25 Aralık 2008 Perşembe

sütdonduran’dan erciyes

sabahın üçü, yataktayız:
- kışt, kışt...


- n'apıyosun sevgilim sabahın köründe?!
- şeytan kovalıyorum
- nasıl yani???
- şeytan dürtüyor da beni "hazır izin de almışken boşver tırmanmayı. üç gün yat, dinlen. ne gerek var şimdi kayseri'ye kadar gitmeye!" diye. onu kovmaya çalışıyorum.
- benimkisi de bana aynı şeyleri söylüyor, vallahi. benimkisini de kovsana.
- kalk hadi, kalk. onca para verdik uçak biletlerine, yanmasın.

sabah saat dört. arabayla havaalanına doğru yola çıktık (1). acaba kazma, krampon, bıçak... gibi delici ve kesici aletleri güvenlikten geçirebilecek miyiz? bunca ağır çantaları ek ücret ödemeden uçağa aldırabilecek miyiz? neyse ki büyük bir sorun çıkmadı. yalnızca dağ ayakkabılarımızdaki demirler yüzünden metal dedektöründen çorapla yürüdük. ekibimiz havaalanında yine bir araya geldi:

- kızılkaya'da çığı yedikten sonra ilk düşündüğüm "tüh be! neredeyse vadi tabanına kadar sürüklendim. şimdi yeniden nasıl çıkacağım bunca yolu?" olmuştu. ama aradan geçen zamanda tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anladım.
- evet, ben de şimdi çığ yemekten daha çok korkar oldum...

havaalanı aktarma otobüsüyle uçağa bindik(2). kırk dakikalık bir uçuştan sonra kayseri'ye indik(3). önce dolmuşla havaalanından şehir merkezine gittik(4). kahvaltı niyetine birer çorba içip yirmi dakikada bir geçen hacılar otobüslerinden birisine atladık(5). kısa bir yolculuğun sonunda da hacılar'a vardık. hacılar dağcılık kulübü bizi odasına davet etti, çay ikram etti. son hazırlıklarımızı burada tamamlayıp çantalarımızla birlikte belediyenin kamyonlarından birisinin kasasına doluştuk(6). kamyon yolun buzlandığı 2.300 metrelere kadar dolana dolana getirdi bizi. evden çıkalı yaklaşık yedi saat olmasına ve bu süreçte altı araç değiştirmiş olmamıza karşın hala önümüzde çok yolumuz vardı, neyse ki henüz öğlen saatleriydi:

- sütdonduran yaylası 2.700 metre yükseklikte. buradan yürüyüş hızınıza bağlı olarak dört ya da beş saat dağ evine ulaşabilirsiniz.

dedi ahmet. yanıtım gecikmedi:

- ekip üç saatte varır o halde dağ evine. ben de hava kararmadan önce ancak gelmiş olurum, sanırım. siz yemekleri hazırlayın bari... (gülüşmeler)

kızılkaya ekibimiz yedi kişiydi. bu sefer bir eksik beş fazla ile on bir kişiyiz. mimar sinan dağcılıktan genç arkadaşlar var yanımızda. 89 doğumlu filanlar. onlar bile reşit olmuş da üniversite öğrencisi olmuş. anlayacağınız biz dede olmuşuz da farkında değiliz.

gerçekten de onların yanında kendimi yaşlanmış hissettim. bir yandan gülüşüp şakalaşıyor, bolca fotoğraf çekiyor, öte yandan neredeyse koşarak tırmanıyorlardı. enerjilerini çocuklar gibi israf ediyor olmalarına karşın benden hızlı tırmanmaları karşısında yaşlandığımı anladım. ama bir dakika ya... kızılkaya'da ben ekibin en genciydim. yine ben en arkadan geliyordum. o halde sorun yaş değil. bitmişim ben...

ekibin en kötüsü oluşuma mazeret üretmeye çalışarak ve diğerlerine yetişme telaşı içinde dağ evine ulaştım. hacılar dağcılık kulübünün dağ evi neredeyse uludağ otelleri kadar güzel. "boydak holding"in katkılarıyla bu yıl inşa edilmiş. mutfak, tuvalet, lavabo, sedirler... ihtiyacımız olan herşey var. evin tam ortasında da kocaman bir şömine var. borular ve jeneratör donduğu için su ve elektriğimiz yok. ama önemli değil, dağ evi çadırda kalmaktan bin kat lüks...


ilk gün kalan saatleri ateş başında sohbet, yeme-içme ile geçirdik. sıcacıktı, çok güzeldi. gece üçte kalkıp tırmanışa gideceğimizden erkenden yattık.

dağ evinin yerleri parke olduğundan gece biri tuvalete kalkınca takırtıdan uyumak zor oldu. bunu saymazsak yol yorgunluğuyla deliksiz uyudum. uyandığım saatte hala tırmanışa katılmamak için bir mazeret bulamamıştım. önümde bulmak için bir saat vardı. ama herşey yolundaydı: yemekler ortak yapılıyordu, akşamdan bolca kar eritmiştik, bol suyumuz vardı. gece şömine biraz tütmüş, dumanı baş ağrısı yapmıştı. ama bunu da kullanamadım çünkü herkes aynı durumdaydı. hazırlandım.

dördü yirmi geçe herkes hazırdı. yürümeye başladık. havadan yana şansımız çok iyiydi. bilen bilir, erciyes'in dillere destan bir rüzgarı vardır. bu tırmanışta da rüzgar peşimizi bırakmadı. açıkta kalan yerleri donduruyordu. rüzgar dışında bir kış tırmanışı için sıcak bile sayılabilirdi.

gecenin karanlığında hızlı adımlarla tırmanışa geçtik. yapmamız gereken 3.600 metrelik bir sırt hattını geçmek, bir kaya kütlesinin altından dolaştıktan sonra bir tünelden geçip 3.917 metrelik zirveye ulaşmak. daha önce burayı yazın tırmanmıştık ve çadırımıza geri dönmemiz yaklaşık on iki saat kadar sürmüştü. rotanın bazı bölümleri dik ve tehlikeli ama her şeye hazırlıklıyız.

karların içinde saatler boyu öndekinin açtığı ayak izlerine basarak ilerledik. ama biz yaklaştıkça sırt uzaklaşıyor gibiydi. eğim arttıkça hızımız azaldı, benim ayaklarım ve ellerim üşümeye başladı. ama her geçen saat dağ evinin sıcaklığını üzerimden attım, uykum açıldı, kendimi daha iyi hissettim. bir de güneş doğsa artık beni kimse tutamaz diye düşünüyordum.

sırta çıkmamıza yaklaşık yarım saatlik yol kalmıştı:

- tabakalar üst üste birikmiş durumda. bizde tabakayı kestik. eğer biraz daha zorlarsak çığ düşecek. bulunduğumuz noktada tabaka inerse, kızılkaya'dakinden daha tehlikeli bir durum oluşacaktır.

- çığ hattının tam ortasındayız. bir çığ olursa hepimizi yutar.

- geri dönelim.

saat yediyi yirmi geçiyordu. güneş, aşmaya çalıştığımız sırtın hemen arkasındaydı. sırtı aşabilsek güneşe ulaşacağız ve belki zirveye de ulaşacağız.

- tırmanışı sürdürsek bile zirve dönüşü bu sırtlara güneş vurmuş olacak. yorgun argın buraya ulaştığımızda kesin çığ düşüreceğiz.

- evet, daha çok risk almaya gerek yok.

saat daha sabah dokuz buçuk. yeniden dağ evine döndük. herkesin neşesi yerinde. günü ateş başında sohbetle, ara ara uyuyarak, bol bol yemek yiyerek geçirdik. bu iki günlük etkinlikte bütün ömrüm boyunca oturduğum sürenin toplamından fazla oturdum sanıyorum ateşin başında. (ateşi sürekli yanık tutan arkadaşlara çok teşekkür ederim.) dağ evi halkının oyun kağıtlarıyla 'eşek' oynamaya başladığı saatlerde yavaştan uyku tulumuna süzüldüm ve onca gürültüye karşın bebekler gibi uyudum.

saat sabah yedi. dönüş gününde dışarıda çok şiddetli rüzgar vardı. hava kapalıydı. kar mı yağıyordu, yoksa rüzgar yerdeki karları mı savuruyordu bilmiyorum ama göz gözü görmüyordu. geldiğimiz yoldan hızla aşağı indik. kamyonun bizi beklediği yere vardığımızda hava değişmiş, şiddetli soğuk ve kar yerini güneşe bırakmıştı. kamyonun kasasına doluştuk ve hacılar'a geri döndük. herkes yemek yemek için sabırsızlanıyordu. bu yüzden hacılar'da oyalanmayıp kayseri'ye indik. güzel bir yemekten sonra hunat çarşısında çaylarımızı içtik. akşam hepimiz evlerimizdeydik.

bu etkinlikte çok önemli bir şeyi anladım: dağ evi dağcılığın gelişmesi için olmazsa olmaz. türkiye'de dağ evlerinin yaygınlaşması gerekiyor.

22 Aralık 2008 Pazartesi

bir motorcu fıkrası

serçenin biri baharın gelmesiyle aşık olmuş. bir sağa, bir sola salınarak uçuyor; bir yandan da sevdiğini düşünüyormuş. böyle dalgın dalgın uçarken ne kadar alçaldığını fark etmemiş... o sırada sarışın sevgilisini arkasına atmış bir sağa, bir sola yatarak hızla üzerine gelen bir motorcu görmüş. ama çok geç...
serçe 'çotanak' diye motorcunun kaska çarpıp baygın yere düşmüş.
kaska çarpan serçe yüzünden sersemleyen motorcu az ileride durmuş. sarışın yolcusu, küçücük kazazedeyi görünce kıyamamış, yolda yerde yatar bırakacak halleri yok ya, getirmişler baygın serçeyi eve.
evde eskiden kalma bir de kafesleri varmış... sarışın, baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş. kafesin içine de halihazırda taze kuş yemi olmadığından, az biraz su, az biraz da ekmek koymuş. motorcu sevgilisiyle alemlere akmış...
bizim aşık serçe bir süre sonra ayılmaya başlamış. kafa hafif bulanık, ortalığı daha tam seçemiyor... çevreye bir bakmış ki parmaklıklar var, ekmek ve su dışında da birşey yok bulunduğu yerde...
- hass..tir laaann! öldürmüşüz motorcuyu!..

16 Aralık 2008 Salı

gaziantep’in iki yüzü

hiç dikkat ettiniz mi? kadim şehirlerin hep iki yüzü oluyor. bir yüzü eski mimari yapılardan geçmişe bakıyor, diğer yüzü ise şehirde yaşayanların gözlerinden geleceğe...

geçenlerde ikinci kez gaziantep'e gittim. kenti önceden görmüş olmama karşın tanıyamadım. birincisinde tatil amaçlı gitmiştim, bu kez iş için gittim. önceki gelişimde gaziantep mozaik müzesini, gaziantep kalesini ve çarşılarını gezmiştim; bu sefer tapuyu ve belediyeyi gördüm. sanki başka bir kentteyim.

işlerimi bitirdikten sonra akşam yemeği için bildik bir yere gitmek istedim. önceki gelişimizde yemeğimizi, ünlü 'imam çağdaş'ta yemiştik. "bari" dedim "orasını göreyim. hatırladığım kadarıyla yemek inanılmaz güzeldi. eskileri yad ederim." taksiciye gitmek istediğim yeri söyledim, hemen götürdü. varınca dışarıya bakmadan dalgın dalgın parasını ödedim. yani beni bambaşka bir yere götürmüş olsa da inecektim, öyle birşey.

indim, tabelasında 'imam çağdaş' yazan, büyük bir mekanın önündeyim. ama benim hatırladığım yer buradan çok farklıydı. biz köhne, daracık bir yerde, üst üste diyebileceğim bir biçimde enfes bir yemek yemiştik. önünde durduğum yer ise istanbul boğazındaki herhangi bir yer kadar lüks ve büyük. bozuntuya vermedim, isimler aynı diye daldım içeri. 'iki yılda işi çok ilerletmişler, umarım lezzet eskisi gibi kalmıştır' diye düşünüyordum ki çalışanlar yanıma geldi:

- orası da duruyor. genellikle tur şirketleri turistleri götürüyor oraya. burası da uzun zamandır var.

içerisi çok geniş ve ferah. birçok çalışan var ve oldukça çalışkanlar, servis çok keyifliydi. müşterilerse genellikle gaziantep'in iş çevresi ve onların misafirleriydi: takım elbiseli, esmer yüzlü, göbekli iş adamları, zarif iş kadınları...

yemekler yine çok lezizdi. bir de tatlılarından yedim, inanılmazdı. hesap gaziantep için yüklüydü, ama bu lezzete uygundu bence.

kadim şehirlerin hep iki yüzü oluyor. şehirlisi modern yapıları, alışveriş merkezlerini, iş çevresini yaşıyor; turisti ise eski yapılar, müzeler ve manzara tepelerinden oluşan başka bir yüzünde geziniyor. şehirlisi alışveriş merkezinde kahvesini içerken, turist illa bir bedesten arıyor.

uçuş saatine kadar, gaziantep'in yeni sokaklarında dolandım. tur rehberlerinin bize göstermediği yeni gaziantep'e baktım. yenisini de beğendim.

(resimleri önceki gaziantep gezim sırasında çekmiştim. gaziantep müzesindeki ünlü çingene kız mozaiği ile gaziantep kalesi.)

kışa doğru adım adım: çelikbuyduran

niğde'ye giden otobüste, 2002 yılı başından beri kışın kamp yapmamış olduğum gerçeğini düşünüyordum. 2002 yılbaşında da ağrı kış tırmanışı için kamptaydık. bu sefer yeniden bir ağrı kış tırmanışı hazırlığı için kış kampında olacağım. rastlantı işte...

hafta boyunca hava çok iyiydi. ama hava raporlarına göre hafta sonunda aladağlar fırtınalı olacaktı. benim gibi bir tatlı su dağcısının böyle bir havada aladağlar gibi zorlu bir dağda işi olmazdı ya, neyse. ama önceden planladığımızdan tırmanışın tarihini değiştiremiyorduk. öte yandan bu hazırlık tırmanışı için çok ciddi bir hazırlık dönemi geçirmiştik ve pes etmiş olmak istemiyordum.

araca binmemizle uzun zamandır birbirini tanıyan ama bir süredir görüşememiş ekip üyeleri hasret gidermeye başladılar ateşli bir biçimde:

- bu yaz lenin'deydik. hiç ön hazırlık yapamadan gittik ama oldukça rahattık. raporlarda hep 21 gün olarak planlanmış bir tırmanışı 14 günde aradan çıkardık. (nasıl yani? yedi bin metre yüksekliğindeki bir dağa, hiç hazırlanmadan, normalden 1/3 daha hızlı mı tırmanmışlar?)

- bu çanta var ya ne kadar sağlam olduğunu size anlatamam. bugüne kadar 120'den fazla etkinlik yaptım, hepsinde benim yanımdaydı. daha yıpranmadı bile... (ne? kaç etkinlik yapmış? yüz yirmi mi dedi o?)

- ben demirkazık'ı bilinen her rotasından yazın çıktım. artık rotaların kış tırmanışlarına başlamak istiyorum. var mı benimle gelmek isteyen? (yok. yani o kişi ben değilim demek istiyorum. daha en kolay rotasının yaz tırmanışını bile yapmadım.)

- hehehe! biz de şey ettik, geçen hafta sonu uludağ'ın rotasının çoğunu yürüdük. hazırlık olsun diye yani... hani orası da dağ ya, hazırlık olsun diye şey ettik... (bizim örnek biraz sönük kaldı galiba. pek olmadı gibi sanki...)

aslında iyi hazırlanmıştık bu tırmanışa ama bu ekibe ayak uydurabilecek miyiz, emin değildim.

bütün geceyi otobüste geçirdikten sonra sabah niğde'ye vardık. oradan da dolmuşla çukurbağ'a geçtik. salim amca, traktörü ile bizi yol üstünde bekliyordu. biz yedi kişiydik. ama salim amca bizden izin istedi:

- iki arkadaş sizden önce aradı. onları sarı memedin yurdu'na götüreceğim. sizi bekletmek durumunda kalacağım, kusuruma bakmayın.

herkesi memnun etmeyi istiyor salim amca ama üç kuruş kazanç için sözünden dönecek insanlardan değil.

- sizi yarım yola kadar bırakırsam arkadaşlar da önce sizi bırakmamı kabul ederlerse iki ekibi de aynı anda götürebilirim. ama önce onlara sormam lazım, onlar öncelikli.

diğer ekibin kabul etmesiyle hep birlikte traktörün römorkuna doluştuk. hava kötüydü. güneyli bulutlar çoktan hedeflediğimiz kızılkaya zirvesinin üzerine çöreklenmişti. soğuk bir rüzgar esiyordu. böyle bir havada traktörde, açıkta yolculuk etmek çok zor. donuyorsunuz. herkes polarlarını ve rüzgarlıklarını sonuna kadar kapattı, taşıyıcının içine rüzgar yemeyecek biçimde çöktü. biz şehirlilerin tersine salim amca o kadar rahattı ki! incecik bir lise montuyla kullanıyordu traktörü. buraların adamı olduğu her halinden belliydi.

demirkazık'ın rotalarını inceleyerek sokullu pınar'ın batısında bir yere vardık. salim amca, bizi bırakırken yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle iyi tırmanışlar diledi. o, diğer ekibi bırakmak için emli vadisine yönelirken biz de yürüyüş için son hazırlıklarımızı yaptık.

kamp yerimiz çelikbuyduran'a yükselirken adım adım kışa doğru ilerledik. her adımda biraz daha fazla soğuk oldu, her adımda biraz daha çok kar yağdı.

karayalak vadisi'nin içinde sürüp giden yürüyüşümüzün sonunda aladağların en zorlu kamp yerlerinden birisine ulaştık. oldukça dik bir yürüyüş oldu. ama salon çalışmalarının meyvelerini topladığımızı hissettim. çok güçlü ve deneyimli bir ekiple birlikte tırmanıyor olmamıza karşın oldukça yakın bir tempo yakalamayı başardık. ne yazık ki çelikbuyduran'a varmadan hava kötüleşti. dört saatlik yürüyüşün sonunda, saat üç sularında güneş vadiyi aydınlatmaz oldu, kar yağışı arttı. bir buçuk metre yüksekliğindeki bir kar tümseğinin arkasına kamp atmaya karar verdik. bulunduğumuz noktada en az rüzgar alan bölüm burasıydı. önce çadırların yerleri düzlendi, sonra teker teker çadırlar yerleşti.

buraya kadar herşey yolundaydı. ama çadır yeri üç çadır için biraz küçük geldi. üstüne üstlük bulunduğumuz nokta korkunç bir biçimde kar topluyordu. yağış çok şiddetli olmamasına karşın sert rüzgarın üfürdüğü karlar tam çadırlarımızı attığımız yerde kar birikmesine neden oluyordu. çadırları kurmamız yeni bitmişti ki benim çadırın biçiminin ve konumunun bize zor bir gece yaşatacağını anladık. iki direkli çadırımız, yelkene benzeyen biçimiyle duvarlarında kar birikmesine neden oluyordu. üstüne üstlük de rüzgar ilk bizim çadıra çarpıyordu.

ama hava koşullarından kaynaklı zorluklara eklenecek bir sorunumuz daha vardı: yıllar önce her koşulda çalışması için aldığım ocağımın bu koşullarda çalışmaması. bir yudum sıcak birşeyler içmeden tırmanamazdık. evden yola çıkmadan önce ocağı denemiştim, gürül gürül yanıyordu. ama çadırda bir türlü istediğim verimi alamadım. sonunda da tamamen söndü.

çadırımızın üzerindeki karları küredik, diğer çadırlardan uyumamıza yetecek kadar sıcak su alıp yattık. aradan bir saat ya geçmiş ya geçmemişti, büyük bir daralma duygusuyla uyandık. çadırın duvarlarının dışında o kadar çok kar birikmişti ki çadırın içinde neredeyse hiç yer kalmamıştı. bütün geceyi kar küreyerek geçireceğimiz böylece anlaşılmış oldu. sıraya koyduk, bir hanım yapacaktı, bir ben.

tırmanışa gidip gitmemeye tırmanışa başlama saatinde karar verecektik, yani 02.00'da. ama saat 02.00 ile saat 03.00 arasını tırmanışa hazırlanmak yerine çadırın tamamen gömülmemesi için kar küremekle geçirince bizde hiç istek kalmadı. zaten gece sürekli kar kürediğimizden doğru düzgün uyumamıştık. üstüne üstlük sıcak su yoktu. dahası kuru giysi de kalmamıştı. bu halde tırmanamaz, diğerlerini de yavaşlatırdık. kesin olarak gitmeme kararı aldık.

ekibin kalanı zirveyi denemek için yola çıktığında ben de kar küremeyi yeni bitirmiştim. bu seferki çabamın bizi güneş doğana kadar yeniden küreme derdinden kurtarmasını umuyorduk, zaten güneş doğunca da aşağı, sokullu pınar'a dönüp ekibin kalanının gelmesini orada beklemeyi planlıyorduk. yani kabus bitecekti.

tırmanışa giden ekibe çok güveniyorduk, her durumda bizim yardımımıza gerek olmayacak kadar güçlü ve deneyimli bir ekipti. ilk telsiz bağlantısı 06.00'da kurulacaktı. ama biz gecenin yorgunluğu nedeniyle bağlantı saatini kaçırmışız. uyandığımızda saat 06.45'ti. yeniden bağlantı kurmayı denerler belki düşüncesiyle telsize sarıldık. telsizi kurcalarken gelen konuşma seslerinin ben telsizden geldiğini sandım ama çadır arkadaşım (yani benim hanım) "hayır!" dedi "dışarıdan geliyor." büyük bir şaşkınlıkla tırmanışa giden arkadaşlarımızın geri dönüşünü izliyorduk. dönüş için saat daha çok erkendi.

tam sırta ulaşmalarına 10 metre kala bir ses: "dub!" ve "çıııııığ!"

bir kişi çığ kulvarının tamamen dışındaymış. iki kişi çığın başladığı noktaya yakın olduklarından sağa sola kaçışarak, çığ onları yutmadan kurtulmuşlar. tam çığ kulvarının üzerinde olan iki kişi ise çığ ile birlikte yüz elli metre kadar sürüklenmişler. bir tanesi akan karla birlikte yuvarlanarak ve taklalar atarak, diğeri ise sürekli durmaya çalışarak kulvarın sonuna kadar inmiş. hiç kimseye birşey olmamış olması büyük şans.

kampı toplamamız bittiğinde herkes hızla aşağıya yöneldi. her adımda karlar azaldı ve gece yaşadığımız kar fırtınasının izleri ortadan yok oldu. sokullu pınar'a vardığımızda salim amca yine güler yüzüyle ve traktörüyle bizi karşıladı. çukurbağ'a, kendi evine götürdü. daha dönüş otobüsü için çok zaman vardı ve o saate kadar bizi evinde ağırladı. çay, öğlen yemeği, elmalar, ikramlar... ama en güzeli de sıcak soba oldu. gecenin soğuğundan ve yaşananların şokundan sonra herkes burada yatışmaya başladı.

herkesin sızdığı saate kadar dönüş yolculuğunun tek konusu vardı:

- çığda yuvarlanırken dizimi bir yerlere vurmuşum, çok ağrıyor şu anda.

- neyse ki toz kar çığıydı. sürükleyip gömmedi bizi.

- asıl o setin üzerinde duramasaydım ve aşağı düşseydim kötü olurdu. en az yedi, sekiz metre vardı orası...

bir başka bisiklet şehri: iskenderun

italya milano'da yaşayan bir arkadaşımız bir keresinde bize motorculardan yakınmıştı:

- milona'da o kadar çok motosiklet var ki arabaların trafikte ilerlemesi olanaksız. kırmızı ışıkta durunca hemen önüne geçiyorlar. öyle bir iki tane değil, kırmızıda beklerken en az on beş motosikletli birikiyor önünde. ışık yeşile döndüğünde onca motosiklet gidene kadar ilerleyemiyorsun ve sonra ışık yeniden kırmızı oluyor. aynı öykü yeniden başlıyor.

- bebekle motosiklete binemiyorsun ki araba kullanmak zorundayım.

iş için geçen hafta içinde iskenderun'a gittim. bir önceki iskenderun'a gidişimde bana aracı sürücüsüyle birlikte vermişlerdi. ilk kez bu gidişimde iskenderun'da kendim kullandım arabayı. hava güzeldi. yolları bilmiyordum ama buluyordum. ellerim direksiyondayken iskenderun'un yolları ve trafiği bir öncekinden çok farklı göründü bana. arabayı kendim kullanınca yollarda ne kadar çok motosikletli olduğunun ayırdına vardım. her yanda, tıpkı avrupa şehirlerinde olduğu gibi park halinde motosikletler vardı. yollarda da çok vardı. her yandan aniden fırlayabiliyorlardı. gideceğim yerlere hep çok yavaş sürdüm.

işte tam o keşmekeşin içinde bir motosiklet ya da bisiklet şehrinde kendimi hep motosikletin üzerinde düşündüğümün ama buna her zaman olanak olmadığının ayırdına vardım. ayrıca şehrin alt yapısı buna uygun olmadan, motosiklet sürücüleri de trafik kurallarına tam olarak uymadan bir motosiklet şehrinin araba sürücüleri için ne büyük bir eziyet olacağının da ayırdına vardım. korkunçtu.

iskenderun belediye başkanı seçimler yaklaştığı için her yana "ya sev, ya terket" yazdırmış. demokrat partili bir belediye başkanı'nın 'demokrasi' anlayışına bizim kadar şaşırmış olan bütün gazete ve televizyonlar iskenderun'daydı. bu kadar demokrat bir belediye başkanının şehre motosiklet ve bisiklete uygun bir alt yapı oluşturmasını beklemek iyimser bir yaklaşım olur herhalde, değil mi?

(fotoğraf ktapur.sitemynet sitesinden alınmıştır.)