8 Ocak 2009 Perşembe

kapıdağ’da bisikletli doğa yürüyüşü


'bisikletli doğa yürüyüşü' diye birşey olur mu? ne saçma! yürüyorsan bisiklet niye? bisikletin varsa niye yürüyorsun? karışık biraz değil mi? bunu anlamak için tatlı su bisikletçisi olmak gerekiyor. anlayanlar bizdendir, kalanlara selam olsun...

yaz başında motosiklet aldık diye, bisikletin pabucu dama atılmıştı. (pabuç atmak demişken, helal olsun muntazır el zeydi adlı gazeteciye! bush'a elinde olan herşey ile, tüm yüreğiyle saldırdı. ben de o kadar cesur olmak isterdim.) yaz boyu her hafta sonu iki teker üzerindeydik ama pedal çevirmiyorduk. arada sırada ortaya atılan bisiklet turu önerilerini 'cebren ve hile ile' motosiklet turu biçimine çevirtip pedallı iki tekerin hakkını yedik durduk. yaz bitip güz geldiğinde daha bisiklete binmemiştik. havalar iyice soğuyup da artık motor üstünde duramaz hale gelince bir bisikletimiz olduğunu anımsadık.

kurban bayramı tatili dokuz gündü, biliyorsunuz. insan bu kadar uzun zamanda neler yapmaz ki? ne serüvenler yaşanır, ne keşifler yapılır. ama bizim basiretimiz bağlandı. bir türlü seçeneklerden birisine karar veremedik. biz geç kalınca da ulaşım sorunları baş gösterdi. bayramdan önceki son hafta bütün seçenekleri ani bir kararla eleyip bir süredir rafta duran kapıdağ yarımadası bisiklet turunu gündeme taşıdık. çünkü gidiş dönüşü ayarlamak görece kolaydı: bisikletleri yenikapı'dan veriyorsun feribota iki saatte bandırma'dalar. sonra yarım saat pedal basınca kapıdağ yarımadasındasın. ama bayramda bandırma'ya feribotta yer bulmak ne mümkün. ne yapacağız? marmara adası vapuru bomboş. "önce marmara adası'na gider, oradan da bir biçimde erdek'e geçeriz." dedik. bu plana uymaya hevesli iki bisikletçi arkadaşın katılmasıyla dört kişilik grubumuz kurulmuş oldu.

gitmemize bir gün kala hanım ve ben hastalandık. ikimiz de grip olduk. diğer arkadaşlara durumu haber verdik:

- siz marmara adası'nı turlayın. bu süreçte biz de dinleniriz. sonrasında bandırma'da sizinle buluşuruz.

iki gün hasta yattıktan sonra, daha tam iyileşmeden başladık hazırlıklara. bisikletlerin bakım görmesi gerekiyordu. bütün yaz yatan bisikletlerin durumu çok kötüydü. benim bisikletin arka tekerleği yağsızlıktan dönmüyordu. neyse ki ustamız iki saatlik bir çaba sonucunda bisikletlerimizi yola çıkabilecek duruma getirdi.

yine sabahın köründe yeni bir serüven için düştük yollara. bisikletlerimizi arabayla bostancı'ya, feribotla yenikapı'ya oradan da bandırma'ya taşıdık. arkadaşlarımız bizi aşağıyapıcı köyü'nün kahvesinde bekliyorlardı. bir saatlik çabanın sonunda onlarla buluştuk. çay içip marmara adası'nda yaptıklarını dinledikten sonra hep birlikte yollara düştük.

kapıdağ yarımadası eskiden karaya yakın bir adaymış. zaman içinde ada ile anadolu karası arasındaki bölüm toprakla dolunca yarımada olmuş. bugün boyun biçimindeki bu oluşumun bir yanına bandırma ve diğer yanına erdek körfezi deniyor.

ilk hedefimiz yarımadanın ortasındaki sekiz yüz metrelik tepeyi aşıp adanın en kuzeyindeki ballıpınar köyü'ne ulaşmak. orada geceleyip tura devam edeceğiz. aşağıyapıcı'dan çıkar çıkmaz rampalara tırmanmaya başladık. önce yukarıyapıcı'ya yöneldik. sonra ormanların içine dalıp toprak yollardan yarımadanın en yüksek noktalarına kadar çıktık. ancak bu iş hiç de kolay olmadı. iki gündür bisiklet üzerinde turlayan arkadaşlar kaslarını açmışlar ama biz iki gündür hasta yatıyor olduğumuzdan başladık bisikletli doğa yürüyüşü yapmaya. tepeyi aşana kadar bisikletin yanında, yukarı doğru bisikleti itekleye itekleye yürüdük. hava soğuk olmasına karşın bu çaba bizi bir hayli terletti ve yordu. sonunda tepeye ulaşınca bisikleti taşımaktan kurtulduk ama inişin de derdi ayrı: hava soğuk, vücutlar terli, yollar toprak ve biz son süratle bisikletlerle yokuş aşağı kayıyoruz. önce parmaklarımız dondu, sonra rüzgar içimize işledi, yavaş yavaş... yine de her çıkışın bir inişinin olması güzeldi...

manastıra giden yolda bir ara üç toprak yoldan oluşan bir kavşağa geldik. hepimiz gideceğimiz yolun en zorlu ve en dik olan yol olacağından emindik. kuzeye doğru giden bu yolu izleyerek manastıra ulaştık. cumhuriyetin kuruluşuyla bölgedeki rumlar "mübadele" edilince manastır sahipsiz kalmış. kullanıldığı dönemde 360 odası varmış. ama şimdi birkaç duvarı bulunan bir yıkıntı durumunda. duyduğumuza göre yıkılmasına da askerlerin çatıdaki kiremitleri söküp kendi ihtiyaçlarına kullanması neden olmuş. biz oradayken birkaç yeni 'hazine arama' çukuru da gördük. anlayacağınız manastırın durumu kötü.

manastırın yakınlarında dolaşan atları biraz sevdikten sonra güneş kararmadan geceleyecek uygun bir yer bulmak için yeniden yola çıktık. kısa bir süre sonra da ballıpınar köyüne geldik. burası yaklaşık iki yüz haneden oluşan görece büyük bir köy. onlar da mübadelede buradan gidenlerin yerine bulgaristan'dan gelmişler. pomaklarmış, kendi aralarında "pomakça" denilen bizim ilk kez duyduğumuz bir dil konuşuyorlardı. kahvehaneye girdik, 'rumeli tv' izliyorlardı. köyün bakkalı kapalıydı. kalacak yer de yoktu. yiyecek bir şey ve yatacak bir yer bulamadığımızdan yönümüzü ormanlı köyüne çevirmek durumunda kaldık. orada da kalacak yer olduğundan emin değildik. ama denemek zorundaydık.

akşamın alacakaranlığında on kilometrelik yolu geçmek üzere yola düştük. yarımadanın kuzeyi boyunca uzanan inişli çıkışlı yolda, bazen bisikletler bizi taşıdı, bazen de biz bisikletleri taşıdık ve hava karardıktan hemen sonra ormanlı köyü'ne vardık. karanlıkta köye gelen, dört yorgun, kask takan yabancıyı ormanlı köyü'nün kahvesindekiler oldukça güleryüzlü karşıladılar. yazın pansiyon olarak işletilen ama bu mevsimde kapalı bir adresi gösterdiler bize.

köye girişte güçlü bir ışıldak gözümü almıştı. baktım, mezarlığın yanındayız, ışık da büyük bir mezarı aydınlatıyor.

nihat amca ve ailesi pansiyonlarında kalmamıza izin verdiler. bize sunabilecekleri temiz örtü dışında bir lüksleri yoktu ama bize yeterdi. yorgun yolcularına ikram edecekleri sıcak çorba dışında bir şey de yoktu. ama bunu da sorun etmedik. aramızda konuşup iki gün burada kalmaya karar verdik.

akşam ısınmak için kahvehaneye gidip biraz avcı kanalını seyrettik. yarım saatliğine açılan ve pek de birşey bulunmayan bakkaldan bisküvi aldık. akşam saat sekiz sularında yeterince oturduğumuza kanaat getirip soğuk yataklarımıza uzandık.

ikinci gün için planımız köyün etrafındaki toprak yollarda gezinmekti. köyün güneyinde üç tane sekiz yüz metrelik tepe var. bu tepeler baştan başa ormanlarla kaplı ve toprak yollarla örülmüş durumda. biz de bu günümüzü ormanların içinde sonbaharı yaşamaya ayırdık. kahvaltıdan sonra köyün bulunduğu koyun tam ortasından güney'e giden yola saptık. önce köy halkının bahçelerinin ve tarlalarının yanından geçtik. sonra yükselmeye başladık. biraz yükseldikten sonra köylülerin yaptığı bir yaban domuzu çitini geçtik. o noktadan sonra her yan ormanlar ve sonbaharın renkleri ile kaplandı. bu sonbahar ormanlarda, dökülmüş kiremit rengi yaprakların üzerinde zaman geçirecek fırsat bulamamıştık. bacaklarımızın çekmediği noktalarda yaprakların üzerinde epey keyifli yürüyüşler yaptık, yanımızda da bisiklet.

deniz seviyesinden kapıdağ yarımadasının en yüksek noktalarına kadar kan ter içinde pedal çevirmenin en kötü yanı neydi biliyor musunuz? sonunda inişe geçtiğimizde ve artık hiç güç harcamadan yol almaya başladığımızda donmaya başlıyorduk. hava epey soğuktu, hastalıktan yeni kalkmış terli bedenlerimizle buz gibi rüzgarda yol almak biraz eziyet oldu. ama biz, dört kafadarın keyfi, tüm soğuğa karşın, yağmur yağmadığı için çok yerindeydi.

toprak yollarda hızla ilerledik ve güneşin batmasına yakın saatlerde yeniden köyü yukarıdan gören tepeye ulaştık. buradan güneşin batışını seyrederken köyden gelen davul seslerini dinledik. biz köyde düğün olduğunu düşünmüştük. ama asker uğurlamasıymış. köy kahvesinin önüne kurulan masalarda erkekler eğleniyorlardı. gün içinde köydeki tüm evleri davul eşliğinde gezip para toplamışlar. bu saatlerde de yemek yiyip şarkılar söylüyorlardı. biz ise bir yandan onları izlerken, bir yandan da kahvehanede ısınmaya çalışıyorduk. içinde fazla birşey olmayan bakkalın açılmasıyla ihtiyaçlarımızı karşıladık ve yatmaya gittik. bizim ayrıldığımız saatlerde eğlence sürüyordu.

üçüncü gün kahvaltıda kaldığımız yerin sahibi nihat amca'yla önceki gece yapılan asker uğurlamasını konuşuyorduk:

- sizin çocuklarınız var mı?

- bir kızım var. bir de oğlum vardı. 95'te şehit düştü.

- ...

başka birşey soramadık nihat amca'ya. kahvaltımızı edip vedalaştık. köye geldiğimiz gün, mezarlığın yanından geçerken gözümü alan ışıldak köyden ayrılırken aklıma geldi. dönüp ışıldağın aydınlattığı büyük mezardaki isme baktım. nihat amca'nın oğluydu. onunla gurur duyuyor olmalıydılar.

bugün için amacımız kapıdağ yarımadası'nın doğu taraflarını gezmek. ilk hedefimiz ise yine ballıpınar köyü'ne gitmek. kapıdağ yarımadası'nın kuzeyi boyunca uzanan bu yolu geçen sefer karanlıkta ve epey endişeli geçtiğimizden güzelliğini pek de anlamamıştık. şimdi güneşli bir günde yol bize bambaşka ve kesinlikle çok güzel göründü. denize paralel uzanan toprak yol yarımadanın doğa şekillerine uygun olarak bir yükselip bir deniz seviyesine iniyor. tüm tur boyunca olduğu gibi burada da yokuşlarda bisikletli doğa yürüyüşü yaptık ve yeniden deniz kıyısına indiğimizde dinlendik.

öğlen saatlerinde yine ballıpınar köyünün kahvesindeydik, yine "rumeli tv" izliyorlardı. duvarlardaki atatürk resimlerini gösterdiğimizde köyün CHP destekçisi olduğunu söylediler:

- biz bulgaristan göçmeniyiz. mübadelede yerleştik buraya. bizi gavur zulmünden kurtaran kişiyi asla unutmayacağız.

- bazıları geçmişlerini unutabilir ama biz çekilen acıları ve bizi bu acılardan kurtaranı unutmayacağız.

- neden bu köye asfalt yol gelmedi sanıyorsunuz. AKP'yi destekleyen tüm köyler kalkındırıldı. AKP'yi destekleyen son köyden buraya kadar asfalt yol gelmez miydi? gelirdi elbet. ama bize bunu uygun gördüler.

kahvede birkaç çay ve bisküvi eşliğinde sohbet ettikten sonra yolu öğrenip yeniden düştük yola. amacımız yarımadanın kuzeydoğusundaki karşıyaka'ya kadar sahilden yol almaktı. ancak orada kalacak yer bulunmadığı söylendi bize. buna karşın ilk geldiğimiz gün gördüğümüz otel tabelalarına güvenerek karşıyaka'nın biraz daha güneyine, tatlısu tarafına doğru ilerlememiz durumunda, açık otel bulabileceğimizi düşündük. yolun çevresi ve yolun kalitesinde bir süre sonra çok belirgin bir değişim oldu. önce yol asfalta döndü. sonra çevrede tavuk çiftlikleri ve yazlık evler artmaya başladı. kuzey tarafının el değmemiş bölgelerinden oldukça farklıydı buralar. yeşillikler azaldı, binalar ve arabalar arttı.

öğlen saatlerinde çayağzı'na geldik. limandaki "alamet balık restoranı"nın ününü bandırma vapurunda duymuştuk. kapıdağ yarımadasının belki de en ünlü yerinde balık yedik, işletmenin sahibiyle sohbet ettik. neredeyse bomboştu. ama balıklar taze, köfteler lezzetliydi. ününü kesinlikle hak ediyordu.

artan trafiğe karşın, dikkatli ve hızlı bir biçimde hava kararmadan tatlısu'ya vardık. yol üzerinde gördüğümüz oteller hep kapalıydı. en son burada bir otele bakacak, o da olmazsa bandırma'ya yönelecektik. neyse ki hava kararmadan hemen önce ulaştığımız tatlısu'daki "mete otel" açıktı ve bize verebilecek odası vardı. yola çıktığımızdan beri ilk defa yıkanacak bir yer bulabilmiştim. ılık suyla kısa bir duş aldım. akşamın kalan bölümünü şömine başında çay içerek ve otelin diğer birkaç ziyaretçisi ile sohbet ederek geçirdik.

son gün gidilecek yol oldukça kısaydı. bu yüzden rahat bir kahvaltı yaptık, otelin sahibiyle vedalaşıp yola çıktık. yoğun trafikte iki saat kadar pedal çevirdikten sonra bandırma'ya ulaştık. benim isteğim bandırma etnoğrafya müzesini gezmekti. ancak buradan istanbul'a gitmek düşündüğümüz kadar kolay olmadı. yaklaşık üç saat kadar bandırma limanında istanbul'a iade bilet gelmesini bekledik. herkese bilet bulduktan sonra geriye ancak yemek yiyebilecek kadar bir zaman kalmıştı. limanın yakınındaki meydanda öğlen yemeklerini yedikten sonra feribotla istanbul'a geri döndük.

dönüş yolunda 2009 mayıs'ında yarımadanın kuzeyindeki ormanları yeniden bisikletle gezme planlarını hazırlamıştık bile. ama dönüş yolunda en çok konuştuğumuz konu şehitler, şehitleri göre göre neşe içinde askere giden gençler, kendilerine oy veren köyleri kalkındırırken oy vermeyen köyler sanki bu vatanın çocuğu değilmişçesine davranan politikacılar idi...

Hiç yorum yok: