5 Aralık 2011 Pazartesi

uludağ'ın ağustos'u

geçen hafta sonu 'tekaüt' zirve, uludağ faaliyeti düzenliyordu. gitmeyi çok istiyordum ama aynı gün izmir'de bir toplantıya katılmak zorunda kaldım. hedef, bir günde 8 saat yürüyüş ile uludağ transı yapmak, otellerden başlayıp arka taraftaki köylere inmekti.
bir çift mutlu pişmiş kelle bakacak'tan bursa manzarası izliyor
cumartesi uludağ'a gidemeyince biz de pazar günü elif'le birlikte çekmeköy ormanlarında yürüdük yine. uludağ'a gidemediğimiz için epey bir hayıflanıyorduk ki pazar akşamında bilgisayarımda bir sürpriz beni karşıladı: ağustos ayında uludağ'da meltem'le yaptığımız zirve tırmanışında fotoğraf makinemizin pili zirveye varmadan bittiğinden zirvede kendimiz fotoğraf çekememiş, zirvede karşılaştığımız fatih kartal'ın makinesi ile birkaç fotoğraf çektirmiştik. o günden beridir fatih fotoğrafları gönderememiş, gecikme için özür dileyerek dün göndermişti. bu tesadüf nedeniyle çok sevindim ve gidemediğim etkinliği yazmayı planlarken kendimi ağustos ayında gittiğimiz etkinliği yazma hevesiyle buldum.
elif ile birlikte gittiğimiz doğu karadeniz etkinliğinin dönüşünde meltem ve elif bir hafta benimle birlikte istanbul’da kaldıktan sonra ayvalık’a gittiler. (elif trabzon’a uçakla gitmiş ve trabzon'dan istanbul’a uçakla dönmüş olmasına karşın her iki seferde de biner binmez uyuduğu ve inene kadar uyanmadığı için uçak nedir bilmiyordu. ayvalık’a giderken uçakta hiç uyumamış ve uçmanın/uçağın ne olduğunu orada öğrenmiş. şimdi havada uçakları görünce parmağıyla gösterip "uça" diyor.)
meltem’in elif’i ayvalık’a götürmesinin nedeni elif’in 18 aylık olmuş olması ve artık sütten kesme vaktinin gelmiş olmasıydı. istanbul’da elif’i evin içinde oyalamak çok zor olacaktı. ayvalık’ta deniz, kumsal, güneş, çocuk bahçesi... derken kolayca bırakır diye düşündük. çok kolay olmadıysa da meltem bir haftada ‘bantlama yöntemi'yle hadiseyi halletti. ama benim fil hafızalı kızım anne sütünü öyle kolayca unutur mu? biz de meltem’i tamamen göz önünden çekmek için başbaşa bir etkinlik planladık: önce iki günlüğüne uludağ zirve tırmanışı yapacağız, ardından da kaz dağları’na yürüyüş yapmaya gideceğiz ve meltem ile elif 6 gün ayrı kalacaklar diye plan yaptık. böylece elif anne sütünü tamamen unutmuş olacaktı.
27 ağustos günü ben bisikletleri arabaya yükleyip istanbul’dan yola çıktım. meltem de ayvalık’tan otobüse atladı. akşam saat 16.00 sularında bursa otogar’ının yanındaki alışveriş merkezinde buluştuk. meltem elif’ten ayrılığa dayanamamış, iki gözü iki çeşme ağlıyor. biraz meltem’i avuttuktan ve biraz da hasret giderdikten sonra arabaya atlayıp uludağ’a yola koyulduk, zira akşam olmuştu ve hava kararmadan kampı kurmak istiyorduk.
meltem zirve yolunda
saat 19.00 sularında oteller bölgesine ulaşmıştık. girişteki jandarmaya nereye kamp kurabileceğimizi sorduk. asker çok emin olmayan bir biçimde “çobankaya diye bir yer var. çadır orada kurulabiliyor galiba.” diye yanıtladı bizi. kabaca yolu da tarif etti. biz de tarif ettiği yöne doğru yola çıktık. 10 dakika sonra çobankaya kamp yeri tabelalarını bulmuştuk.
biz daha önce uludağ’a birçok sefer gelmiştik. oteller bölgesini biliyorduk. ben bir sefer zirve de yapmıştım. ama çobankaya diye bir yer olduğunu hiç bilmiyorduk. çobankaya kamp yerini ve güzelliğini görünce gerçekten çok şaşırdık. çobankaya, görsel olarak çok güzel bir kayanın adı. tam bir boulder kayası, çoluk çocuk herkes tepesinde ve kayanın tepesinden muazzam güzellikte bir orman manzarası seyredilebiliyor. bursalılar çobankaya’yı yayla gibi kullanıyorlar. etrafta sabit çadırlar (!) var. bunlar böyle sahra yemekhanesine benzeyen dev boyutta çadırlar ve içinde mobilyalar, sobalar, hatta bazılarında çamaşır, bulaşık makineleri bile var. bu sabit çadırlar mayıs ayında kuruluyor, içine kamyonla eşya taşınıyor ve eylül/ekim gibi sökülüyormuş. arada şehre inilip çıkılıyorsa da genellikle yaz aylarını burada geçiriyorlarmış. (orada bir adamla tanıştım. 32 yıldır her yaz geliyormuş çobankaya’ya ve kamp yapıyorlarmış ailecek) biz oraya gittiğimizde şeker bayramı olduğundan sabit çadır ahalisi bayramlaşmak için bursa’ya inmişti ve bize elektrik bağlantılarını kullanmak için izin verdiler (cep telefonları ve fotoğraf makinesi için bu olanağı epey bir kullandık). sabit çadır ahalisi ve orada bulunan herkes bize çok iyi davrandı. (en kötü davranışı ise hiç tahmin etmediğimiz bir biçimde kamp yerinin büfesini işleten adamdan gördük.)
uludağ zirve 2543 m
ilk gün gelir gelmez arabamızın yanına, yolun kenarındaki bir ağacın altına kamp attık. ama yolun kenarına kamp atmak epey bir gürültü çekmemize neden oldu. özellikle bayramın ilerleyen günlerinde gelen piknikçiler yüzünden çadır yerimiz epey gürültülü bir hale geldi. ama çadırımız tam çobankaya’ya bakıyordu ve manzara muhteşemdi. çadırı kurduktan sonra hemen arabadan bisikletleri indirip gezintiye çıktık. biraz ikinci oteller bölgesine doğru pedalladık, sonra geri dönüp bakacak’tan bursa manzarası seyrettik... hava tamamen kararmadan hemen önce de kampımıza geri dönüp yattık.
ertesi sabah erkenden kalkıp zirve için arabamızla yola çıktık. araba ile madenler bölgesinde gidebildiğimiz kadar gittik ve sonrasında yürümeye başladık. genel olarak benim daha önce zirve tırmanışı yaptığım ekip ile aynı rotayı izlemeye çalıştık. yalnızca bir yerde babalar bizi yanılttı, onun dışında sıkıntı olmadan zirveye ulaştık. zirveye vardığımızda saat daha 10.00 sularıydı ve arabayı bıraktığımız yerden toplam (yanlış gittiğimiz yer dahil) yaklaşık 3 saatlik bir yürüyüş ile zirveye ulaşmıştık. zirveye bizden önce gelmiş olan fatih ve arkadaşlarıyla biraz sohbet ettikten sonra onlar ayrıldılar. biz de onlardan 10 dakika sonra dönüşe geçtik. meltem yol boyunca ‘burada muhteşem göller varmış. oraya da gidelim.’ deyip durmuştu. bizi yanıltan taş babaları izlemeyi sürdürseydik zirve yerine göllere gidiyormuşuz. neyse ki bu hata bizim yolumuzu yalnızca 15 dakika uzattı.
saat 14.00 sularında yine çadırımızdaydık. arabamız biraz hırpalandı ama epey hızlı bir çıkışla zirveyi başarılı bir biçimde yapıp dönmüş olduk. ben hemen çadıra girip uykuya daldım. bu arada meltem uyuyamamış ve çadır komşularımızla kaynaşmaya karar vermiş. ben uyanasıya kadar çoktan yakın arkadaş olmuşlardı.
uyandığımda meltem sarıalan patikasını takip ederek teleferik istasyonuna gitmek istediğini söyledi. bardağı kırılmıştı, yenisini almalıydık. zirve tırmanışı nedeniyle biraz yorgundum ama yola çıkmamız için meltem'in çok ısrar etmesi gerekmedi.
uludağ milli parkının işletmesini artık bursa büyükşehir belediyesi yapıyor ve belediye bazı yürüyüş parkurlarını yürüyüşçüler için işaretlemiş. sarıalan-çobankaya da bunlardan bir tanesi. işaretleri takip ederek 45 dakikada çobankaya’dan sarıalan’a ulaştık. sarıalan’ı da daha önce hiç görmediğimizden epey endişeli bir gidiş oldu. işaretleri bulduk, bulamadık diye kendimizi sorgulayıp durduk. bir bardak ve biraz da meyve satın aldıktan sonra, güneş batmadan çobankaya’ya varmış olmak için, çok yüksek bir tempo ile dönüşe geçtik. bu tempo sayesinde ve yolu da artık öğrendiğimizden yaklaşık 25 dakikada geri yürüdük. yokuş yukarı olmasına karşın çok hızlı bir biçimde geri dönmüştük. akşamın kalan bölümünde yemek yedik ve komşu çadır ile ateş başında sohbet ettik.
planımız zirve dönüşü kaz dağları’na doğru yola çıkmaktı ama çobankaya kamp yerini çok sevdiğimizden uludağ’da yapılabilecekleri tüketmek istedik. kaz dağları kaçmıyordu nasılsa (bir de kaz dağları’ndaki “mihmandar sorunu” bizi epey endişelendiriyordu).
zeyniler'e inen yürüyüş yolu çok belirgin
29 ağustos sabahı uyandığımızda benim kırılan gözlüğümü onarmak için bursa’ya inmeye karar verdik. sabah kahvaltısından sonra bisikletlerimize atladık ve araba yolundan bursa’ya indik. çobankaya ile bursa şehir merkezi arasındaki kilometrelerce etapta yalnızca oteller bölgesine kadar pedal bastık. ondan sonrası hep iniş olduğundan bir daha hiç pedal basmamız gerekmedi. müthiş keyifli, yemyeşil ormanlar içinde, anlatılamayacak kadar güzel bir iniş oldu. yalnız, özellikle ağaçların güneşi kestiği bölümlerde, sabahın erken saatleri olduğundan ve hiç hareket etmemiz de gerekmediğinden kelimenin tam anlamıyla donduk. ağustos ayında bu kadar üşüyeceğim aklımın ucundan geçmemişti. bazı yerlerde güneş var diye, ısınmak için mola vermemiz gerekti. hatta bir yerde de durup ısınmak için çay içtik. motosikletten bu konuda deneyimli olmamıza karşın tişörtlerle yola çıktığımız için kendimizle epey alay ettik. bursa’ya kadar hiç pedal çevirmeden indikten sonra dağın yamaçlarında bir bölümü yan kesmemiz gerekti. bu etabı da çok zorlanmadan bitirip 'teferrüç teleferik istasyonu'na ulaştık ve bisikletlerimizi bağladık. teferrüç'ten şehir merkezi’ne dolmuşla gittik. 15 dakikada gözlüğü onarttık. bursa’nın meşhur iskender ustası’nın dönerinden yedik ve dönüş için yine taksi dolmuşla teferrüç istasyonu'na gittik.
zeyniler köyü
bisikletler için yarım bilet parası aldılar ve 30 kadar kişi ile birlikte tıklım tıkış teleferike bindik. kabin çok kalabalık olduğundan bisikletleri kabinin tepesine koymak durumunda kaldık. aktarma yerinde kabinin tepesinden bisikletleri indirip diğer kabine gidesiye kadar diğer kabin hareket etti ve bizi aktarma istasyonunda bıraktı. neyse ki diğer teleferik çarçabuk geldi ve bizi sarıalan’a çıkardı. sarıalan’da bisikletleri bağlayıp bırakmaya karar verdik. zira bir önceki gün yürüdüğümüz yolu bisikletle geçmemiz çok kolay olmayacaktı. oteller bölgesine de bisikletle çıkmak çok kolay olmazdı. bize en kolay görünen yürüyerek çobankaya’ya gitmek ve arabayı alıp bisikletleri sarıalan’dan getirmekti, öyle de yaptık. gecenin ilerleyen saatlerini yine komşu çadırın ateşinin başında geçirdik.
meltem sık sık annesi ile konuşuyor, elif’in bizi hiç özlemediğini öğrendikçe vicdan azabından kurtuluyordu. böylece yaptığımız etkinlik içine daha çok siniyordu.
bir gece daha çobankaya’da geçirdikten sonra sevgili arkadaşımız, dostumuz hale’yi de çağırdık. hale, köpeği ile birlikte uludağ’daki son günümüzde bize katıldı. son günde hedefimiz çobankaya’da 11 km.lik yürüyüş parkuru tabelasını gördüğümüz zeyniler’e gitmekti. yolu sorduğumuz sabit çadır sakinleri “teeee bursa’ya kadar ineceksiniz, çok yorulursunuz’ filan dediler. zeyniler tabelasının yanında “teferrüç 19 km.” yazıyor olduğundan biz de epey bir ineceğimizi, sonra da bütün yolu çıkmak zorunda kalacağımızı tahmin ettik ama en azından yol belirgindi ve kaybolma riski yoktu.
hale ve meltem zeyniler'den bursayı seyrediyor
parkur boyunca herhangi bir işaret yoktu ama işarete gerek de yoktu. zira çobankaya-zeyniler parkuru tümüyle bir su borusu için kazılmış ve artık toprak bir yol haline gelmiş bir patikayı takip ediyor. kaybolma riski hiç yok (oysa sarıalan-zeyniler parkuru çok karışıkmış, ‘bulamazsınız yolu’ dediler bize). böylece üç arkadaş ve bir köpek, neşe içinde çobankaya’dan parkuru yürümeye başladık. zamanımızın çoğu civardaki böğürtlen ağaçlarına dadanmış bir biçimde geçiyordu. bu şekilde dört saat boyunca indik. en sonunda evler gördük ama tabelalarda zeyniler değil “beşevler mahallesi” yazıyordu. zeyniler’in yeni adının bu olduğunu bilmediğimiz için daha yürüyeceğiz sandık ancak, bursa manzarasını, bursa manzarasını seyretmek için yapılmış terası ve terastan ilerisinin beton yol olduğunu görünce “burası değilse bile artık devam etmeyelim” diye kararlaştırdık. zira dağ botlarıyla beton yolda yürümek sevimsiz olacaktı. hale’nin köpeğini teleferiğe almayacakları için de (bunu önceden sormuştuk, köpekleri almıyorlarmış) gerisin geri dönmek dışında seçeneğimiz kalmamıştı. yine hava kararmadan kampımıza dönebilmek için hızlı bir tempo ile aynı yolu gerisin geri döndük. bu sefer hiç böğürtlen molası vermediğimizden yokuş aşağı 4 saatte indiğimiz parkuru, yokuş yukarı 2 saatte tekrar çıktık. bu kadar hızlı kampa döndüğümüze ben epey bir hayret ettim. en az 3 saat süreceğini tahmin etmiştim.
zeyniler'den dönüş
geceyi hep birlikte yemek yiyerek ve çadır komşularımızın ateşi başında sohbet ile geçirdikten sonra ertesi gün kahvaltının ardından herkesle vedalaştık. hale birkaç gün daha uludağ’da kalmaya ve çobankaya’nın tadını çıkarmaya karar verdi. biz ise artık ayvalık’a dönecektik, ben elif’i çok özlemiştim.
böylece etkinliğimiz kaz dağları’na uğramadan bitti. bayramın kalan günlerini ayvalık’ta denize girerek ve bisiklete binerek geçirdik. geldiğimizde meltem elif’in koşa koşa ona sarılacağını filan hayal ediyordu, çok özlediğini zannediyordu. ama elif’in umurunda bile değildi. denize gidebildiği sürece onun keyfi yerindeydi. annesinin yokluğunda anne sütünü hiç aramamış olan kızım, annesinin dönmesiyle anne sütünü yine hatırladı. her şey yine eski haline döndü. 
iki yıl aradan sonra baş başa yaptığımız bu uludağ etkinliğine meltem “ikinci balayı” adını koydu. uludağ doğa sporları potansiyeli düşündüğümün çok ama çok üzerinde bir dağ imiş. bir zirveden ibaret kesinlikle değilmiş. etkinliğin tadı ikimizin de damağında kaldı...

zirve fotoğrafı ve bu yazıya vesile olduğu için fatih kartal'a teşekkürlerimle...

9 Kasım 2011 Çarşamba

çekmeköy'de kısa kısa...

çıkacağımız tepe
çekmeköy'e taşındığımızda en çok hoşuma giden polonezköy ormanlarına komşu olmaktı. bunun tadını çok çıkaramıyorum, zira kış gelince yoğun bir soba dumanı kokusu tüm çekmeköy'ü kaplıyor. ikinci neden ise benden kaynaklanıyor, yeterince çok gidemiyorum ormana. ama yine de ben gidebilme olasılığını seviyorum...
dün arkadaşlarımız zeynep ve alper arayıp yürüyüş yapmak istediklerini ve bebekleri esin'e bir taşıma çantası aldıklarını söyleyince ilk aklıma gelen çekmeköy'de yürümek oldu. çünkü hemen geri dönebilecek kadar yakın, çok zorlamayacak kadar düzgün, ama uzatmak ve zorlamak istediğinde sana seçenek de sunuyor... daha ne olsun.
bize geldiklerinde küçük esin uyuyordu. epey bir süre evde esin'in uyanmasını bekledik. saat 13.00 sıralarında parkurun başına gelmiştik. (parkurun başı bizim evden yürüyerek 20, arabayla 5 dakikalık mesafede).
bu mevsimde yürümenin en güzel yanı ağaçların koca yemiş dolu olması oluyor. daha önce de sonbaharda yaptığımız yürüyüşlerde bolca koca yemiş yemiştik ağaçlardan. işin ilginç yanı esin ve elif de koca yemişe bayıldılar ikisi de en az onar tane götürdüler.
zeynep ve esin
yürüyüş sırasında hemen hemen tek konu bebekler, bebek bakımı, neler yapıyor, neler ediyorlar... özetle bebekti. bu nedenle ben ve alper fazla konuşmadık. meltem ve zeynep deneyimlerini paylaştılar birbirleriyle. önümüzdeki sene birlikte doğu karadeniz'e gitmek için plan yapmaya çalıştık.
yürüyüşümüzün hedefi yangın gözetleme istasyonu ile askeri verici arasındaki tepeydi. tepenin yüksekliği yaklaşık 100 metre ve ulaşmak için bir iki ufak yokuşu da aşmak gerekiyor. bu iniş çıkışlar ve tepeye varış sırasında fark ettim ki doğu karadeniz'de elif'i taşımak bana epey deneyim kazandırmış. alper yeni aldığı çanta ile bana göre daha endişeli ve dikkatli adımlar atıyordu. bahse konu tepenin üzerinde bir kaya parçası var. en son buraya çıktığımızda bu küçük kaya parçasının üzerine çıkmış ve manzara seyretmiştik. ama bu sefer ne yazık ki burada mangal yapan kalabalık bir aile yüzünden istanbul boğazı tarafına değil ömerli barajına doğru oturmak zorunda kaldık... mangalcılar etrafı bir hayli kirletmiş olmasına karşın yanımızda bebeklerimizle gereksiz bir tartışmaya girmek istemedik.
tepenin zirvesinde 15 dakika kadar oyalandık, su içtik, dinlendik ve biraz atıştırdık. sonra saat 15.00'i geçiyor olduğundan dönüşe geçtik. ne yazık ki dönüşümüz gidişimiz kadar keyifli olmadı. minik esin, büyük olasılıkla yediği koca yemişleri hazmedemediğinden (bir diğer ihtimal de çantanın salınımı yüzünden) tüm yediklerini doğaya iade etmeye karar verdi. bilirsiniz kusmak bulaşıcıdır, elif de aynı duruma gelmesin diye ben hemen elif'in dikkatini dağıttım ve yürümeye devam ettim. alper, zeynep, esin ve meltem arkadan dura dura, kusa kusa ve kusmukları temizleyerek; biz elif'le epey bir mesafe önden onları göz temasında tutarak arabaya geri döndük.
arabaya varmaya çok az kala esin uyudu. zaten herkes günün kalan bölümüne ilişkin programlarını iptal etme konusunda hemfikirdi. herkes evine yollandı. neyse ki esin rahatsızlandığı kadar hızlı bir biçimde iyileşmiş.
günün sorusu neden buraya daha sık yürüyüş yapmadığımızdı, ama işte ben bir tatlı su yürüyüşçüsüyüm, öyle sürekli yürüyemem...

25 Ekim 2011 Salı

'tekaüt'* dağcılar yine bir arada...

kaldı zirvesi doğu yüzü
bundan bir ay kadar önce istanbul zirve dağcılığın genel kurulu yapıldı. genel kurula hala zirve üyesi olan, olmayan birçok eskiden birlikte tırmandığımız arkadaş geldi. birbirimizi çok özlemiş olduğumuzdan yeniden birlikte dağa gitme önerisi ortaya atıldı. internetten koordine olduk ve geçen hafta sonu bu etkinliği yaptık.
gidilecek dağ, etkinliğin zamanı ve katılımcılar borsa endeksi gibi kararsız bir seyir gösterdiyse de geçen hafta sonu bir bölümümüz aladağlara doğru yola çıktık. biz meltem'le iki yıldan biraz daha uzun bir süredir aladağları görmemiştik (en son meltem iki aylık hamileyken emler'e tırmanmıştık. şimdi elif 20 aylık). bu mevsimdeki bir etkinliğe elif'in götürülmesi tartışma konusu bile olamayacağı için elif anneannesine yollandı. biz de cumartesi sabahında sabiha gökçen'e yollandık...
daha önce aladağlar'a hiç uçakla gitmemiştim. bu ilk oldu. kayseri'ye uçtuk, "ananın yeri"nde kahvaltı keyfinin ardından, mercedes marka bir minibüsle aladağlara geçtik. martı mahallesi'nde traktöre binene kadar herşey süper lükstü. ama dağa geldiğimi de ancak o traktörde anladım. eski dostlarla, eski traktörde yine emli vadisi'ne...
traktörün bizi bıraktığı ormandan 45 dakikalık kısa bir yürüyüşle akşam pınarı'na geldik ve tüm öğleden sonrayı eski dostlarla sohbet ederek geçirdik. kimi yeni evlendiğinden, kimi yeni bebeği olduğunda, kimi yeni ev aldığından dağlardan uzak düşmüştü. arayı kapatmak için bol bol muhabbet ettik. otobüsle gelenlerle birlikte yaklaşık 45 kişilik bir kamp köyümüz vardı. elbette bunların hepsi 'tekaüt' değildi. yeni başlayan ve eğitim için burada olanlar da vardı köyümüzde. hava resmen yazdan kalmaydı, dağda doğru düzgün kar bile yoktu. hava raporlarında 'pastırma yazı' olacağı duyurulmuştu ama bir hafta önce istanbul'da kar soğuğu olduğundan dağda havanın bu kadar güzel olacağına pek de inanasım gelmemişti. hava tahmincilerinin tutturduğunu görmek sevindirici oldu.
cumartesi gününün en önemli konuşma konusu nereye tırmanacağımızdı. ekiplerin nereye gidecekleri üç aşağı, beş yukarı biçimlenmeye başlamıştı ama biz meltem'le kararsızdık. yeni başlayanlar okşar'a çıkacaktı. tekaüt grubunun çoğunluğu alaca'ya gitmeyi düşünüyordu, azınlık ise (daha önce alaca'yı çıkmış olduklarından) lahitkaya'ya gitmekten dem vuruyordu.
yat saatine yakın saatlere kadar (ki bu dağda akşam 18.00 civarı oluyor) bizim nereye gideceğimiz belirsizdi. ama ben bir tatlı su dağcısı olduğum için "lahitkaya bir trekking rotası. oraya gitmeye gerek yok. çok keyifsiz." diyerek beni alaca'ya gelmeye ikna edebileceğini düşünen arkadaşlarımı yüz üstü bırakıp lahitkaya'ya yöneldim. zira aylardır yoğun çalışmanın verdiği yorgunluk ve antrenmansızlık yüzünden bir trekking rotasına ihtiyacım vardı. meltem alaca'yı çok istiyorduysa da uzun zamandır birlikte yaptığımız ilk aladağ etkinliğinde benden ayrı bir rotaya gitmeye gönlü razı olmadı.
meltem
yenilerin bulunduğu her etkinlikte en büyük sorun olan gürültü bizim kamp köyümüzü de tüm gece dövdü durdu. akşam gürültüden uyunmadığı gibi gece de 01.00'de, 02.00'de ve 03.00'da çıkış yapmaya karar veren tüm ekipler mecburen 00.00'da uyandı. zira öyle bir gürültü vardı ki diğer ekiplerin uyuması olanaksızdı.
güzel bir kahvaltının ardından dört saatlik uyku ile 03.10'da kamptan vali konağı yönünde yürüyüşe başladık. hava saat 06.15'te aydınlanasıya kadar muhteşem, berrak bir gökyüzü, bol yıldız ve ayın cılız ışığı altında yürüdük. güzeller çanağına ulaştığımızda hava yeni aydınlanıyordu. çıkışımız hemen hemen hiç mola vermeden oldu, zira hava ne kadar güzel olursa olsun durduğumuz anda rüzgar buz gibi içimize işliyordu.
altı kişilik ekibimizde lahitkaya'ya daha önce gelen tek kişi meltemdi. o da çok uzun yıllar önce gelmişti ve pek hatırlamıyordu. diğerleri de biraz çıkanlardan dinlemişler, biraz da başka bir etkinlikte güzeller zirvesinden lahitkaya'ya giden bir ekibi seyretmişlerdi. tüm rota bilgimiz bu kadardı. güzeller çanağından sonra ben ve meltem babaları ve patikayı izleyip ufak bir bombenin üzerine çıktık. buradan baktığımızda rotanın devamında 3 derecelik (yani son derece basit) bir kayayı geçmemiz gerekeceği görünüyordu. oysa bize burada elimizin kayaya değmeyeceği söylenmişti. "o halde rota burası olamaz." deyip tüm o babalara rağmen geri döndük. kaldı'ya doğru devam edip lahitkaya ile kaldı arasındaki boyuna kadar yükseldik. buradan bir yol bulmaya çalıştıysak da ulaşabildiğimiz tek yer lahitkaya güney duvarı oldu ve burası da benim gözümün kesmeyeceği kadar zor kaya etapları içeriyordu. yine yanlış bir yerlerde olduğumuz kesindi. bir kez daha geri döndük ve zirve kütlesinin altından bizi "kaya tırmanmadan", trekking rotası biçiminde zirveye ulaştıracak bir yer aramayı sürdürdük. en sonunda yeniden babalar ile işaretlenmiş bir patikadan, 'elimizi kayaya fazla değdirmeden' zirveye ulaştık. herhangi bir defter görmediğimizden zirve olduğundan emin olamadık ama inince arkadaşlar bizi zirvede gördüklerini söyleyip içimizi rahatlattılar. zirveye vardığımızda saat 09.20 olmuştu. kısa bir molanın ardından inişe geçtik, zira planlanan sürenin gerisine düşmüştük.
ekibimiz zirve olduğunu düşündüğümüz yerde
neredeyse hiç mola vermiyor olduğumuzdan ben ve meltem dönüşte güçten düşmeye başlamıştık. buna karşın yüksek bir tempo ile saat 12.30'da kampa ulaşmayı başardık. en son bizim ekip çıkmış ve ilk bizim ekip dönmüştü. ben hemen kendimi çadıra atıp 20 dakika kadar uyudum, başımın ağrısını ancak uykunun hafifleteceğini biliyordum. öyle de oldu. bu arada diğer ekipler de kampa gelmeye başladı.
geri dönüş başlamıştı. dönüşte emli vadisinin sonunda bizi bekleyen mehmet ağabey bize yeni hasat elmalardan ikram etti. o susuzlukla bir sürü elma yedim.
kayseri'de yiyeceğimiz muhteşem yemek aracımızın gecikmesine kurban gidince yorgunluğun ve açlığın etkisiyle epey bir bozulduysam da pazar akşamında eve gelip duşumu alınca hepsini unuttum. burjuva dağcılığı benim gibi bir tatlı su dağcısına çok uygunmuş.
eski dostlarla her sene birlikte en az bir tırmanış yapalım diye konuştuk. göreceğiz. bu tekaüt etkinliği düşüncesini meltem ortaya atmış ve organizasyonu selçok yapmıştı. bizi lahitkaya'ya özgür çapraz götürdü. ayşe çapraz, celal asan ve olcay bey de bizimle birlikte oldu. hepsine çok teşekkürler. daha nice etkinliklere inşallah.


*aslında yazarken yabancı dilde sözcükler kullanmayı sevmiyorum. özellikle başlıkta kullanacağım sözcükleri daha bir özenle seçiyorum. ama bu espriyi ben üretmediğimden aynı biçimde kullanmak zorundayım. epey bir zamandır dağa birlikte giden ama artık az giden arkadaşlar olarak bir süredir kendimizi emekli (yani tekaüt) gibi hissediyoruz. bu espri mimar sinan üniversitesi'nin emektar ve emekli başkanı bülent'in kendisine ve kulübün tüm eskilerine 'tekaüt baykuş' demesinden çıktı, şimdi yayılıyor.

19 Ekim 2011 Çarşamba

kara sevda

kara sevdaya düştüğüm motor da bildiğin kurye motoru...
bu nasıl bir kara sevdadır arkadaş, anlamıyorum ki? günlerdir kendime resmen soğuk hava ve yağmur ile işkence ediyorum. yine de kendimi araba almaya ikna edemiyorum. günlerdir işe sıçan gibi ıslanmış gidiyorum, eve sıçan gibi ıslanmış ve üşümüş dönüyorum. yine de üzerimi değiştirdikten 10 dakika sonra aklıma araba almamak için bin tane gerekçe geliyor. neyse ki önümüzdeki günlerde pastırma yazı geliyormuş. kasım'a kadar binmeye devam edebileceğim herhalde.
ama doğu karadeniz'de ben anlamıştım kara sevdaya tutulduğumu. toplam 9 günlüğüne motordan ayrı kaldık, nasıl zoruma gitti, nasıl özledim anlatamam. her boşlukta karadeniz motosiklet turunun ayrıntılarını planladım: ne zaman yaparım? kimlerle gelirim?..
nasıl olacak bu iş bilemiyorum... nereden başladık bu merete???

13 Ekim 2011 Perşembe

acı bir karar...

meltem'le yaptığımız anadolu feneri turundan
3 yıldan biraz daha uzun bir zamandır sürekli motosiklet kullanıyorum. her gün işe gidip gelirken motosiklete biniyorum. yaz/kış. oldukça zor oluyor ama çok seviyorum motosiklet işini. 10-15 gün motosiklete binmesem hemen özlemeye başlıyorum. ne yazık ki bu sürekli birlikteliğe ara vermek zorunda kalacağım.
yamaha x-max 250'mi satmak olayı tetikledi. meğersem ne kadar rahatmışım o motorda. 10 gün kadar önce hava serinlemeye başladı ve istanbul'un ilk sonbahar yağmuru yağdı. bütün yazı kuru ve sıcak geçirdikten sonra bu serinlik ve ıslaklık kötü geldi. yamaha'da battaniyemi örtünüyordum, yağmur, soğuk umurumda olmuyordu. ama ne yazık ki honda CBF 150 için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. bir kere battaniye buna uygun değil, buna motosikletli kuryeler gibi rüzgar kalkanı almak lazım. ama zaten kurye motoru kullanıyorum, iyice kurye gibi olmak istemiyorum. lakin bu şekilde de idare edemiyorum. zira yağmur yağmıyorken bile yerler ıslaksa öyle bir çamur oluyorum ki o şekilde bırakın çalışmayı insan içine çıkmam mümkün değil. hele de yağış varsa paçalarımdan çamur damlıyor, ayakkabılarımın içine sular doluyor. ondan sonra işin yoksa iş yerinde kurumaya çalış.
pazartesi günü bir servis aracının yağmurlu havada bana arkadan çarpması da bardağı taşıran son damla oldu galiba. motorumu çok seviyor olmama karşın bu kış motora ara vereceğim, sanıyorum bir araba daha almam gerekecek. yeni bir motor almak için biriktirdiğim paralar yeni arabaya gidecek. yeni motor alma işi de çok uzak bir bahara kalacak. bugün öğlen motoruma atlayıp bunları düşünerek bir sürüş yaptım, şirkete döndüğümde çok mutsuzdum. zira başka yol kalmadığını hissediyorum.

bir diğer gerekçe (bahane)


elif, tüm çocuklar gibi hayvanları çok seviyor. mutlu köy'deyiz.
blog'da neden eskisi kadar çok yazamadığımı düşünürken aklıma birçok neden geliyor. işteki yoğunluğu bir kenara bırakıyorum. o zaten (blogu oluşturduğum, kriz senesi 2008 hariç) hep vardı. aklıma gelen çok önemli bir diğer gerekçe de başka bir yere yazıyor olmam: elif'in günlüğü. elif doğduktan bir ay kadar sonra onun için günlük tutmaya başladım. kimileri çocuklarının fotoğraflarını çeker, kimileri sesini ya da görüntüsünü kaydeder, ben de bana en uygun bulduğum yöntemi seçtim: yazmak.elbette günlüğe de her gün yazamıyorum, ancak zaman buldukça yazıyorum. zamanım olsa daha da çok yazabilirdim. elif şu anda 20 aylık ve ben onun hakkında yalnızca 35 sayfa kadar yazabildim.
oraya ne mi yazıyorum? aslında orada yalnızca elif'in neler yaptığını yazmaya çalışıyorum. örneğin o gün hangi sözcüğü nasıl söyledi, ilk kez neyi başardı, ilginç ne yaptı... temelde yalnızca onunla ilgili konuları yazmaya çalışıyorum ama bazen meltem'le ya da benimle (özellikle de benimle) ilgili olaylar karışıyor.
bir kısım insan bunu web'de de yayımlıyor ama ben bunun biraz daha özel birşey olduğunu düşündüğümden yapmadım. belki elif büyüdüğü zaman kendi yayımlamak isterse sizler de görürsünüz. şimdilik yalnızca onun ve benim özelimiz.
yazmak için elimde olan kısıtlı zamanı da oraya ayırınca burası öksüz kalıyor tabii... 

12 Ekim 2011 Çarşamba

büyük ihmal

güzel kızım çat pansiyon'da
uzun zamandır bloguma uğramamıştım. bugün baktım bir yılı aşkın zamandır buraya hiç yazı yazmamışım. ondan öncesinde de yazılarda bir seyrelme olmaya başlamıştı. aslında her gün aklıma yazacak bin tane şey geliyor, özellikle de son zamanlarda. ama bir türlü zaman bulup da yazamıyorum. şimdi en azından bir iki sözcükle geri dönüyor olduğumu duyurayım istedim.
yazılara ara vermemin en önemli gerekçesini takoz teknik tırmanış dergisi'ne editör olmam oluşturdu. orası için yoğun bir emek vermem, çok okumam, çok yazmam, hepsinden önemlisi çok zaman ayırmam gerekti. hala da gerekiyor. ama burayı da ihmal etmeyeceğim.
yapmam gereken tek şey mükemmel yazılar yazmaya çalışmaktan vazgeçip daha kısa yazılarla yetinmek, hepsi bu. bunu da yapabilirim. yoksa elif'le birlikte gittiğimiz ve iki yıldır belki de en önemli etkinliğimiz olan doğu karadeniz yaylalar turu gibi burada yayımlanmasını çok istediğim olaylar unutulup gidecek.
yakın zamanda yeni yazılarda görüşmek üzere...