. tüm rota bilgimiz bu kadardı. güzeller çanağından sonra ben ve meltem babaları ve patikayı izleyip ufak bir bombenin üzerine çıktık. buradan baktığımızda rotanın devamında 3 derecelik (yani son derece basit) bir kayayı geçmemiz gerekeceği görünüyordu. oysa bize burada elimizin kayaya değmeyeceği söylenmişti. "o halde rota burası olamaz." deyip tüm o babalara rağmen geri döndük. kaldı'ya doğru devam edip lahitkaya ile kaldı arasındaki boyuna kadar yükseldik. buradan bir yol bulmaya çalıştıysak da ulaşabildiğimiz tek yer lahitkaya güney duvarı oldu ve burası da benim gözümün kesmeyeceği kadar zor kaya etapları içeriyordu. yine yanlış bir yerlerde olduğumuz kesindi. bir kez daha geri döndük ve zirve kütlesinin altından bizi "kaya tırmanmadan", trekking rotası biçiminde zirveye ulaştıracak bir yer aramayı sürdürdük. en sonunda yeniden babalar ile işaretlenmiş bir patikadan, 'elimizi kayaya fazla değdirmeden' zirveye ulaştık. herhangi bir defter görmediğimizden zirve olduğundan emin olamadık ama inince arkadaşlar bizi zirvede gördüklerini söyleyip içimizi rahatlattılar. zirveye vardığımızda saat 09.20 olmuştu. kısa bir molanın ardından inişe geçtik, zira planlanan sürenin gerisine düşmüştük.
ekibimiz zirve olduğunu düşündüğümüz yerde
neredeyse hiç mola vermiyor olduğumuzdan ben ve meltem dönüşte güçten düşmeye başlamıştık. buna karşın yüksek bir tempo ile saat 12.30'da kampa ulaşmayı başardık. en son bizim ekip çıkmış ve ilk bizim ekip dönmüştü. ben hemen kendimi çadıra atıp 20 dakika kadar uyudum, başımın ağrısını ancak uykunun hafifleteceğini biliyordum. öyle de oldu. bu arada diğer ekipler de kampa gelmeye başladı.
geri dönüş başlamıştı. dönüşte emli vadisinin sonunda bizi bekleyen mehmet ağabey bize yeni hasat elmalardan ikram etti. o susuzlukla bir sürü elma yedim.
kayseri'de yiyeceğimiz muhteşem yemek aracımızın gecikmesine kurban gidince yorgunluğun ve açlığın etkisiyle epey bir bozulduysam da pazar akşamında eve gelip duşumu alınca hepsini unuttum. burjuva dağcılığı benim gibi bir tatlı su dağcısına çok uygunmuş.
eski dostlarla her sene birlikte en az bir tırmanış yapalım diye konuştuk. göreceğiz. bu tekaüt etkinliği düşüncesini meltem ortaya atmış ve organizasyonu selçok yapmıştı. bizi lahitkaya'ya özgür çapraz götürdü. ayşe çapraz, celal asan ve olcay bey de bizimle birlikte oldu. hepsine çok teşekkürler. daha nice etkinliklere inşallah.


*aslında yazarken yabancı dilde sözcükler kullanmayı sevmiyorum. özellikle başlıkta kullanacağım sözcükleri daha bir özenle seçiyorum. ama bu espriyi ben üretmediğimden aynı biçimde kullanmak zorundayım. epey bir zamandır dağa birlikte giden ama artık az giden arkadaşlar olarak bir süredir kendimizi emekli (yani tekaüt) gibi hissediyoruz. bu espri mimar sinan üniversitesi'nin emektar ve emekli başkanı bülent'in kendisine ve kulübün tüm eskilerine 'tekaüt baykuş' demesinden çıktı, şimdi yayılıyor.

19 Ekim 2011 Çarşamba

kara sevda

kara sevdaya düştüğüm motor da bildiğin kurye motoru...
bu nasıl bir kara sevdadır arkadaş, anlamıyorum ki? günlerdir kendime resmen soğuk hava ve yağmur ile işkence ediyorum. yine de kendimi araba almaya ikna edemiyorum. günlerdir işe sıçan gibi ıslanmış gidiyorum, eve sıçan gibi ıslanmış ve üşümüş dönüyorum. yine de üzerimi değiştirdikten 10 dakika sonra aklıma araba almamak için bin tane gerekçe geliyor. neyse ki önümüzdeki günlerde pastırma yazı geliyormuş. kasım'a kadar binmeye devam edebileceğim herhalde.
ama doğu karadeniz'de ben anlamıştım kara sevdaya tutulduğumu. toplam 9 günlüğüne motordan ayrı kaldık, nasıl zoruma gitti, nasıl özledim anlatamam. her boşlukta karadeniz motosiklet turunun ayrıntılarını planladım: ne zaman yaparım? kimlerle gelirim?..
nasıl olacak bu iş bilemiyorum... nereden başladık bu merete???

13 Ekim 2011 Perşembe

acı bir karar...

meltem'le yaptığımız anadolu feneri turundan
3 yıldan biraz daha uzun bir zamandır sürekli motosiklet kullanıyorum. her gün işe gidip gelirken motosiklete biniyorum. yaz/kış. oldukça zor oluyor ama çok seviyorum motosiklet işini. 10-15 gün motosiklete binmesem hemen özlemeye başlıyorum. ne yazık ki bu sürekli birlikteliğe ara vermek zorunda kalacağım.
yamaha x-max 250'mi satmak olayı tetikledi. meğersem ne kadar rahatmışım o motorda. 10 gün kadar önce hava serinlemeye başladı ve istanbul'un ilk sonbahar yağmuru yağdı. bütün yazı kuru ve sıcak geçirdikten sonra bu serinlik ve ıslaklık kötü geldi. yamaha'da battaniyemi örtünüyordum, yağmur, soğuk umurumda olmuyordu. ama ne yazık ki honda CBF 150 için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. bir kere battaniye buna uygun değil, buna motosikletli kuryeler gibi rüzgar kalkanı almak lazım. ama zaten kurye motoru kullanıyorum, iyice kurye gibi olmak istemiyorum. lakin bu şekilde de idare edemiyorum. zira yağmur yağmıyorken bile yerler ıslaksa öyle bir çamur oluyorum ki o şekilde bırakın çalışmayı insan içine çıkmam mümkün değil. hele de yağış varsa paçalarımdan çamur damlıyor, ayakkabılarımın içine sular doluyor. ondan sonra işin yoksa iş yerinde kurumaya çalış.
pazartesi günü bir servis aracının yağmurlu havada bana arkadan çarpması da bardağı taşıran son damla oldu galiba. motorumu çok seviyor olmama karşın bu kış motora ara vereceğim, sanıyorum bir araba daha almam gerekecek. yeni bir motor almak için biriktirdiğim paralar yeni arabaya gidecek. yeni motor alma işi de çok uzak bir bahara kalacak. bugün öğlen motoruma atlayıp bunları düşünerek bir sürüş yaptım, şirkete döndüğümde çok mutsuzdum. zira başka yol kalmadığını hissediyorum.

bir diğer gerekçe (bahane)


elif, tüm çocuklar gibi hayvanları çok seviyor. mutlu köy'deyiz.
blog'da neden eskisi kadar çok yazamadığımı düşünürken aklıma birçok neden geliyor. işteki yoğunluğu bir kenara bırakıyorum. o zaten (blogu oluşturduğum, kriz senesi 2008 hariç) hep vardı. aklıma gelen çok önemli bir diğer gerekçe de başka bir yere yazıyor olmam: elif'in günlüğü. elif doğduktan bir ay kadar sonra onun için günlük tutmaya başladım. kimileri çocuklarının fotoğraflarını çeker, kimileri sesini ya da görüntüsünü kaydeder, ben de bana en uygun bulduğum yöntemi seçtim: yazmak.elbette günlüğe de her gün yazamıyorum, ancak zaman buldukça yazıyorum. zamanım olsa daha da çok yazabilirdim. elif şu anda 20 aylık ve ben onun hakkında yalnızca 35 sayfa kadar yazabildim.
oraya ne mi yazıyorum? aslında orada yalnızca elif'in neler yaptığını yazmaya çalışıyorum. örneğin o gün hangi sözcüğü nasıl söyledi, ilk kez neyi başardı, ilginç ne yaptı... temelde yalnızca onunla ilgili konuları yazmaya çalışıyorum ama bazen meltem'le ya da benimle (özellikle de benimle) ilgili olaylar karışıyor.
bir kısım insan bunu web'de de yayımlıyor ama ben bunun biraz daha özel birşey olduğunu düşündüğümden yapmadım. belki elif büyüdüğü zaman kendi yayımlamak isterse sizler de görürsünüz. şimdilik yalnızca onun ve benim özelimiz.
yazmak için elimde olan kısıtlı zamanı da oraya ayırınca burası öksüz kalıyor tabii... 

12 Ekim 2011 Çarşamba

büyük ihmal

güzel kızım çat pansiyon'da
uzun zamandır bloguma uğramamıştım. bugün baktım bir yılı aşkın zamandır buraya hiç yazı yazmamışım. ondan öncesinde de yazılarda bir seyrelme olmaya başlamıştı. aslında her gün aklıma yazacak bin tane şey geliyor, özellikle de son zamanlarda. ama bir türlü zaman bulup da yazamıyorum. şimdi en azından bir iki sözcükle geri dönüyor olduğumu duyurayım istedim.
yazılara ara vermemin en önemli gerekçesini takoz teknik tırmanış dergisi'ne editör olmam oluşturdu. orası için yoğun bir emek vermem, çok okumam, çok yazmam, hepsinden önemlisi çok zaman ayırmam gerekti. hala da gerekiyor. ama burayı da ihmal etmeyeceğim.
yapmam gereken tek şey mükemmel yazılar yazmaya çalışmaktan vazgeçip daha kısa yazılarla yetinmek, hepsi bu. bunu da yapabilirim. yoksa elif'le birlikte gittiğimiz ve iki yıldır belki de en önemli etkinliğimiz olan doğu karadeniz yaylalar turu gibi burada yayımlanmasını çok istediğim olaylar unutulup gidecek.
yakın zamanda yeni yazılarda görüşmek üzere...