31 Ekim 2008 Cuma

paris’teki en çirkin yapı: eiffel

eiffel kulesi, fransa'nın simgesi olmasına karşın paris'te ilgimi en az çeken yapıydı. paris'e giden herkesten bir kez dinlediğim, bolca resmini gördüğüm, hakkında epey çok şey duyduğum ve okuduğum için benim için artık ilginçliğini yitirmişti. tıpkı yeterinden uzun süren bir televizyon dizisi gibiydi. bu yüzden eiffel kulesi'ne gitmek için hiç acele etmedim.

öncelikle şunu söyleyeyim: eiffel'in paris'in her yerinden görünmesi yalnızca bir abartı. paris'in her yerinde çok eski, çok görkemli ve yüksek yapılar var. bu nedenle kentin birçok yerinden eiffel hiç görünmüyor. hoş görmek isteyen de pek yok.

bir tarihte izmir'de bindiğim bir şehir hatları otobüsünde, en arka koltukta liseli çocuklar kendi aralarında konuşuyorlardı:

- izmir'in en güzel manzarası da varyant'tan aşağı inen otobüslerden seyrediliyor.

- evet, evet. hele de güneş batıyorsa... katmerleniyor o güzellik.

- hilton'un ne kadar yüksek olduğu da daha iyi anlaşılıyor bu yükseklikten

- di mi! izmir'in erkeklik organı gibi duruyor... ehe ehe ehe!!!

gördükleri görüntüyü, yeni ergen düşünceleriyle yorumlayan o arkadaşlarımın eiffel kulesi için ne diyeceklerini çok merak ediyorum. tepesindeki televizyon vericileri ile birlikte 327 m. yükseklikte, daralarak yükselen sivri, demir bir ok.

şimdi şu alıntıyı bir okuyalım:

"... kule, (ilk yapıldığı dönemde) onu bir utanç lekesi olarak gören paris halkının tepkisini çekmiştir. bazı sanatçılar devasa bir sokak lambasına benzetirken, bir fabrika bacası gibi paris'in görsel itibarını zedeleyeceğini ileri sürmüşlerdir. böylelikle devrin sanatçı ve edebiyatçı çevresinde bir kampanya başlatılmış, bu kampanya süresince ünlü sanatçıların imzaladığı bildiriler dağıtılmıştır. bugün ise eyfel kulesi, dünyanın en güzel mimari yapılarından biri olarak kabul edilir..."

gördüğünüz gibi sayın seyirciler, zaman içinde güzellik anlayışı nasıl da değişiyor. yapıldığı dönemde sanatçı ve edebiyatçı çevresinin hiç beğenmediği, paris halkının tepkisini çeken bir yapıyı şu anda yılda altı milyon insan ziyaret ediyor. sanırsınız herkes bayılıyor. kulenin altında upuzun kuyruklar oluşuyor. kulenin dört ayağında yer alan asansörler vızır vızır, yukarıya insan taşıyorlar.

bana göre eiffel kulesi'nin görsel olarak hiçbir güzelliği yok. yalnızca simgesel bir anlamı var. eiffel kulesi, fransız devriminin 100. yıl kutlamaları için 1887 yılında yapılmaya başlanmış ve 1889'da bitirilmiş. önemi bu. fransız devriminin ruhunu yaşatıyor, yaşatmalı.

bana göre eiffel kulesi'ni kalabalık bir yer haline getiren belki de tek neden paris'i yüksekten görme isteği. paris'te –montmartre tepesini saymazsak- hiçbir önemli yükselti bulunmuyor. eiffel kulesi, maine-montparnasse kulesi ve montmartre tepesi şehri yukarıdan görebileceğiniz yegane yerler. işte eiffel kulesini ilginç yapan tek şey paris'i yukarıdan görebilme olanağı. üç tane seyir terası bulunan eiffel kulesi'nin en yukarısındaki seyir terası 276 metre yükseklikte. kalan herşey pazarlama. insanlar bu güzel şehri yukarıdan görmek istiyorlar, o kadar.eiffel kulesi mimari olarak ya da görsel olarak hiç de güzel değil. paris'te mimari olarak 'güzel' olarak adlandırılabilecek o kadar çok yapı arasında bence eiffel kulesi'nin adı bile geçmez. ama çevredeki onca güzel yapıyı yukarıdan seyretme düşüncesi oldukça çekici olsa gerek. geçenlerde bu tezimi doğrulayan birşey duydum: adamın birisi her akşam eiffel kulesi'nin üzerindeki restauranda yemek yiyormuş.

- neden bu kadar sık burada yemek yiyorsunuz? diye sormuşlar.

- paris'te eiffel kulesi'ni görmeden manzara seyredebildiğim tek yer burası da o yüzden. demiş.

yine de eiffel kulesi'ni güzel bir yerden görmek istiyorsanız adresiniz 'trocadero meydanı' olmalı. buradan eiffel kulesi'ni çevresiyle birlikte bir bütün olarak görebiliyorsunuz. arkasındaki ve önündeki parklarla birlikte gördüğünüzde biraz olsun birşeye benzetebiliyorsunuz. bizim paris'te bulunduğumuz dönemde fransa avrupa birliği dönem başkanlığı'nı yürüttüğünden geceleri masmavi ışıklandırılıyordu. kulenin üzerine de, dairesel olarak konumlandırılmış, sarı renkli yıldızlar yerleştirilmişti. böylece bir avrupa birliği bayrağı görüntüsü yaratılmıştı. trocadero meydanı eiffel kulesiyle birlikte fotoğraf çektirmek için belki de şehirdeki en uygun meydan. çünkü bu kadar büyük bir yapıyı yakından kadraja yerleştirmek mümkün olmuyor.

biz trocadero meydanından eiffel kulesinin altına kadar yürüdük ama tüm günü bu çirkin, demir kulede geçirmemek için bilet kuyruklarına hiç girmedik. yakından incelemekle yetindik. kulenin ayaklarından bir tanesinden eiffel'deki restaurant'a çıkılıyor. eğer bilet kuyruğu beklemeden manzara seyretmek isterseniz bu seçeneği kullanabilirsiniz. ancak girmeden kapının önüne konmuş olan mönüye ve özellikle fiyatlara bir göz atın derim. ben bir tatlı su gezgini olarak belli bir bütçenin dışına çıkmadan geziyorum ve size rahatlıkla söyleyebilirim ki eiffel'de yemek yemeye kalksaydım tüm gezi bütçem kadar bir para harcardım herhalde. gördüğüm en pahalı yemek listesiydi.

tatlı su doğaseverleri olarak biz kulenin üzerine çıkmak yerine, "champ de mars" denen, neden böyle dendiğini bilmediğimiz yeşilliklerde turlamayı seçtik. sonra da yönümüzü eiffel kulesi'nin hemen yanında uysal bir biçimde akan seine nehri'ne çevirdik. "bateaux parisiens" denen belediye teknelerinden birisine binip seine nehri'nde bir tura çıktık. paris'in en güzel yapıları, louvre sarayı, d'orsay sarayı, notre dame katedrali... hep seine nehri'nin kıyısında. tekne turu bu yapıların çoğunu görmenizi sağlıyor. eiffel kulesi'nin oradan başlayan tekne turu, üzerinde notre dame kilisesi'nin bulunduğu adaya kadar gidip adanın çevresinden döndükten sonra aynı bağlama yerinde sizi indiriyor.

bu tura mutlaka katılmak gerekir diye düşünüyorum. teknede, bir örneğini müzelerde gördüğümüz "önemli eserleri anlatan telefon"lardan var. 9 dilde yayın yapılıyor bu telefondan. (ama ne yazık ki bunlardan bir tanesi türkçe değil.) yabancı dil biliyorsanız yanından geçtiğiniz yapıların ne olduğunu telefondan öğrenebiliyorsunuz.

ne yazık ki tatlı su gezginleri için gezdiği yerlerde yapılabilecekleri sıralayan bir arama motoru daha yapılmadığından biz önce yapıları gezdik, sonra tekne turu yaptık. oysa ilk paris'e geldiğimiz zaman bu turu yapmış olsaymışız daha anlamlı olacakmış. gezdiğimiz yapıları bir kez de seine nehri'nden görmek çok anlamlı olmadı. bunun üzerine bir de nehrin seviyesinin yapıların seviyesinden epey aşağıda olmasını eklediğinizde tekne turu bizim için daha çok yorgun ayaklarımızı dinlendirme zamanı gibi geçti. ancak akşam ışıkları eşliğinde bu teknelerden birisinde yemek yemenin ne kadar keyifli olacağını sizlerin takdirine bırakıyorum...

(daha fazla resim için: http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/Eiffel# )

24 Ekim 2008 Cuma

arc de triomphe

paris'e gitmeden önce champs-elysees'nin ('şanzelize' diye okunuyor. paris'teki yerler arasında eiffel'den sonra adını en çok duyduğumuz 'şanzelize' var ya. işte o şanzelize böyle yazılıyor. benzemiyor bile. akıllara zarar.) eiffel kulesi'ne giden yol olduğunu sanırdım. gördüm ki alakası yokmuş. concorde meydanı'nda başlayıp charles de gaulle meydanında biten bir bulvar champs-elysees. parislilerin 'dünyanın en güzel bulvarı' olarak tanıttıkları champs-elysees aynı istanbul'un barbaros bulvarı ya da ankara'nın kızılay yokuşu gibi bir yer. o paris görmüşlerin dilinden düşmeyen şanzelize altı üstü ağaçlandırılmış bir yolmuş. araba sürücülerinin buraya dünyanın en güzel bulvarı demesini anlarım, bu kadar geniş bir yol bulduklarına seviniyorlar belli ki. ama yaya parisliler tam olarak neyi seviyor onu anlamak çok mümkün değil. neyse ki charles de gaulle meydanı çok uzakta değil de 'zafer takı'nı (arc de triomphe de l'etoile) ağaçların arasından seyrede seyrede yürümek mümkün. kafamdaki champs-elysees resmi şu anda çok farklı anlayacağınız: iki tarafı ağaçlandırılmış, çok yoğun trafiği olan geniş bir yol ve fonda da "zafer takı" görünüyor, belli belirsiz.

benim paris'te en çok görmek istediğim yapı, "zafer takı" idi. nedenini bilmiyorum.

'bizim 'tak' dediğimiz şey bayramlarda seyranlarda altından geçilen çiçekli, plastik bir kemerdir altı üstü. adamlar hangi zafer için bu takı yaptılarsa artık, altından epey bir geçesileri gelmiştir herhalde. hatta ben olsam bu kadar görkemli bir yapıyı yaptırdıktan sonra zafer olsa da olmasa da altından geçerdim.

zafer takı, altı tane ana yolun birleştiği charles de gaulle meydanında. bu yüzden, ne yazık ki, seyir halinde araçların kadrajda olmadığı bir tek fotoğrafını bile çekemiyor insan. öyle ki alt geçit olmasa, güvenli bir biçimde yapının yanına ulaşmak mümkün bile olmayacakmış. paris'in en önemli altı bulvarı bu meydanda bir araya geliyor. herhalde paris yollarındaki her araç günde en az bir kez zafer takı'nı tavaf ediyor olsa gerek.


zafer takı'nı yaptıran napoleon, aynı zamanda paris'in şehir planını da yaptırtmış ve şehrin planı hazırlanırken birinci öncelik şehrin bir işgal durumunda savunulmasıymış. charles de gaulle meydanı ve meydana bağlanan, altı geniş bulvar düşünüldüğünde, napoleon en çok arc de triomphe'ın savunulmasını istemiş olsa gerek diye düşünüyorum. kartpostallara sıkça yansıyan bu plan eiffel'den de çok belirgin bir biçimde görünüyormuş, öyle diyorlar.


zafer takı şehirdeki "hiçbir yere kapılık etmeyen kapı"lardan birisi. (louvre sarayı'nın avlusunda da bir tane 'hiçbir yere kapılık etmeyen kapı' var.) genel görünümü gelibolu yarımadası'ndaki çanakkale şehitleri anıtına benziyor. ama bizim şehitler anıtı buna göre oldukça yalın kalıyor. yapımı 1805'te başlamış ve otuz yıl sürmüş. üzerinde 174 savaşın ve 700 savaş kahramınının adı var(mış. ben saymadım. sayılmasına da karşıyım. sayana da allah sabır versin.) 49,5 metre yüksekliğindeki yapının üzerinde dev heykeller ve kabartmalar var. yapının ayaklarının ortasında bulunan boşlukta 1. dünya savaşında ölenler anısına mezar yeri gibi bir anma bölgesi ayrılmış. bu bölüme "meçhul asker anıtı (mozolesi)" diyorlar ve üzerinde sürekli mumlar yanıyor. önemli günlerde anıtın üzerine bayrak asma geleneği varmış, bizim anıtı gezdiğimiz günlerde fransa avrupa birliği'nin dönem başkanlığını yürüttüğünden buraya bir fransa, bir de avrupa birliği bayrağı asılmıştı.


yapının içerisinde bir de müze bulunuyor. bu müzeye alt geçitte bulunan girişten dokuz avro ödeyerek giriliyordu. ama biz zamansızlık nedeniyle gezemedik. bir sonraki paris gezimize de birşeyler kalsın değil mi?

(daha fazla fotoğraf için: http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/ArcDeTriomphe# )



22 Ekim 2008 Çarşamba

paris’te bir müzeden diğerine

salı sabahı saat sekizde otelden çıkmak için hazırdık. louvre sarayı'nın kapıları açıldı açılacak, acele etmeliyiz. tur grupları gelmeden bu dev boyutlardaki müzeyi gezmeye başlamak istiyoruz, biliyoruz ki sonra adım atacak yer kalmayacak. alelacele metroya atladık "palais royal- musee du louvre" durağında indik. hızlı adımlarla sarayın avlusuna girdik. uzaktan müzenin girişinin bulunduğu "cam piramit" tarafında yalnızca birkaç kişi olduğunu görüyorduk, adımlarımızı hiç yavaşlatmadan girişe kadar yürüdük. içimiz erkenden buraya gelmiş ve boş bulmuş olmanın sevinciyle kıpır kıpır. kapıya yöneldik, yönlendirme iplerinin arasından hızla geçiyorduk ki görevli bizi durdurdu:

- salı günleri müze kapalıdır, efendim, üzgünüm!

- türkiye'den geliyoruz bir istisna yapsanız olmaz mı? lütfen!

- !?!?!?

müze salı günleri kapalıymış, kapının orada gördüğümüz kişiler de temizlik yapan görevlilermiş. zaten saray pek de birşeye benzemiyor. topkapı sarayı buradan daha güzel. bir kere topkapı sarayının bahçesi yemyeşil, hiç burası gibi toz toprak içinde değil. ayrıca ne biçim saray burası içinden otoban geçiyor. araba gürültüsünden durulmuyor ki burada.

sabahın köründe kalkıp eli boş kalmış olmanın sıkıntısı vardı üzerimizde. bütün günümüzü louvre müzesine ayırmıştık. bu yüzden yeni bir plan yapmamız gerekiyordu. plan yaparken bir yandan da sarayın avlusunda bulunan heykeli ve 'hiçbir yere kapılık etmeyen kapıyı' inceledik. sonra yeniden metroya yöneldik...

sabancı müzesi, rodin'in eserlerini sergileyeceği zaman bu yurt çapında büyük bir olay haline gelmiş ve belki de türkiye'de ilk kez bir müzenin kapısında uzun bir süre boyunca, uzun kuyruklar oluşmuştu. biz de bu kuyruklardan birisinin sonuna geçmeye niyetliydik, arkadaşlarımıza duyurduk:

- bir kere 'rodin' diye değil 'roden' diye okunur. (bu yanıtı veren paris'te bize mutlaka görmemiz gereken yerlerin listesini çıkaran arkadaş.)

- ehe ehe, biz 'rodin' olarak okumayı seviyoruz. gelecek misin?

- (hafif fransız aksanı yaparak) hayır, ben 'roden'i paris'te görmüştüm. burada o kuyruklara giremeyeceğim...

- ehe ehe, iyi o zaman.

rodin'in eserlerinin bir bölümünü sabancı müzesinde görmüştük. ama paris'teki rodin müzesi'ne de sırf yukarıdaki konuşma nedeniyle bile olsa gidilirdi.

... doğruca "varenne" durağına. bizi durakta rodin'in iki heykelinin kopyaları karşıladı. sonra müzeye çıktık.

sabancı müzesi'ndeki kuyruklar göz önünde bulundurulduğunda paris'teki rodin müzesi'nde alçak gönüllü bir kuyruk vardı. müze, bahçe ve bina olarak iki bölüme ayrılabilir genel olarak. biz, herkesin aksine, içgüdüsel biçimde, bahçeden başlamaya karar verdik. yeşilliklere doğru yöneldiğimizde bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesi'nin bahçesinde tanıştığımız, sabancı müzesi'nde yeniden görüştüğümüz "düşünen adam" anıtı yüksek bir ayaklığın üzerinde bizi karşıladı. bakımlı bahçede, yüksek ağaçların arasında düşünmeyi sürdürüyordu.

sabancı müzesi'nde, bire bir boyutlarda resmini gördüğümüz "cehennemin kapıları" da bahçede yer alan önemli başka bir yapıttı. bu kez gerçeğinin bire bir boyutlarında, bronz döküm bir kopyası ile karşı karşıyaydık. rodin'in, dante'nin 'ilahi komedya'sından aldığı esinle yaptığı bu eserde birçok başkaca heykelinin küçük kopyaları bulunuyor. düşünen adam da kapıda yerini küçük boyutlarda bulan heykellerden birisi. sabancı müzesi'ndeki resimde numaralarla anlatılan bu iki yüz kadar küçük heykeli burada üç boyutlu görmek heyecan vericiydi.

bahçedeki havuza yapılmış adaya "ugolino ve çocukları"nın bronz heykeli yerleştirilmişti. ugolino, vatana ihanet suçundan çocuklarıyla birlikte hapse atılmış ve asılarak öldürülmüş ancak sonra suçsuz olduğu anlaşılmıştır. bu olayı anlatan bir heykeli sudan duvarları olan bir 'hapishaneye' koymuşlar. yerleştirirken bunu düşünmüşler miydi acaba?

bahçede balzac ile 'calais sakinleri' heykellerine de uğradıktan sonra artık kapalı bölüme geçme zamanı gelmeye başlamıştı. iki katlı yapıya girdiğimizde içeride yerlerde oturan birçok kişi gördük. kısa zamanda bunun bir okul turu olduğunu ve öğretmenlerinin kendilerine heykeller hakkında bilgi verdiğini anladık. fransızca biliyor olsaydım biraz olsun onları dinlemek isterdim. heykelleri gezmeye başladık. iç kısımda çoğunlukla küçük boyutlu heykeller ya da heykel parçaları vardı. bir çoğu bize sabancı müzesi'nden tanıdık geliyordu. 'cehennemin kapıları'nın üzerinde de öpüşmeyi sürdüren, rodin'in en ünlü yapıtlarından 'öpücük'ün bir mermerden yapılmış örneğini gördük.

içeride düşünen adamın ilk denemelerinden birisi vardı. düşünen adam heykelinin son biçimi ile bu deneme arasındaki benzemezlik şaşkınlık vericiydi. aradaki dönemde heykel üzerinde gerçekten çok çalışılmış olduğu son biçiminin başarısından anlaşılıyordu. ayrıca içeride 'cehennemin kapıları'nın da küçük boyutta, bronzdan bir denemesini gördük. resimde eskiz yapıldığı gibi heykelde de deneme heykelleri yapılıyormuş. görmüş olduk.

müzenin içini gezmeyi bitirdikten sonra müzenin bahçesinde bulunan kahvehaneye geçip küçük birer tatlı ile kahve söyledik kendimize. önce louvre müzesi'nin salı günü kapalı olmasına söylendik biraz. sonra sabancı müzesi'ndeki rodin sergisi ile paris'teki rodin müzesi'ni karşılaştırdık aramızda. ben sabancı müzesi'nin bu konuda çok başarılı bir çalışma yaptığını ve çok doyurucu, çok bilgilendirici bir sergi hazırladığını düşünüyorum. hazırlayanların ellerine sağlık. türkiye'de atatürk büstleri dışında heykel göremediğimiz için yurt dışına çıkınca heykeller ilgimi çekiyor. yurt dışına çıktığımda, çok büyük bir sanatsal önemi olmasa bile sokaklarda gördüğüm heykelleri yapıların üzerindeki kabartmaları fotoğraflamadan geçemiyorum.

(birinci fotoğraf müzenin genel görünümü, ikincisi düşünen adam, üçüncü ve dördüncü cehennemin kapıları heykeli, beşinci fotoğrafta 'ugolino ve çocukları' heykelinin önündeyim, altıncı fotoğrafta öğrenciler ders dinliyor, yedinci fotoğrafta ise rodin'in bir heykelin üzerinde bulunan imzası.)
(müze hakkında daha fazla bilgi için: http://www.musee-rodin.fr/welcome.htm )

17 Ekim 2008 Cuma

tatlı su gezgini paris’in notre dame’ında

bir malzeme dağcısı olarak "au vieux campeur"de harcamak için ayırdığım para bittiğinde rahatladım. işte belki de o dakikadan sonra paris'te olduğumun ayırdına vardım. çünkü o an malzeme dağcılığındaki ünlü bir zirveden inip yeniden bir tatlı su gezgini olduğum andır. au vieux campeur'ün konumu nedeniyle paris'te ilk nereyi gezeceğimi düşünmeme gerek de yoktu, kader benim yerime belirlemişti: notre dame.

önünden geçmiş olmamıza karşın bir malzeme dağcısı olarak hiç bakmadığımız yapıya, tatlı su gezgini olarak geri dönüp alıcı gözle bakınca ilk gördüğümüz giriş kapıları ve kuleler oldu. sen nehri üzerindeki bir adada bulunan ve köprülerle ulaşılan yapının bu yüzü (batı tarafı) heykellerle donanmıştı. ama az buz değil sayısız heykelden bahsediyorum burada. bir yerlerden de kulağıma yapının başlangıcı ile bitişi arasında neredeyse iki yüz yıllık bir süre olduğu çalınmıştı. yapının batı yüzünü görünce neden bu kadar uzun sürdüğünü anlamış oldum.

önce yapının dış cephesini incelemeye başladık. sen nehri'nin kenarında bulunan yapının çevresinde bir tur attık. kapıların bulunduğu, yapının batı tarafı oldukça kalabalıktı. bu kısımda beton bir meydan bulunuyordu, oysa yapının doğusunda yemyeşil bir park vardı ve burası bomboştu. yapının bu tarafından bakıldığında görüntü de apayrı ve benim görüşüme göre daha bir görkemli idi. gotik mimari akımının etkisi altında yapılan yapının yüksek duvarlarını desteklemek için bu kısımda payandalar bulunmaktaydı. bazı mimarlar bu destekler için "yapıya bitmemiş görüntüsü veriyor, çevresinde inşaat iskeleleri varmış gibi görünüyor..." diyorlarmış. ne gam! bana yapıyı çok daha görkemli gösteriyorlarmış gibi geldi. hatta bilimkurgu işi yapanların genelde gotik mimariden, özelde de bu ve bunun gibi desteklerden çokça etkilendiklerini düşünmeden edemiyorum. aradaki görsel bağlantı bence çok açık. bu zorunlu mimari ögelerin görünümü günümüzü değiştirmeyi sürdürüyor kanımca.

yapının bahçenin olduğu doğu tarafı hariç üç tarafında yuvarlak biçimli, vitraylarla süslenmiş pencereler var. bu pencereler hem içten, hem de dıştan çok güzel görünüyor ve yapıya bambaşka bir hava katıyor. ama bu pencereler pek işlevsel değil yazık ki. pencereler içeriyi aydınlatmaktan çok içeriyi 'renklendirmeye' yarıyor gibi. "gül penceresi" denen bu pencereler içeriden bakınca tek bir gülden çok çiçek bahçesine benziyor.

tanrıya kulluk amacıyla yapılan bir binaya ne amaçla şeytan heykeli koyduklarına ilişkin en ufak bir fikrim yok ama yapının en ilginç detaylarından birisi "chimere" denen şeytan heykelleri ve kabartmaları. yapının ön tarafında bulunan iki kuleyi birbirine bağlayan galeriye çıkıldığında bu son derece ilginç heykelleri görmek mümkün olabiliyormuş. ama bunu iş işten geçtikten sonra öğrendim. oradayken yukarı çıkmaya izin olduğunu bilmiyordum. üzüntü ve muz kabuğu...

notre dame'ın çevresindeki turumuzu bitirip sıra içeriye girmeye gelince önce uzun uzun, yan yana duran üç kapıyı ve kapı kemerlerindeki heykelleri inceledik. üç kapı, üç katlı yapı... acaba bu üçlemelerin hristiyanlıktaki 'üçlü tanrı inanışı' ile bir bağlantısı var mı? üç kapının kemerlerinde de sayısız heykel bulunuyor. meryem ana kapısı, son hüküm kapısı ve meryem ana'nın annesi azize anne kapısı olarak adlandırılan kapılardaki heykellerle bazı kutsal öyküler anlatılıyormuş ama ben bakınca pek de birşey anlayamadım. öyküler çok açık betimlenmemiş. ben bakınca sıra sıra kabartma ve heykeller gördüm. cahillik işte...

notre dame, günümüzde de paris başpiskoposuna ev sahipliği yapıyormuş. bunu içeri girince anladık çünkü içeride rahibeler dua ediyorlardı. (ama mevlevi dervişlerin her yerde semah dönmesi gibi bu da bir gösteri miydi acaba?) içeride çok sayıda tapınma köşesi ve kutsal yapıt var. ama hristiyanlığa ilişkin bu kutsal yapıtlar bizde bir çağrışım yapmadığı için ben içeride daha çok "acaba quasimodo'yu görebilir miyim?" edasıyla dolaştım. o edayla dolaşmak nasıl mı oluyor? söyleyeyim: gözünüz kutsal heykellerden ziyade üst katlardaki yürüyüş yerlerinde, tavana doğru bakar durumda, çan kulesinin nerede olduğunu anlamaya çalışır bir biçimde dolaşıyorsunuz. ama benim bu önemli araştırmam çevreden gelen "nereye bakıyorsun sen öyle aval aval?" sorusuyla sona erdi. dikkat edin size de olmasın. hani quasimodo zangoç (çan sorumlusu) ya, kesin yukarılardadır diye ben konuyu düşündüydüm. her neyse, zaten çan da ön taraftaki kulelerden birisinde bulunuyor. içeriden göründüğü falan yok. hiç hayatımda adı "emanuelle" olan bir çan görmediydim. onu araştırıyordum. ne aval aval dolaşması...

1163 yılında yapımına başlanan bu görkemli katedralin halen kullanılabilir durumda olması bana yapının görünüşü kadar etkileyici geldi. ama öğrendim ki parisliler 19. yüzyılda bir ara notre dame katedralini çirkin bulduklarından yıkmaya karar vermişler. bunun üzerine victor hugo parislilerin ve tüm dünyanın dikkatini notre dame'a çekebilmek için "notre dame de paris" (paris'in notre dame'ı) adlı yapıtını yazmış. böylelikle katedral yıkılmaktan kurtulup restore edilmiş ve bugün gördüğümüz halini almış. bunu duyunca şöyle oturaklı bir "pes!" demek geldi içimden. parislilerin gözümdeki imajı çok sarsıldı, çok... (acaba bizim sanatçılar da hasankeyf'i, allainoi'u ya da diğer tarih varlıklarımızı korumak için böyle sanat eserleri yaratsalar etkili olur muydu? eminim olurdu.)

paris'in iki ünlü caddesi, saint michel ve saint germain, notre dame katedraline çok yakın. biz "au vieux campeur"ü ararken buraları da –kazara- gezmiştik. bu yörede yapılması önerilen şeylerden geriye yalnız 'bir kahvehanede oturup katedral manzarasına karşı kahve içmek' kalmıştı. onu da kendimize özgü bir yöntemle yaptık: bize paris'te yapılacaklara ilişkin liste yapan, bir süre paris'te yaşamış arkadaşımız 'kahve için, mus chocola yiyin' demiş. biz 'mus'un önce bir sokak adı olduğunu, sonra da bir pastane adı olduğunu sanarak arayıp durduk. meğersem "chocolate au mousse" diye bir tatlıdan bahsediyormuş. boş yere fransızları sorularımızla rahatsız edip duruyormuşuz. tatlı su gezginliği de zor iş valla...

(birinci resim notre dame'ın batı yüzünde bulunan kuleleri, ikinci resim batı tarafındaki giriş kapılarından birisi, üçüncü resim batı gül penceresi ve paris'in bakiresi heykeli, dördüncü resim internette bulduğum bir chimere fotoğrafı, beşinci resim katedralin içi, altıncı resim katedralin doğu tarafı ve destekler, son resim ise güney gül penceresinin içeriden görünümü. daha fazla resim için

http://picasaweb.google.com/ozgurkayacik/NotreDamKatedrali#)

14 Ekim 2008 Salı

bir tatlı su gezgininin paris metrosu görüşleri

sabahın soğuğunda, amsterdam'ın otobüslerinin zamanlaması üzerine konuşuyorduk ki gece otobüsü, internette yayımlanmış 'durakta bulunma saatinden' 1 dakika önce durağa geldi. amsterdam şehrinin tüm ulaşımının merkezi tren garı olduğundan bindiğimiz otobüsün son durağı da tren garı.

benim hanım, paris gezimizi garanti altına almak için biletleri türkiye'deyken internetten almıştı. hiç hızlı trene binmemiş bir tatlı su gezgini olarak uçağa benzeyen bu toplu taşıma aracında da "check in" yapmak gerekiyor mu diye sorma gereği duydum. gerekmiyormuş neyse ki.

üç buçuk saatlik bir yolculuğun ardından hollanda ve belçika'yı arkada bırakıp fransa'ya, paris'e vardık. tren yalnızca birkaç büyük şehirde durdu. pek öyle uçak hızında filan değildi ama doksanlı yılların sonunda türkiye'de yaptığım tren yolculuklarına kıyasla oldukça iyiydi. paris'te "gare du nord"a (kuzey tren garına) indik. tren garında metro işaretini bulup bilet gişesine yöneldik. gişenin yanında reklamını gördüğümüz, günboyu sınırsız metro binişi sağlayan biletlerden kalacağımız süre kadar aldık. gişe görevlisi biletlerle birlikte bir de şehir haritası ve metro planı verdi.

böylece amstelveen'de sabah beş otobüsüyle başlayan, amsterdam'da hızlı trenle süren yolculuğumuz, öğlen saatlerinde metro ile otele varışımızın ardından sona erdi. amstelveen'de durağa yürüdüğümüz ve metrodan otele yürüdüğümüz toplam yüz metre yolu saymazsak hiç yürümedik denebilir. otele vardığımızda kendimizi hemen paris sokaklarına atacak gücümüz vardı. paris'te kalınacak otelde aranılması gereken en önemli özelliğin şehrin merkezine yakınlığı değil, metroya yakınlığı olduğunu da böylece anlamış olduk. zaten bütün oteller web sayfalarında bunu açıkça belirtiyor. (biz de daha türkiye'deyken, internet üzerinden, sınırlı bütçemize uygun, metroya yakın bir otel ayarlamıştık. elbette bunu da benim hanım, paris gezisinin iptal olmaması için neredeyse bana sormadan halletti.)

paris'te toplu taşımada metro, hızlı transit sistem (RER), tramvay ve otobüs kullanılıyor. (ayrıntılı bilgi için http://www.ratp.fr/ ) aldığımız bilet bunların hepsinde geçerliydi ama biz en çok metroyu kullandık, çünkü az zamanda çok yer gezmemiz gerekiyordu. zaman kısıtı nedeniyle paris'teki neredeyse tüm yolculuklarımızı yer altında yaptık diyebilirim.

gişe memurunun verdiği harita çok kullanışlıydı. haritada metro hatları farklı renklerle gösterilmiş, hatların bağlantı noktaları belirgin bir biçimde işaretlenmiş, turistik yerler ve hangi duraklardan buraya gidilebileceği haritada gösterilmişti. bağlantıları kullanmak suretiyle tarihi şehrin her yerine metro ile ulaşmak mümkün hale getirilmişti. hatta bir hediyelik eşya dükkanında paris metro haritasının kartpostal olarak satıldığını gördüm. bilmiyorum alan oluyor mu ama metronun da eiffel kulesi gibi paris'in simgelerinden birisi olduğunu daha iyi ne anlatabilir?

bazı metro durakları müze gibi ve bulunduğunuz yeri anlatıyor. örneğin rodin müzesi'ne en yakın durak olan "varenne"de iki tane rodin heykelinin kopyası bulunuyor. bunun gibi "palais royal- musee du louvre" (hükümdar konağı- louvre müzesi) durağında da bir kısım heykel ve louvre sarayı'nın üzerine inşa edildiği başka bir kalenin duvarları görülebiliyor. buna karşın metro istasyonları bizimkilere göre epey eski ve yıpranmış durumda.

metro işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde kalabalıktı ama bu saatler dışında rahatsız edici bir kalabalık görmedik. öte yandan en kalabalık saatte bile -hanımla ben hariç- metroya binecekler çıkacak olanları mutlaka bekliyorlardı. metroda yer kapma telaşı gösterdiklerine de pek tanık olmadım. tam tersine boş yer olmasına karşın ayakta yolculuk etmeyi yeğleyenler çoğunluktaydı.

tatili bitirip istanbul'a dönünce, arabaların yolları tamamen kilitlediği saatlerde hep paris'in metrosunu düşünür oldum. ellilerde trene "komünist taşıtı" olduğu için karşı çıkıp bizi arabaya ve karayollarına mahkum eden siyasi düşüncenin ardıllarının şimdilerde her yere "uygar şehirlerin ulaşım aracı" olarak metro ve hızlı tren yapmaya çalışmalarına gülümsemeye çalıştım. pek olmadı...

(ilk resimde hızlı trendeyim. ikinci resim paris metro haritası. üçüncüsü "palais royal- musee du louvre" metro durağı. dördüncü ise rodin müzesinin olduğu "varenne" metro durağı)

bir tatlı su gezgininin leiden karnavalı sonrası düşündükleri-2

(yazıyı bitirdiğimi düşünüp yayımlamıştım. ama düşündükçe konuyla bağlantılı birşey daha geldi aklıma, hızımı alamadım. kusura kalmayın...)

geçenlerde annem de türk insanının pis olmasından dem vurmuştu:

- eskiden böyle değildi. bir devlet büyüğünün geleceği duyurulduğunda herkes çıkar kapısının önünü temizler, bütün şehir pırıl pırıl olurdu. şimdi herkes çöpleri yerlere atıyor.

güzel annem benim, işte büyük şehirde yaşamak tam olarak böyle birşey. artık şehri sahiplenemiyorsun. bırak şehri, sokağı bile, hatta yaşadığın apartmanı bile benimseyemiyorsun. apartman komşularını bile tanıyamıyorsun. bu kadar yabancılaştığın birşeyi de koruma gereksinimi duymuyorsun, doğal olarak. hangi arkadaşının evine misafir olarak gittin de en ufak bir pislik gördün, güzel annem?

ama ilginç olan şu: annemin söylediği belediye, sokakların temizliğini sağlamak için çalışması, vatandaşa hizmet götürmesi gerekirken, vatandaştan yardım istiyor. "sokakları ben temizleyemiyorum. ama temiz de olmalı, çünkü bir devlet büyüğü gelecek. eee ne yapalım? hadi siz temizleyiverin." yüce türk ulusu, devletine itaatkar ve şehrine sevgi dolu olduğu için bunu gönüllü olarak yapıyor.

amsterdam'da evlerin dış duvarlarının temizliğini ve kimi zaman boyamasını bile belediye yapıyormuş. buyurun buradan yakın...

(resimler amstel nehri kıyısında yaptığımız bir bisiklet gezisinde çekildi. pazar sabahı amstelveen'den amsterdam'a doğru pedal basıyoruz.)

13 Ekim 2008 Pazartesi

bir tatlı su gezgininin leiden karnavalı sonrası düşündükleri

insanın yaşamının bir bölümünde değil, tüm ömrü boyunca, hiç duraksamadan "dostum! kardeşim!" diyebildiği, sonsuza kadar güvenebileceğini bildiği bir kişi karşısına ancak çok şanslıysa çıkıyor. insan keşke daha çok olsa onlardan diye dilemeden edemiyor. işte bu ender dostlarımdan birisi şu anda hollanda'da doktora tezini yazıyor.

uzun zamandır görüşemiyorduk. onu hollanda'da göreceğim için sevinçliydim, ama toplantıları yoğun. yoğun programında bir boşluk bulunca bizi aradı:

- leiden'de buluşalım. (layden diye okuyorlarmış)

- nasıl yani? başka bir şehirde mi buluşacağız? zaten kısa bir süre için buradayım, bir de bütün günü yolda mı geçirttireceksin bana, daha görmek istediğim müzeler var.

-sen burayı türkiye ile karıştırdın herhalde. amsterdam'dan trene binince 20 dakika sonra leiden'desin.

- ?!?!?!

çift katlı trene bindik. gidiş dönüş kişi başı yirmi yedi avro. yirmi dakika sonra leiden'de bir indik ki o ne? korkunç kalabalık. amsterdam'ın en turistik ve kalabalık yeri olan 'dam meydanı'ndan bile çok daha kalabalık, iğne atsan yere düşmez. bir cuma gününde, bu küçük şehirde, bu kadar insanın neden toplandığını düşünürken şehre karnaval geldiğini anladık. her yanda sokak satıcıları, her yanda açık hava konserleri, her yanda lunapark oyuncakları ve bolca yiyecek, içecek... büyük bir şaşkınlıkla biz de kalabalığa daldık. bulunmaz bir fırsat bu bizim için.

ortalık uluslararası izmir fuarının görkemli günlerini hatırlatıyordu. özellikle müzik gruplarının çaldığı sahnelerin önünde büyük kalabalıklar toplanmış, ellerde yiyecek ve içeceklerle karnavalın tadını çıkarıyorlardı. bu karnaval şehir şehir dolaşırmış böyle. ama kendimizi karnavalın kargaşasına, neden leiden'de olduğumuzu unutacak kadar da kaptırmadık: hem amsterdam dışında bir kenti gezecek, hem de eski bir dostla hasret giderecektik. karnavalın yayılmadığı sokaklardaki özgün yapılar ve dingin kahvehaneler kısa bir süre sonra ilgimizi daha çok çekmeye başladı. büyük bir rastlantı sonucu hollanda'nın ünlü yel değirmenlerinden bir tanesini de görme şansı bulduk leiden'de. sanmayın ki hollanda'nın simgesi yel değirmenleri her yerde görülebiliyor. tam tersine bir yel değirmeni görebilmek için araştırıp bulmak gerekiyor. biz de bu vesile ile bir yel değirmeni gördüğümüze çok sevindik.

hollandalılar için akşam yemeği saati tam 18.00 imiş, ne erken, ne geç. saat 18.00'e yakınlaşırken adımların hızlandığını gözlemleme olanağımız oldu, karnavaldaki kalabalık da ortadan kayboldu. işte bu saatlerde bilanço gözler önüne serilmeye başlandı: ortalık korkunç bir biçimde kirlenmişti! bizim taze meyve-sebze aldığımız sokak pazarlarında, akşam, pazarcıların gitmesiyle belediye işçilerinin gelmesi arasındaki süreçte ortalık nasıl görünüyorsa karnaval sonrası leiden sokakları da aynı öyle görünüyordu. sanki şehir çöplüğü rüzgarla şehre yayılmış gibi bir görüntü hakimdi leiden sokaklarına.

ilk öğretim üçüncü sınıftaki yeğenim geçenlerde:

- halkımız çok pis ne yazık ki. türkler sürekli etrafı kirletiyor. oysa avrupa'daki şehirlerin sokakları hiç bizimkiler gibi kirli değil. (büyümüşte küçülmüşe bakın.)

- ulen yumurcak! sen avrupa'nın kaç kentini gezdin ki?

- hiç gezmedim. ama öğretmenimiz öyle söylüyor.

büyük olasılıkla bizim yumurcağın öğretmeni de avrupa'nın herhangi bir kentini gezmiş değildir. ona da birileri böyle söylemiştir. gezmiş olsa, benim gibi o da akşam saatlerinde şehrin sokaklarının ne kadar kirli olduğunu gözlemleyebilecekti.

müthiş bir italyan lokantasında akşam yemeğimizi yedikten sonra, eşlerimizle birlikte kanal kenarında, "hollandanın yüzen tekne-evleri"ne komşu bir kahvehaneye geçtik.

karnaval sonrası ortalığın bu kadar kirlenmiş olması bende epey bir düş kırıklığına neden oldu. anlayacağınız bu konuda avrupalıların türklerden hiç farkı yok, türkleri bu nedenle küçük görenler yanılıyorlar. keşke olsaydı. keşke daha duyarlı olunsaydı. keşke avrupa ulusları türklere yerlere çöp atmama konusunda örnek olabilselerdi. ama durum bu değil. çok yazık.

kahvelerimizin geldiği sıralarda benim bu düş kırıklığımdan konuşuyorduk:

- daha da kötüsü var. karnavalda çokça alkol aldıkları için taşkınlık yapıyorlar ya da en basitinden buldukları sokak köşelerine pisleyebiliyorlar. sokakta yürürken kokular insanın burnunun direğini kırıyor.

- bu kadar ileri gidiyorlar mı?

- evet. hatta geçenlerde bir müzede, çok eski bir karnaval tablosunda, aynı davranışların o zamanlar da yaygın olduğunun ayrımına vardık. o zamandan bu zamana fazla yol alamamışlar. ama gece temizlikçiler şehrin bütün sokaklarını temizliyor ve sıklıkla sokakları yıkıyorlar. sabah olduğunda akşamki görüntüden eser kalmamış oluyor.

anlayacağınız avrupa şehirleri ile türk şehirleri arasındaki görüntü ayrımı "belediyecilik" başarısından kaynaklanıyor. yağmur yağdığında ayakkabıların hiç çamurlanmaması, yağmur sularının yollarda hiç birikmemesi, sokakların tertemiz olması, sokaklarda hiç çalışma görülmemesi... gibi avrupa şehirlerinin övülesi güzel yönleri tamamen belediyelerin çok çalışması ile bağlantılı sonuçlar. türkiye'de belediyeler çalışmıyor, sokaklar o yüzden bu halde oluyor.

- sokaklara çöp atmak yasak değil mi?

- yasak ama türkiye'de de yasak. kişi yakalanmayacağını düşündüğü sürece atmaktan kaçınmıyor, koca karnavalda hangi birisini yakalayacaklar? kişi yakalanacağını ve ceza yiyeceğini düşündüğünde çöp atmaktan geri duruyor. türkiye'de hiç kimse yere çöp attığında ceza yiyeceğinden korkmuyor ki! avrupalı bile kendi ülkesinde ceza yiyeceği korkusuyla yerlere çöp atmazken türkiye'ye gelince atıyor.

anlayacağınız avrupa şehirleri ile türk şehirleri arasındaki görüntü ayrımı "yasa uygulayıcıların" başarısından kaynaklanıyor. kırmızı ışıkta hiç kimse geçmiyor, yaya geçidinde yaya varken hiç kimse aracıyla üzerine sürmüyor, bisiklet ya da motosikletlere yol önceliği tanınıyor... avrupa şehirlerinin övülesi güzel yönleri yasa uygulacılarının başarısı ile bağlantılı sonuçlar. türkiye'de yasa uygulayıcıları da düzgün çalışmıyor.

kahveler içildikten sonra geri dönüş zamanı geliyor. iyi bir dostla insan her zaman birlikte olmak istiyor ama uzun aralıklarla görüşmek de çok sorun olmuyor. her görüşmede kaldığı yerden sürüyor dostluğunuz, gönülden ırak olunmuyor. insanın iyi bir dostuyla birlikte olması müze gezmekten daha çok değiştiriyor onu, daha çok şey katıyor. ayrılmanın acısı yeniden görüşmenin özlemine dönüşüyor hemen...

10 Ekim 2008 Cuma

bir tatlı su bisikletçisinin ‘bisiklet şehri’ amsterdam şaşkınlığı

bazı şehirler bazı taşıtlarla ilgili çağrışımlara neden olabiliyor. örneğin "istanbul'da arabasız yaşanmaz, dostum. motosiklet mi? deli misin sen? bu şehirde bu kadar kötü sürücü varken motosiklet mi kullanılır? aklını peynir ekmekle mi yedin? araba diyorum, araba. boş ver motoru..." işte bunun gibi amsterdam deyince de ilk akla gelen bisikletler oluyor.

amsterdam'da araba kullanılmıyor mu? kullanılıyor. tramvay ya da tren yok mu? var. ama şehir tam bir bisiklet şehri. bir kere bisiklet şehri olması tanrının emri. konya, herkesin bildiği üzere, bisikleti ulaşım aracı olarak kullanan vatandaşlarımızın en yoğun yaşadığı türk şehridir. çünkü bu allah'ın emridir. eski insanlar şehirlerini hep yüksek yerlere kurarken konya'yı kuranlar, artık ne düşündülerse, bir ovayı seçmiş. konya'da ufka kadar doğal tek bir çıkıntı göremezsiniz. doğal engeller olmadığı için bisiklete binenler rampa kaygısı olmadan şehri bir baştan bir başa rahatlıkla katedebilmektedir. işte genelde hollanda özelde de amsterdam aynen böyle. tüm ülkenin en yüksek noktası vaalserberg tepesi, o da yalnızca 327 metre. görseniz tepe demezsiniz yani öyle birşey.

amsterdam, amstel nehrinin denize döküldüğü yere kurulmuş. bildiğimiz 'delta' yani amsterdam'ın bulunduğu yer. göz alabildiğine düzlük ve birçok kanal. işte bu şehri bisiklet şehri yapan en önemli özellik belki de bu: şehirde köprülerin yaptığı bombeler dışında hiç yükselti yok.

ama bu tanrı vergisi özelliği amsterdam belediyesi akıllıca geliştirmeyi bilmiş. bir kere tüm amsterdam'da –otoyollar hariç- neredeyse tüm yollarda bisiklet yolları araba yollarından bile geniş. hatta bazı yerlerde gidiş-geliş bisiklet yolları bile gördük. genellikle farklı renkte olan bu bisiklet yolları, yayalara ayrılmış yolların kenarlarında bile var ve yollarda kullanılan malzeme araba yollarındaki malzemeden daha kaliteli. bisiklet tekerleklerinin kaymaması için özel bir bileşim kullanılmış.

ikinci önemli konu adımınızı attığınız her yerde bisiklet bırakacak düzgün yerler yapılmış olması. bununla ilgili bir belediye düzenlemesi var mı, yoksa tamamen ihtiyaçtan mı bu biçimde bilmiyorum ama her yerde mutlaka bisiklet kilitleyecek birşeyler var. hatta tren istasyonunun yan tarafında (ki tren istasyonu amsterdam şehrinin tüm ulaşımının kalbi anlamına geliyor. tren, tramvay, otobüs hep buradan kalkıyor) binlerce bisikletin bağlanabileceği, üç katlı bir yer bile vardı. aynı izmir konak'taki katlı otopark gibi.

bize oldukça ilginç gelen bir başka konu ise otobüs, tren, tramvay gibi toplu taşıma araçlarında özel bisiklet yerleri bulunmasıydı. bizim otobüslerde, dikkat ettiniz mi bilmiyorum, bebek arabası yeri vardır. otobüsün o bölümünde koltuk bulunmaz. işte amsterdam'daki toplu taşıma araçlarında da bunun gibi bisiklet bırakma yeri var. bisikletin dengede durmasını sağlayan bir düzeneğe ön lastiği takıp yerinize öyle geçiyorsunuz. toplu taşıma araçları bizimkiler gibi sıkış tepiş olmadığı için kimse de bu durumdan şikayetçi değil. tramvaylarda falan da böyle. bizde adalar vapuruna bile bisiklet sokmakta zorlanıyorsun, eğer sokabilirsen yere bırakmak zorundasın. kilitleyecek bir yer bile olmuyor.

bir de bisikletlere özgü trafik düzenlemeleri var. bisiklet yolları ile kara yollarının kesiştiği yerlerde bisikletler için kırmızı ve yeşil ışıklar var. (bisikletçilerin bu işaretlere uymaması halinde de 'bisikletli' polisler, batman gibi üzerinize çullanıp 60 avro cezayı yapıştırıyormuş.)
basınca yayalara yeşil, arabalara kırmızı ışık yanmasını sağlayan düğmeler, bisikletçilerin erişebileceği yerlere bisikletçiler için de ayrıca konulmuş. yayaların bile bisiklet yollarına girmesine izin yok. hatta bir ara, türkiye'de yayalara karayollarında tanınan sözde geçiş önceliğinin, amsterdam'da da 'sözde' kaldığını çünkü geçiş önceliğinin her zaman bisikletlerde olduğunu bile düşündüm. araba eğitimlerinde sürücülere dönüşlerde, yalnız aynadan değil kafayı çevirerek de bisikletleri kontrol etmeleri öğretiliyormuş.

elbette bir bisiklet şehrinde yaşamanın bisikletçiler için önemli zorlukları da var. örneğin bisikletler ya da bisiklet parçaları sürekli çalınıyormuş. bir de yeni bisikletler korkunç pahalı. ama anlatılamaz bir biçimde pahalı. örneğin bir tatlı su bisikletçisi olarak ben, tanınmış bir amerikan markasının yeni başlayanlara önerdiği bir dağ bisikletini kullanıyorum. 2007 yılı nisan ayında, indirimden, 350 USD kadar bir bedel ödeyerek almıştım. hollanda'nın bisiklet konusunda en başarılı markası "gazelle" imiş, bu markanın bisikletlerinin fiyatları 1.000 EU'dan başlıyordu. bu fiyata alabileceğiniz bisikletleri de bir görseniz inanamazsınız: teknolojisi eski, tasarımı bir tuhaf, frenler tambur, yalnızca 3 vitesi var... anlayacağınız türk piyasasında hangi fiyatı isterseniz isteyin satmaya olanak yok. ikinci el piyasası oldukça hareketli olduğundan bütçenize göre bisiklet bulmak büyük bir sorun olmuyormuş. ama bisikletlerin ikinci ele düşebilmeleri için birilerinin sıfır alması gerekecek. vay o insancıkların haline...

8 Ekim 2008 Çarşamba

tatlı su gezgini tanınmış bir şehrin bilindik bir yerinde

konuya neresinden girsem vallahi bilemiyorum. bu senenin bayramları uzun ya, epey bir malzeme sağlıyor insana. bir tatlı su gezgini olarak yolumuz bu bayram amsterdam'a düştü. bir tatlı su gezgini olarak düsturumuz ilk gidişimizde yörenin bilindik yerlerini gezmek, sonraki gidişlerimizde ise bilinmedik yerlerini keşfe çıkmaktır. bunu yapabilmek için de gidilecek yer hakkında araştırma yapmak, notlar çıkartmak, bazen resimler bulmak falan gerekir. aynı titizlikle, amsterdam için de yola çıkmadan bir ay önce araştırma yapmaya başladık.

amsterdam'a gideceğimizden kime bahsetsek yüzlerde muzır bir gülümseme belirir oldu. ben bu gülümsemeyi bir yerden hatırlıyorum ama neyi ima ediyorlar acaba? bu hınzır gülümsemeyi ben birkez daha bir yerlerde görmüştüm ama neresiydi? aha hatırladım: yaş 16 filan. yaz tatilinde bergama'ya, çok yakın ve sevdiğim bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. babasının arabasını kaçırıp biraz bergama'nın tenha sokaklarında turladık. şehrin kenar mahallelerine giden bir yolda, karşıdan gelen arabanın içindeki adamlar bize, işte şu anda sıkça gördüğümüz muzır gülümsemeyi atmışlardı. merakla bergamalı arkadaşıma bu gülümsemenin nedenini sordum, o yolun bergama'nın tek genelevine çıktığını söyledi. sonra da uzakta, bahçe içinde bir villayı gösterdi. geneleve gitmek gibi bir niyetin içinde olmasak da o hınzır gülüş ikimizi de epey utandırdığından hemen yönümüzü başka bir yola çevirdik. işte benim bir geneleve en yakın olduğum gün o gündü, ta ki amsterdam'a gidene kadar.
'red light district' (kırmızı ışık bölgesi) amsterdam'ın merkezinde birkaç yan yana dar sokaktan oluşan bir bölge. bazı kapılarda, üst üste üç kırmızı ışığın bulunduğu işaretler var. eskiden, gece yarısından sonra gösterilen, kırmızı noktalı filmler vardı ya, benzer bir mantıkla işaretlemişler kapıları. ama girişinden geçerken sokağın 'kırmızı noktalı bölge'ye dahil olup olmadığını anlamak mümkün değil. önünde öyle polisler filan yok ya da ışıklar çok uzaklardan seçilebiliyor değil. gayet normal sokak işte...

bizim rehber amsterdam doğumlu olması nedeniyle bölgeye çok hakim:
- burada eskiden erkek olup şimdi kadın olmayı seçmiş olanları görebilirsiniz.
- köşeyi dönünce meşhur bilmem kim hanımın penceresini göreceksiniz.
- bunun gibi, perdelerini kapalı gördüğünüz pencereler, halihazırda müşterilerini bulmuş olanlar olup şu anda içeride bulunan yataklarda müşterileriyle hoşça vakit geçirmeye çalışmaktadırlar... vs. (bu kadar gürültülü bir ortamda nasıl odaklanabiliyorlarsa artık?! sokakla aralarında yalnızca bir cam ve bir de perde var.)

sokaklar boyunca uzanan genelevler dizisinde, kumsalda geziniyor rahatlığıyla dolaştırdı rehberimiz bizleri. o kadar ki dolaşırken pencerelerde bekleşen kadınların bazılarına el salladı, hatır sorar gibi hareketler yaptı. bize kumsalda bikinili kadınlara dikkatlice bakmanın bile ayıp olduğu öğretildiğinden genelevleri turistik bir yer olarak gezmeyi de epey yadırgadık. yabancı bir ülkeden gelen bir turist topluluğunun, istanbul'da sultanahmet'i gezdikten sonra tanınmış bir genelevde çalışanları görüp oradan da dolmabahçe sarayına geçmesi gibi birşey bu. hanımla el ele genelev gezmiş olduk bu gezi sayesinde.

üniversite yıllarımda iki arkadaş otostop çekerken bir kamyoncu bizi almıştı. amcam yolculuk boyunca bize, güzel ülkemin genelevleri üzerine görüşlerini aktarmış, biz de bu sayede her şehrin genelevi nerede, en iyisi hangisi öğrenmiştik. işte bu kamyoncu amcamızın muzır bir gülümseme ile amsterdam'da dolaşacağını hayal edebiliyorum şu anda.

genelev denince aklıma hep leman dergisinin karikatürleri gelirdi: yüksek duvarlar, kapıda kimlik soran polisler ile anlatılırdı karikatür genelevleri. şimdi bu görsel imgenin yerini amsterdam aldı. amsterdam belediyesinin simgesi kırmızı bir kalkan üzerinde üst üste üç tane, beyaz çarpı işareti. o çarpılar bana kırmızı noktalı bölgenin ışıklarını çağrıştırır oldu artık. gerçekte ikisi arasında görsel bir bağlantı gerçekten var mıdır, bilmiyorum.

kırmızı noktalı bölgeden uzaklaşıp şehir turumuzu kanallarda yapılan tekne gezisi ile sürdürdük.

(resimlerle kırmızı bölge arasında bir bağlantı yok. kırmızı bölgede resim çekmek ve kamera ile görüntü almak pek hoş karşılanmıyor, nedense. yalnızca son resim amsterdam'daki sex müzesinin girişini gösteriyor. girmedik ama konusunda dünyanın en kapsamlı müzesi olduğu söyleniyor.)

bir malzeme dağcısının 'au vieux campeur' paris serüveni

üniversite yıllarımda, tüm gençler gibi benim de eğlenceli uğraşılarımdan para kazanma düşlerim vardı. bu dürtüyle dönemin tanınmış dağcılık mağazalarından birisinde çalışmaya başladım. bir yandan da dağ ve trekking rehberliği (ya da rehber yardımcılığı) filan ile okul harçlığımı çıkarmaya çalışıyordum. ama okula pek uğradığım yoktu aslında. işin asıl ilginç yanı dağcılıkla uğraştığım da pek söylenemezdi. cumartesi dahil tüm hafta mağazada satış yapmaya uğraşıyor, pazar günü de çağırılmışsam trekking turlarında rehberlik yapıyor ya da dinleniyordum.

tezgahtar olarak çalıştığım dönemde bir-iki dağ rehberliği işi dışında hiç tırmanmadım. işte dağcılıkla iç içe ama dağlardan uzakta yaşadığım bu dönemde bir kavramla tanıştım:
"malzeme dağcılığı"
. hatırı sayılır paralara dağ malzemesi satın alan ama hatırı sayılır hiçbir dağda boy göstermeyenlere yapılan bu yakıştırma benim o dönemdeki durumumu tam olarak anlatıyordu. kazandığım üç-beş kuruşla mağazada satılan ürünlerden alıyor, bir gün bunları dağlarda kullanmayı düşleyip duruyordum. anlayacağınız ben yenilerde tatlı su dağcısı olmadım. kendimi bildim bileli, bir tatlı su dağcılığı vardır doğamda. arada bir iki zirve yapar, sonra uzunca bir süre zirve düşleri kurarım.

iyi bir malzeme dağcısının en önemli özelliği aynı zamanda iyi bir katalog dağcısı olmasıdır. yalnızca yurdumuzdaki mağazalarda değil, yurt dışındaki mağazalarda da ne satıldığını, bedelinin ne olduğunu ve yurda en az masrafla nasıl sokulabileceğini de bilmelidir iyi bir malzeme dağcısı. en yeni malzemeyi, en az giderle yurda sokmuş olmak malzeme dağcıları arasında önemli bir büyüklenme nedenidir.

yurt dışına çıktığımda gittiğim yerdeki mağazaları gezmek, ucuzluktaki ürünlerden almak bende de adetten oldu. malzeme dağcılığında şanımız yürüsün hesabı... böylece malzeme dağcılığı konusunda kıdem yapmaya başladım.

işte bendeniz o yıllardan beri fransa'da "au vieux campeur" adında bir mağaza olduğunu duyardım. bu mağazanın en dikkat çekici özelliği geniş ürün yelpazesiydi. yok yok yani, öyle birşey. ürün kataloğunu görseniz ansiklopedi mübarek.

bu sene bayramlar açısından şanslıyız ya, geniş tatilde yolumuz paris'e düştü. ilk gidişim. ilk kez au vieux campeur'a gitmek için bir fırsat doğdu, hemen web sayfasına yöneldim. o ne?! tamamı fransızca sayfanın, ingilizcesi yok. üzüntü ve muz kabuğu... malzemeler hakkında anlatılanları hiç anlamıyoruz. ama hanım da ne zamandır yeni bir dağ botu istiyor, mecbur gideceğiz mağazaya. internetten adresi alıp düşüyoruz yola.

paris'in turistik yerlerini gezmeye başlamadan koşuyoruz mağazaya. önce "quartier latin" (latin köşesi) diye bir yeri bulmamız gerekiyor. ben sanıyorum şehrin dışında bir gecekondu mahallesi bahsedilen yer, hani latinler falan var ya, o sebeple şe' ettiydim. yok valla, quartier latin dedikleri yer notre dam kilisesi'nin bir sokak ötesiymiş. metro'ya atlayıp notre dam durağına yöneldik, yer yüzüne çıkınca ilk gördüğümüz polise adresi gösterip yol sorduk:

- telaffuz et bakayım, nasıl söyleniyor?

- o vio kampör?

- olmadı. beğenmedim. (benim hanıma dönerek) sen söyle bakayım.

- (ne yapsın, mecbur beni taklit ederek) o vio kampör?

- yok seninkisi de olmadı. 'o viö kampöğğğ' olacak. "r" genizden gelecek. sizin yaptığınız gibi değil.

- bu yararlı bilgi için çok sağolun. mağaza ne tarafta?

- sağda. oraya doğru yürüyün, görmemeniz olanaksız. ehe ehe...

- ehe ehe, sağolun, çok yardımcı oldunuz... (yalandan gülüyorum ha, hiç sevmem böyle ukala tavırları aslında)

gösterdiği yöne doğru söylene söylene yürüdük hanımla. sorbonne üniversitesinin yanından geçtikten sonra turuncu harflerle yazılmış "au vieux campeur" yazısını bulduk. kapıdan içeri girince ayrı bir şaşkınlık yaşadım çünkü hiç hayal ettiğim gibi bir yer değil, küçücük. ben bekliyorum ki alışveriş merkezlerindeki boyner mağazaları gibi çok katlı ve her yerden malzemeler fışkıran bir mağaza olacak. tam aksine, aynı model ayakkabının yan yana dizilmesiyle rafları doldurulmuş, küçücük bir dükkan. mağaza bile değil. çeşitlilik desen yerlerde sürünüyor. neyse morali bozmuyoruz tezgahtara istediğimiz dağ botunu anlatıyoruz:

- saint germain caddesi'ndeki mağazaya gitmeniz gerekiyor. diye yanıtlıyor fransız aksanı bol ingilizcesiyle

- o nerede?

- iki sokak yukarıya gidip sağa dön. aradığınız ayakkabılar ikinci katta.

meğersem 'au vieux campeur' quartier latin denen yöreye yayılmış yirmi altı ayrı dükkandan oluşan bir bütünmüş. her dükkan ayrı bir konuya odaklanmış. birisine giriyorsun yalnızca ayakkabı görüyorsun, bir başkasına giriyorsun yalnızca giysi ya da yalnızca dalış malzemeleri.

neyse ki bunca çabamıza değdi. altmış euro'ya tam istediğimiz gibi bir dağ botu bulduk. botlar için iki yüz altmış euro'yu bile gözden çıkartmış olduğumuzdan ve biraz da malzeme dağcısı olmak bunu gerektirdiği için, ufak tefek başkaca malzemeler alarak elimizde kalan iki yüz euro'yu da "au vieux campeur'ün hakkıydı zaten" diyerek çeşitli dükkanlarda harcadık. böylece tek sırt çantası ile gittiğimiz paris'ten artı bir bavulla döndük. ama malzeme dağcılığı konusunda tanınmış bir zirveyi tırmanmanın mutluluğu buna değer.

(ilk resim notre dam katedrali, ikinci resim sorbonne üniversitesinin girişi)