25 Aralık 2008 Perşembe

sütdonduran’dan erciyes

sabahın üçü, yataktayız:
- kışt, kışt...


- n'apıyosun sevgilim sabahın köründe?!
- şeytan kovalıyorum
- nasıl yani???
- şeytan dürtüyor da beni "hazır izin de almışken boşver tırmanmayı. üç gün yat, dinlen. ne gerek var şimdi kayseri'ye kadar gitmeye!" diye. onu kovmaya çalışıyorum.
- benimkisi de bana aynı şeyleri söylüyor, vallahi. benimkisini de kovsana.
- kalk hadi, kalk. onca para verdik uçak biletlerine, yanmasın.

sabah saat dört. arabayla havaalanına doğru yola çıktık (1). acaba kazma, krampon, bıçak... gibi delici ve kesici aletleri güvenlikten geçirebilecek miyiz? bunca ağır çantaları ek ücret ödemeden uçağa aldırabilecek miyiz? neyse ki büyük bir sorun çıkmadı. yalnızca dağ ayakkabılarımızdaki demirler yüzünden metal dedektöründen çorapla yürüdük. ekibimiz havaalanında yine bir araya geldi:

- kızılkaya'da çığı yedikten sonra ilk düşündüğüm "tüh be! neredeyse vadi tabanına kadar sürüklendim. şimdi yeniden nasıl çıkacağım bunca yolu?" olmuştu. ama aradan geçen zamanda tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anladım.
- evet, ben de şimdi çığ yemekten daha çok korkar oldum...

havaalanı aktarma otobüsüyle uçağa bindik(2). kırk dakikalık bir uçuştan sonra kayseri'ye indik(3). önce dolmuşla havaalanından şehir merkezine gittik(4). kahvaltı niyetine birer çorba içip yirmi dakikada bir geçen hacılar otobüslerinden birisine atladık(5). kısa bir yolculuğun sonunda da hacılar'a vardık. hacılar dağcılık kulübü bizi odasına davet etti, çay ikram etti. son hazırlıklarımızı burada tamamlayıp çantalarımızla birlikte belediyenin kamyonlarından birisinin kasasına doluştuk(6). kamyon yolun buzlandığı 2.300 metrelere kadar dolana dolana getirdi bizi. evden çıkalı yaklaşık yedi saat olmasına ve bu süreçte altı araç değiştirmiş olmamıza karşın hala önümüzde çok yolumuz vardı, neyse ki henüz öğlen saatleriydi:

- sütdonduran yaylası 2.700 metre yükseklikte. buradan yürüyüş hızınıza bağlı olarak dört ya da beş saat dağ evine ulaşabilirsiniz.

dedi ahmet. yanıtım gecikmedi:

- ekip üç saatte varır o halde dağ evine. ben de hava kararmadan önce ancak gelmiş olurum, sanırım. siz yemekleri hazırlayın bari... (gülüşmeler)

kızılkaya ekibimiz yedi kişiydi. bu sefer bir eksik beş fazla ile on bir kişiyiz. mimar sinan dağcılıktan genç arkadaşlar var yanımızda. 89 doğumlu filanlar. onlar bile reşit olmuş da üniversite öğrencisi olmuş. anlayacağınız biz dede olmuşuz da farkında değiliz.

gerçekten de onların yanında kendimi yaşlanmış hissettim. bir yandan gülüşüp şakalaşıyor, bolca fotoğraf çekiyor, öte yandan neredeyse koşarak tırmanıyorlardı. enerjilerini çocuklar gibi israf ediyor olmalarına karşın benden hızlı tırmanmaları karşısında yaşlandığımı anladım. ama bir dakika ya... kızılkaya'da ben ekibin en genciydim. yine ben en arkadan geliyordum. o halde sorun yaş değil. bitmişim ben...

ekibin en kötüsü oluşuma mazeret üretmeye çalışarak ve diğerlerine yetişme telaşı içinde dağ evine ulaştım. hacılar dağcılık kulübünün dağ evi neredeyse uludağ otelleri kadar güzel. "boydak holding"in katkılarıyla bu yıl inşa edilmiş. mutfak, tuvalet, lavabo, sedirler... ihtiyacımız olan herşey var. evin tam ortasında da kocaman bir şömine var. borular ve jeneratör donduğu için su ve elektriğimiz yok. ama önemli değil, dağ evi çadırda kalmaktan bin kat lüks...


ilk gün kalan saatleri ateş başında sohbet, yeme-içme ile geçirdik. sıcacıktı, çok güzeldi. gece üçte kalkıp tırmanışa gideceğimizden erkenden yattık.

dağ evinin yerleri parke olduğundan gece biri tuvalete kalkınca takırtıdan uyumak zor oldu. bunu saymazsak yol yorgunluğuyla deliksiz uyudum. uyandığım saatte hala tırmanışa katılmamak için bir mazeret bulamamıştım. önümde bulmak için bir saat vardı. ama herşey yolundaydı: yemekler ortak yapılıyordu, akşamdan bolca kar eritmiştik, bol suyumuz vardı. gece şömine biraz tütmüş, dumanı baş ağrısı yapmıştı. ama bunu da kullanamadım çünkü herkes aynı durumdaydı. hazırlandım.

dördü yirmi geçe herkes hazırdı. yürümeye başladık. havadan yana şansımız çok iyiydi. bilen bilir, erciyes'in dillere destan bir rüzgarı vardır. bu tırmanışta da rüzgar peşimizi bırakmadı. açıkta kalan yerleri donduruyordu. rüzgar dışında bir kış tırmanışı için sıcak bile sayılabilirdi.

gecenin karanlığında hızlı adımlarla tırmanışa geçtik. yapmamız gereken 3.600 metrelik bir sırt hattını geçmek, bir kaya kütlesinin altından dolaştıktan sonra bir tünelden geçip 3.917 metrelik zirveye ulaşmak. daha önce burayı yazın tırmanmıştık ve çadırımıza geri dönmemiz yaklaşık on iki saat kadar sürmüştü. rotanın bazı bölümleri dik ve tehlikeli ama her şeye hazırlıklıyız.

karların içinde saatler boyu öndekinin açtığı ayak izlerine basarak ilerledik. ama biz yaklaştıkça sırt uzaklaşıyor gibiydi. eğim arttıkça hızımız azaldı, benim ayaklarım ve ellerim üşümeye başladı. ama her geçen saat dağ evinin sıcaklığını üzerimden attım, uykum açıldı, kendimi daha iyi hissettim. bir de güneş doğsa artık beni kimse tutamaz diye düşünüyordum.

sırta çıkmamıza yaklaşık yarım saatlik yol kalmıştı:

- tabakalar üst üste birikmiş durumda. bizde tabakayı kestik. eğer biraz daha zorlarsak çığ düşecek. bulunduğumuz noktada tabaka inerse, kızılkaya'dakinden daha tehlikeli bir durum oluşacaktır.

- çığ hattının tam ortasındayız. bir çığ olursa hepimizi yutar.

- geri dönelim.

saat yediyi yirmi geçiyordu. güneş, aşmaya çalıştığımız sırtın hemen arkasındaydı. sırtı aşabilsek güneşe ulaşacağız ve belki zirveye de ulaşacağız.

- tırmanışı sürdürsek bile zirve dönüşü bu sırtlara güneş vurmuş olacak. yorgun argın buraya ulaştığımızda kesin çığ düşüreceğiz.

- evet, daha çok risk almaya gerek yok.

saat daha sabah dokuz buçuk. yeniden dağ evine döndük. herkesin neşesi yerinde. günü ateş başında sohbetle, ara ara uyuyarak, bol bol yemek yiyerek geçirdik. bu iki günlük etkinlikte bütün ömrüm boyunca oturduğum sürenin toplamından fazla oturdum sanıyorum ateşin başında. (ateşi sürekli yanık tutan arkadaşlara çok teşekkür ederim.) dağ evi halkının oyun kağıtlarıyla 'eşek' oynamaya başladığı saatlerde yavaştan uyku tulumuna süzüldüm ve onca gürültüye karşın bebekler gibi uyudum.

saat sabah yedi. dönüş gününde dışarıda çok şiddetli rüzgar vardı. hava kapalıydı. kar mı yağıyordu, yoksa rüzgar yerdeki karları mı savuruyordu bilmiyorum ama göz gözü görmüyordu. geldiğimiz yoldan hızla aşağı indik. kamyonun bizi beklediği yere vardığımızda hava değişmiş, şiddetli soğuk ve kar yerini güneşe bırakmıştı. kamyonun kasasına doluştuk ve hacılar'a geri döndük. herkes yemek yemek için sabırsızlanıyordu. bu yüzden hacılar'da oyalanmayıp kayseri'ye indik. güzel bir yemekten sonra hunat çarşısında çaylarımızı içtik. akşam hepimiz evlerimizdeydik.

bu etkinlikte çok önemli bir şeyi anladım: dağ evi dağcılığın gelişmesi için olmazsa olmaz. türkiye'de dağ evlerinin yaygınlaşması gerekiyor.

Hiç yorum yok: